6

9

Rabia zerzevat sepetini sallaya sallaya sabahleyin Sinekli Bakkal Sokağı'na saptı. Bir solukta sokağın ortasına vardı, dükkânın karşısına dikildi. "İstanbul Bakkaliyesi" levhası yenilenmişti ve dükkânın kapısında biri durmuş, başını kaldırmış levhaya bakıyordu. Acayip bir mahlûktu. Bir çocuk gibi, fakat kılığı çocuk değil. Arkasında penbe bir cüppe, başında abanî bir sarık... Arkasında ayak sesi duyunca birdenbire döndü ve Rabia orta yaşlı bir cüce ile burun buruna geldi. Buruşuk yüzünde tabiî komiklerin mahzun gözleri vardı.

— Tevfik, müşteri geldi.

İçeriye seslendi. Uzun boylu bir adam, basık kapıdan geçebilmek için başını eğdi ve o eski sokakta beklemediği sevimli, küçük müşteriyle yüz yüze geldi. Altın gözlerin yeşil mevceleri parıl parıl yanıyor, beyaz örtünün içindeki yüz, Tevfik'in izah edemeyeceği bir heyecanla kıpkırmızı olmuştu.

Dükkândan çıkıveren bu adama Rabia derhal ısınmıştı. Sıcak kestane rengi gözlere gözlerini dikmiş, uzun kumral bıyıkların altında gülen ağızla o da beraber gülüyordu.

— Daha dükkân pek hazır değil ama, zarar yok. Buyurun bakalım, küçükhanım. Bir siftah edelim... İnşaallah ayağınız uğurlu gelir!

Rabia, fasulye ve soğan taşan sepeti kaldırdı, gösterdi:

— Bu sabah alışveriş bitti.

— Vah vah, yarın sabah bizden alırsınız.

— Her sabah, her sabah...

Çocuğun sesindeki heyecan Tevfik'i biraz şaşırttı.

Hafızasında bir kasırga esti. Bu kız kime benziyordu? Emine'ye... Gerçi dudakları kısık, gözleri küçük değil ama, yüzünün darlığı, teninin pürüzsüzlüğü... Kendi kızı bu yaşta olmalı. Bekçi Ramazan Ağa'nın sesi, kulaklarında hâlâ çınlıyor:

— Kızın çok büyüdü, Tevfik! Hafız oldu.

— Babanın adı ne, kızım?

— Kız Tevfik.

Birçok şey birden oldu. Cüce kapıya dayanmış ağlıyordu. Tevfik, Tuna Nehri gibi taşmıştı, tayfun gibi kızının etrafında dönüyor, kapıp kollarıyla kaldırıyor, dükkânda aşağı yukarı divane gibi dolaştırıyor, arada bir bırakıyor, biraz yüzüne baktıktan sonra tekrar kapıyor, nöbet gelmiş deli gibi sayıklıyor, ağlıyordu.

Biraz sükûn bulunca Rabia ile cüceyi bir sabun sandığına oturttu, kendisi aralarında, bir kolu birinin belinde, bir kolu ötekinin omzunda ikisini birden sıkıyor, ikisini de sıra ile şapır şapır öpüyordu. Bu mesut badirede en kendisine hâkim olan gene Rabia idi.

Tevfik'in çocuk ruhu, cücenin çarpık ve bî-çâre vücudu, hacet isteyen, sevgi bekleyen iki zavallı kimsesiz... Rabia ikisine birden sahip çıktı.

Tevfik oturur oturmaz sürgünde geçen hasret ve gurbet yıllarını anlatmaya başladı. Sırasız ve karmakarışık bir hikâye, fakat o kadar canlı ki Rabia kendini o yılları babasıyla beraber geçirmiş zannediyordu. İlk senelerin sefaletinde birkaç para edinebilmek için pazaryerlerinde halkı eğlendirmiş, bazân yapyalnız, kafasını sokacak bir damdan mahrum, ekmekçi dükkânları önünde gözleri ve ağzı sulanarak aç ve avaredolaşmış...

Hikâyesinin bu kısmıyla kızın şen gözlerinin yaşardığını gören Tevfik, sergüzeştinin başka bir safhasına atladı.

— Zâti Bey Gelibolu'ya Mutasarrıf olunca sürgünlerin yüzü güldü. Ben derhal yanına kapılandım, başımı bir yere soktum, sırtım esvap, midem sıcak yemek buldu. Fakat hepsini alnımın teriyle kazandım ha! Evin içinde de, dışında da gece gündüz çalıştım.

— Ne iyi adam, Allah razı olsun, fakat Padişah'tan korkmadı mı?

— Ne bileyim, şekerim. Öteki sürgünler mahsus yapıyor, dediler. Güya sürgünlere iyi muamele ederse, Jön'lerden olacak diye korkar, ona memuriyet verirmiş. Güya İstanbul'da daha evvel yüksek bir memurmuş, mutasarrıflık bir nevi sürgünlükmüş... Miş, miş, miş... Anlarsın ya, iş içinde iş.

Tevfik, bu karışık lâkırdıları daha iyi anlatmak için bir de göz kırptı ama, Rabia gene bir şey anlamadı. Bununla beraber lâkırdı kesilmesin diye, anlamış gibi başını sallıyordu.

— Gündüz tulumbadan su çeker, çocukları mektebe götürür getirirdim, zerzavat bile ayıklardım. Fakat gece oldu mu, haydi yemiş bahçelerine... Sabaha kadar vur patlasın, çal oynasın...

— Ee, sonra?

Tevfik sustu, bu gecelerin açık ve galiz eğlencelerini nasıl kızına anlatabilirdi. Kendi kendine:

— Çiçek bozuğu bir Çingene çengi karısı vardı, surat düşkünü ama, şeytan mı şeytan.

Rabia, Emine'yi hatırlatan kuru bir sesle:

— Çingene demek, fenâ kadın, demektir, diyordu. Tevfik'in yüzü bulutlandı:

— Öyle, deme Rabia, göğsünde insan yüreği taşıyan, orada bir o, Çingene vardı. O olmasa, ben ne olurdum? Bir köpek, efendileri eğlendirmek için burnuna halka takılıp oynatılan bir ayı... Beni bir o, insan yerine koydu.

— Öyle ise fenâ kadın değil. Fakat sen ne vakit geldin, Tevfik?

Kendini bildi bileli babasından herkes ona Tevfik diye bahsetmişti, ona da babasını adıyla çağırmak tabiî geliyordu. Fakat öyle sevimli bir Tevfik deyişi vardı ki, her defasında babası, kızı sıkıyor, saçlarını öpüyordu:

— Seni nasıl İstanbul'a bıraktılar?

— Zâti Bey'in Dâhiliye Nazırı olduğunu duymadın mı?

— Ha... Ha...

— Beni o getirdi. Biraz da para verdi.

— Bu vakte kadar ne yapıyordun?

— İş aradım. Bizim Zuhurî kolu parçalanmış... Arkadaşların birçoğu aktör olmuş. Ha... Ha... Ha... Nasıl oyun bu? Söyleyeceklerini kitaplardan öğreniyorlar. Bir türlü aklım ermedi. Oyuncu diyeceğini kendi hemen bulup uydurmazsa, bilmezse, ezberden sûre okur gibi oynamaz mı?

Tevfik eski arkadaşlarının dağılmalarına, bilhassa tiyatronun tahta barakaları içinde tercüme eserler oynamalarına kızıyordu. Başka âlemin, yabancı hayatların bizim halkta alaka uyandıracağına bir türlü akıl ermiyordu. Herhalde en eski arkadaşı, orta oyununun meşhur cücesi Rakım'ı bulduğuna çok seviniyordu. Artık ölünceye kadar ondan ayrılmayacaktı. Cüceyi derhal dizinin üstüne çıkardı, yeni baştan Rabia'ya:

— İşte senin altı parmak amcan, diye takdim etti.

Cücenin gözleri Rabia'ya çarpıklığı, sakatlığı, çirkinliği için af diliyor gibi, biraz muhabbet dileniyor gibi geldi. Ne kadar Sarman'ın sarı gözlerine benziyordu. Kollarını cücenin boynuna doladı, iki yanağından öptü. Fakat cüce bunu derhal alaya vurdu. Rabia'nın öptüğü yerleri ovuyor, gevrek gevrek gülüyordu. Söyleyecek şey kalmayınca Rabia fırladı, dükkânı teftişekoyuldu. Burnunu her çuvala, her kutuya sokuyor, kokluyordu.

— Artık biz dükkânı açacağız. Belki Rakım Amca ile para biriktirir de ikilik bir orta oyunu kumpanyası yaparız. Bu ramazan geceleri Karagöz oynatacağız. İnsan biraz gevezelik etmezse dili paslanıyor.

Rabia, Tevfik'in dükkânındaki hayatını beraber yaşayacakmış gibi dinliyor, rafların düzeni için öğüt veriyordu. Eğer Rakım sebze sepetini devirip de soğanlar yere yuvarlanmasalar, Rabia, bu tatlı rüyadan hiç uyanmayacaktı. Eyvah, öğle yaklaşmıştı... Çarşıdan vaktinde döndüğü günler bile Emine söylenirdi, bugün ne diyecekti? Sepeti kaptı, dükkândan fırladı, hem koşuyor, hem başı arkaya çevrilmiş sesleniyordu:

— Yemekten sonra gene gelirim.

Tevfik dükkânın kapısında durdu, elini salladı, Rabia köşeyi döndükten epeyce sonra, hâlâ elini sallıyordu.

Rabia geldi ve temizlik başladı. Entarisinin peşleri kuşağına sokulu, bir çıplak ayak tahta fırçasının üstünde, öteki çıplak ayak yerde; bir el belde, öteki muvazene yapmak için havada, dükkânın üstündeki odayı ovmaya başladı. Rakım da yalınayak, elinde paslı, delik bir kova, bahçedeki kuyudan su taşıyor, Rabia'nın gösterdiği yere döküyor, bahçe ile ev arasında mekik dokuyordu.

Dükkânda Karagöz takımını bitirmekle meşgul Tevfik, arada bir sesleniyor... Üçü de çocuk gibi mesut.

Senelerin yığdığı pislik, kir ve tozla uğraşan Rabia'nın kalbi su gibi hafifti. Ömründe ilk defa etrafını çeviren memnuat duvarı dibine kadar yıkılmıştı. Güya bir el, kalbinin bağlarını çözmüş, ona, "İstediğin kadar gül, oyna, sevin ve yaşa!" demişti.

O sabah öğle vakti eve dönünce, Emine'den çok şiddetli bir azar yemişti. Canına sokacak kadar sevimli, tatlı bulduğu babasıyla ilk mülâkattan sonra, anası ona birdenbire çok sevimsiz gelmiş, içini kinle doldurmuştu. Emine ne sorduysa, geç kalmasının sebebini ne kadar anlamak istediyse o, o kadar inatçı bir sükûtla mukabele etmişti. Eğer İmam vaktinde yetişmese, belki Emine onu dövecekti. Fakat bu inat, Emine'nin çenesini açmış, kızın ne kadar kusuru varsa babasından geldiğini söylerken, Tevfik'e ağzını açmış, gözünü yummuştu. İlk defa Rabia anasının gözlerine isyanla bakmış, "Ben de, babam da fenâyız... Ne yapacaksın... Bırak, babama gideyim!" diye haykırmıştı.

— Baban mı? Hele bir İstanbul'a ayak bassın, selâmlıkta Padişah'ın arabasının altına yatar, vükelanın kapılarını aşındırır, o herifin ne kepaze olduğunu anlatırım. Tekrar cehennemin bucağına sürdürmezsem bana Emine demesinler!

Rabia, bundan ürkmüş, dudakları mühürlenmişti.

Babasının döndüğünü Emine'ye sezdirmemek için doğru konağa gitmeye karar vermişti. Fakat gene dayanamamış, konağın kapısından dönmüş, dükkâna gelmişti.

Şimdi tahtaları âdetâ parçalayacak gibi şiddetle ovarken düşünüyordu. Babasının geldiğini Emine'den saklamak kâbil değildi. O halde? Çocuk, Sabiha Hanım'ı, bu tehlikeye karşı biricik selâmet yeri, diye hatırladı. Ona anlatacak, iltica edecek. Hemen o gece söyleyecekti. Öğleden sonra konağa gitmediğinin kim farkına varabilirdi, o, akşam yemeğine gider, yemekten sonra Sabiha Hanım'ın odasında içini dökerdi.

O akşam Sabiha Hanım'ın misafirleri olduğu için Rabia bir şey söylemedi. Ertesi akşam cesaret edemedi. Emine'nin pek az sokağa çıkması, belki komşuların eve pek seyrek gelmesi, Tevfik'in geldiğinden onu haberdar etmedi. Konak, Rabia'nın öğleden sonra gelmemesine dikkat etmedi. Bir hafta bu vaziyet devam etti.

Bu meşhur haftanın her gününde öğleden sonra Rabia gitti, dükkânın üstündeki evi temizledi, mutfağa çekidüzen verdi. Babası, cüce, o, birbirlerine pek alışmışlar, senelerden beri beraber yaşıyormuş gibi teklifsiz olmuşlardı. Arada, bu vaziyetten Emine haberdar olursa ne olacağını düşünüyorlar, keyifleri kaçıyordu. Fakat Rakım Amca, Rabia'ya anasıyla babası arasında intihap hakkı olduğunu anlatıyor, Rabia babasını tercih etmeye yemin ediyor, Tevfik'in yüzü gülüyordu.

Rabia'nın bu sergüzeşti keşfedilmeden bir gün evvel üçler, en şen saatlerini yaşadılar. Artık ev hazırdı, dükkân badana olmuş, temizlenmiş, mallar yerli yerine dizilmiş, raflar süslenmiş, tavana renkli kâğıtlardan kesilmiş, askılar asılmıştı.

Tevfik'in Karagöz takımı da hazırdı. Üçler, bahçede perde yerini, fener yerini tespit ettiler. Ramazan yaza geliyordu. Geceleri Allah'ın kandilleri sarkan koyu lacivert kubbe, dünyanın günahkârlarına gülecek, İstanbul'un ılık ve tatlı havasında bin bir minare mahyalarını sallandıracaktı.

Tevfik:

— Rakım, lâzım gelen şamatayı yapmak için tefimiz yok, dedi.

Rabia atıldı:

— Ben konaktan getiririm. Ben, hem şarkı söyler, hem tef çalarım. Hem de ne güzel çalarım, bayılırsın.

Genç baba, gözlerini kıstı, kızının çalımına güldü.

Fakat birdenbire yeisle başını salladı:

— Sen bir hafızsın Rabia, bu maskara türküleri nasıl söylersin. "Yâr bana bir eğlence, yâr" diye bağıran hafız nerede görülmüş?

— Bir kere tef çaldığımı dinle de sonra söyle... Ben Vehbi Dede'nin talebesiyim.

— Orası işi bozuyor ya... Senin usulün sokak çocuklarına, mahalle Karagözcüsü'ne gelmez.

Rabia sırıttı, mutfağa daldı. Bir dakika sonra elinde teneke kahve tepsisinden bir tef, uzun parmakları üstünde dolaşıyor, çalıyordu. Babası tepsiyi elinden kaptı, avazı çıktığı kadar bağırarak:

— Ben sana demedim mi sevme dokuz yâr, diye hem söylüyor, hem de en şamatalı usulüyle tepsi çalıyordu. Sonra tepsiyi fırlattı; kızına:

— Ben sana bir maymun alsam da, sen de sokaklarda oynatsan nasıl olur! Sende bu istidat varken, pencerelerden başına çil kuruş yağar, biz de ekmek parası ediniriz.

Babasının bu şakası, ona, pencereden maymun seyrettiği günleri hatırlattı. Sokaktaki çocuk alayına iltihak için ne kadar içi sızlamış, cama yapışan burnu yamyassı oluncaya kadar gözleri macuncu Çingene'yi seyretmişti.

Eğildi, yerden tepsiyi aldı. Birdenbire maymun oynatan bir Çingene oluvermişti. Tepsiye sert, sert, tam tam vuruyor, başı bir tarafta, göğsü ilerde, bir ayağı muhayyel bir maymunu tekmeleyerek, oynatarak bahçede dolanıyordu. Rakım, çocuğun sanatkâr temsiline dayanamadı. O da hemen bir maymun oluverdi. Dört ayak yürüyor, gözleri dört dönüyor, maymun gibi çığrıyor, güya atılan fındıkları kaparak, dişleriyle kırarak kabuklarını Tevfik'in suratına fırlatıyor, Çingene'nin bir tarafından öbür tarafına, yan yan taklak atıyordu.

O hafta, böyle kahkahalı, oyunlu bir sahne ile kapandı.

Rabia'nın o hafta derslerine gelmediğini ancak perşembe günü Kâhya Kadın, Vehbi Dede'den öğrendi. Çocuğu her akşam sofrada ve yemekten sonra da Hanımefendi'nin odasında görüyordu. O kadar çalışkan ve uslu bir kız dersten kaçamaz... O halde mutlak Emine onu evde alıkoyuyor. Hemen başını örttü, İmam'ın evine gitti.

İkindi vaktiydi. Şükriye Hanım kapıyı çalarken çamaşır çivitleyen Emine'nin zaten kulağı tetikte... Zihni, Rabia'nın son günlerde tavrının başkalığıyla meşgul...

Sabunlu elleriyle kapıyı açıp da Kâhya Kadın selâm sabahtan evvel yekten ona, Rabia'yı niçin öğleden sonra dersten alıkoyduğunu sorunca şaşırdı.

— Rabia konakta değil mi?

— Yooo... Bir haftadır öğlelerden sonra gelmiyor.

Emine'nin gözleri küçüldü, iki batıcı iğne ucu, dudakları büzüldü, bir tek dar çizgi oldu ve Kâhya Kadın'a, aklına ve ağzına geleni söyledi.

Kız, geçen cuma, pazardan geç geldiğinden beri, esasen içine kurt düşmüştü. Kim bilir nasıl bir felâkete uğramıştı. Tüüü... Yazıklar olsun! Elin fukarasının ehl-i ırz bakire evlâdını terbiye edeceğiz diye konağa alıp da nasıl böyle sokaklara salıveriyorlardı? Hanımefendi ha!

Şükriye Hanım, Rabia'nın henüz çocuk denilecek çağda olduğunu söyleyince bütün bütün köpürdü. Memeleri koynunda elma gibi, âdet görmesi yaklaşmış koskocaman kız! Biricik evlâdını böyle sokaklara salan Sabiha Hanım'ın düzgününden, allığından, rastığından, seviciliğinden ve daha nelerinden tutturdu. Kâhya Kadın'a, çanak yalayıcı, boynuzlu karı, diye bağırdı.

Eğer bu patırtıdan, ikindi uykusu başına sıçrayan İmam aşağı koşmasa, iki kadın, avluda saç saça, baş başa dövüşeceklerdi.

Şükriye Hanım, Rabia'nın öğlelerden sonra nerelerde dolaştığını anlamadan konağa döndü. Fakat Hanımefendi'nin odasına ayak bastığı andan itibaren bir curcunadır başladı. Rabia, orada, Sabiha Hanım'a nihayet babasının avdetini anlatıyordu. Derken Emine konağa geldi. Eğer bütün bu vak'alarda Sabiha Hanım soğukkanlılığını ve idaresini göstermese maazallah bir felâket olacaktı.

Ağzı köpürerek Sabiha Hanım'a tam bir cephe hücumuna geçen Emine, Tevfik'in avdetini duyunca, pattadak düştü, bayıldı. Ayılır ayılmaz, biricik çocuğunu o soytarıya vermektense eliyle boğmak için Rabia'nın gırtlağına atıldı. Bütün konak, Emine'yi zaptetmeye uğraşırken, Sabiha Hanım İmam'a haber yolladı. Mabeyn kapısında İmam'la müzakereden sonra, aldıkları karar şu oldu:

Şeriat, zaten bu yaşta çocuğa, anasına veyahut babasına gitmek için hakk-ı hıyai vermişti. İşi mahkemeye düşürmektense Selim Paşa'yı hakem yapıp işi dostane halletmek daha münasip değil miydi?

İmam, derhal kabul etti. Esasen Tevfik'in Dâhiliye Nazırı Zâti Bey'den himaye görmesi siyasî rakibi olan Selim Paşa'nın gözüne girmek, kendisine acındırmak, mümkün olursa bu rekabeti hafifçe körükleyip Paşa'dan bir külâh kapmak... Bu, İmam'a, en muvafık bir şekil gibi göründü. Hem davanın hallinekadar Rabia'yı Hanımefendi'nin konakta alıkoyması, işin en muvafık tarafıydı.

Cuma selâmlığından sonra karısı ile uzun bir müzakereden sonra Paşa, selâmlığa çıktı ve evvelâ İmam'ı kabul etti. O gün Hacı İlhami Efendi, gözleri yaşlı, boynu bükük bir ihtiyar manzarası veriyordu. Dedi ki:

— Paşamızın vereceği kararı, şeriat hükmü gibi kabule âmâdeyim. Çocuğun babasını isteyeceğinden korkuyorum. Asıl yandığım şey, bu kadar emek ve zahmetten sonra kepaze herifin masum kızı, Zâti Bey gibi sarhoş ve bîedep bir adamın evine götürmesi olacak.

Paşa'nın gür kaşları birbirine karıştı:

— Rabia'yı Zâti Bey'in konağına götürmemesini Tevfik'e söylerim. Götürürse, kız, bir daha bizim konağa ayak basamaz.

İmam, ellerini oğdu, sesini alçalttı:

— Şurasını da arz edeyim ki mahalleli, Tevfik'in nereden para bulup dükkân açtığına hayrette... Herkes, Zâti Bey'e hafiyeyazılmış diyor. Sinekli Bakkal'da bizim gibi fukaralara hafiyelik edecek değil ya...

Paşa güldü. İmam'ın manevrasını derhal anlamıştı.

— Politikayı büyüklere bırak, İmam Efendi. Kendi işine bak.

İmam, kendince ince bulduğu siyasette bu defalık ısrar etmedi. Asıl maksadını, endişesini, Paşa'yı müteessir eden bir çıplaklıkla açtı:

— Çocuk babasına giderse, hafızlıktan kazancı da elden gidecek. Biz o kadar para, emek sarf ettik. Hem çocuğun getirdiği varidat kesilirse yarı aç, yarı tok kalacağız. Malûm ya, dünyada Allah korkusu kalmadı. Benim gibi fukara bir imamla, mahalleli, her ilmühaber için bezirgân gibi pazarlık ediyor.

Kâhya Efendi, bu aralık, Rabia'yı, sonra Tevfik'i odaya aldı.

Paşa, evvelâ çocuğa dedi ki:

— Kızım, işte baban, işte büyükbaban, hangisinin yanında oturmak istersin?

— Babamın yanında, Efendim.

— Büyükbaban sana emek verdi, bunca yıl seni himaye etti.Babanın yanında bir kadın da yok. Sen şimdilik büyükbabanın yanında kal, babanı istediğin zaman gider, görürsün.

Rabia birdenbire Tevfik'in elini yakaladı:

— Babamın benden başka kimsesi yok, Efendim.

— Kızına bakmaya iktidarın var mı, Tevfik? Rabia atıldı:

— Dükkân açıyoruz, Paşa Efendi, herkes bizden alışveriş edecek, siz de edersiniz, değil mi?

Kızın gözlerinden damla damla yaşlar akıyordu.

İmam, partiyi kaybediyordu. Yutkundu:

— Kızın kazancına göz dikti de, aklını çeldi, bunca senedir evlâdını bir kere aradı sordu mu?

Tevfik ilk defa ağzını açtı:

— Rabia'nın kazançları gene İmam'a verilsin, Efendim! Ben kızıma bakarım.

Bu teklif şayan-ı kabul görüldü. Paşa, Rabia'yı haremeyolladı, İmam'ı savdı, fakat Tevfik'i alıkoydu.

— Kızının tahsili ile ben hayli meşgul oldum, Tevfik... Devamına müsaade edecek misin?

— Emredersiniz Paşam.

— O halde benim de bir şartım var. Kızını Zâti Bey'in konağına götürmeyeceksin.

— Allah esirgesin.

Demek, Zâti Bey'in ahlakının düşüklüğü, Tevfik gibi bir serseriye bile çirkin geliyordu. Paşa öksürdü:

— Doğru söyle Tevfik. Zâti Bey, sana, mahallede bir vazifeverdi mi?

— Nasıl vazife efendim?

Tevfik'in yüzündeki hayret samimiydi.

10

Üçlerin dükkân hayatı, ertesi olmayan bir bayrama benziyordu. Onlara göre, kırık kaldırımlı, pis kokulu, karanlık Sinekli Bakkal, yalnız neşe ile gümbür gümbür atan canlı bir kâinatın ruhu, merkezi oluvermişti. Onlar hayatla kedi yavrularının ipek yumaklarla oynadıkları gibi oynuyorlar, ipeklerin bir gün ellerine, ayaklarına dolaşabileceğini akıllarına hiç getirmiyorlardı.

"İstanbul Bakkaliyesi" gene o semtin en işlek alışveriş yeri olmuş, müşterilerin sayısı, Emine'nin zamanındakini çoktan aşmıştı.

Üçlerin reisi Rabia, dimağı ve nazımı da Cüce Rakım'dı. Ramazana bir hafta kala dükkânın teklifsiz ve daimî bir misafiri hâsıl oldu ki o da cümbüşe, neşeye çok ilave ediyordu. Bu, Gelibolu'dan dönen Çengi Penbe idi. Sabiha Hanım'ı eğlendirmek bahanesiyle konağa postu sermiş, her gün bir defa Sinekli Bakkal'a yollanıyor, köşede kadınlarla şakalaşıyor, çocuklarla dil dalaşı ettikten sonra dükkâna dalıyordu.

Rakım mal almaya, Rabia konağa gitmişti. Gün cumartesi, vakit ikindiydi. Tevfik dükkânda yalnız otururken uzun boylu bir Mevlevî dedesi başını eğdi, dükkâna girdi.

— Rabia Hanım'ın babası Tevfik Efendi'nin dükkânı burası mı?

— Ben, Tevfik bendeniz...

— Ben, Rabia Hanım'ın mûsikî hocasıyım. Sizinle konuşmak istiyorum.

— Siz, siz Vehbi Dede'siniz galiba.

Mevlevî güldü:

— Söylemek istediğim şey şu: Ramazanlarda ben ders vermem. Konağa pek de gitmem. Rabia Hanım için bir istisna yapmak istiyorum. Çünkü ben otuz senedir bu kadar istidatlı bir talebeye tesadüf etmedim. Burada müsait yer varsa perşembe akşamları gelip ders vereceğim.

Bu, Rabia'nın mûsikî derslerinin konaktan Tevfik'in evine nakli demek, bu, Dede'nin Rabia'ya ücretsiz ders vermesi demek... Tevfik'in iftihardan göğsü kabardı, gözleri yaşardı:

— Bizim için ne lütuf! Bahçemizde dinlenip bir kahve içmez misiniz?

— Başka bir gün gelirim, işinizden alıkoymayayım.

— Hayır Efendim, bu saatlerde alışveriş olmaz.

Tevfik dükkânın arka kapısını açtı, Dede'yi toplu ve temiz bir mutfaktan geçirerek bahçeye çıkardı. Cevizin altındaki hasıra oturttu, önüne tütün kesesi bıraktıktan sonra kahve pişirmeye gitti.

Bahçe, Tevfik'in biricik severek, özenerek çalıştığı yerdi. Cevizin ötesinde sık sık incir, badem, elma, ayva ağaçları var. Duvarın öteki dibinde patlıcan, domates, soğan, salata tarlası... Dede yüzünü eve çevirdi. Mutfağın ve çardağın üstündeki asma yapraklarına bürünmüş pencere batı güneşiyle kana boyanmış gibi. Çardağın yanlarına, mutfağın kapısına sarılan hanımelleri ve yasemin akşamın ağır havasında bayıltıcı bir koku neşrediyorlar. Etrafta soldaki akasyaların dallarında öten güvercinlerden başka ses yok. Tam bir İstanbul bahçesi. Dede kendini, kendi bahçesinde farz edebilirdi.

Tevfik'in getirdiği kahveyi yavaş yavaş içerken, evin sahibini de tetkik ediyor, onu pek kendisine yakın buluyordu. Mütemadiyen söyleyen bu çocuk yüzlü adam, Allah'ın serseri çocuklarından biriydi. Dede, onların türlü türlülerini görmüştü. Onlar sergüzeştle dolu fırtınalı hayatlarını yaşarken ekseri dünyanın zevkini de, cefasını da bir tekkenin eşiğinde bırakıp erenler sürüsüne giren eski âşinâlarıydı. Vehbi Dede, dükkândan ayrılırken, Tevfik'e, tarikatın müstakbel "can"ıgibi bakıyordu.

İki hafta sonra, bir öğle vakti Rakım dükkânda yalnızken Vehbi Dede'den çok başka bir yabancı daha geldi. Cüce, Sinekli Bakkal'da böyle bir adam tanımadığı için gözlerini açtı, yabancıyı süzdü. Siyah harmanili, üç köşeli kocaman şapkalı, kısa boylu, çevik tavırlı bir ecnebi idi.

Sinekli Bakkal civarı Hıristiyanları şapka giymedikleri için Rakım, bunu bambaşka, Beyoğlulu bir müşteri, belki de bir seyyaholarak teşhis etti:

— Ne istiyorsunuz, Sinyor?

Sıkılganlık nedir bilmeyen Peregrini buraya epeyce sıkılarak girmişti. Gerçi Katolik dünyasının aforoz ettiği bu sabıkrahip, on beş senedir ömrünü Müslümanlar arasında geçiriyordu. Fakat onun Türk ve Müslüman dostları hep alafranga ve zengin bir âlemde yaşarlardı. Hattâ Saray'a bile muntazaman giren bu adama şimdiye kadar fakir ve orta halli Müslümanların evi kapalı bir kale gibi gelmişti. Fakat pek başka içtimaî bir sınıftan gelen bu sanatkâr, çekinerek girdiği bu yeni küçük dükkânla şiddetle alâkadar olmaya başladı. Oraya renkli malları, Ramazan'a mahsus bir itinâ ile yerleştiren gözde, en eski medeniyetli bir şehir evlâdının zevki vardı. Gözleri bir lastik top gibi sıçrayarak dolaşan cüce ile tavana asılan yeşil kırmızı şeritli güllaç tekerlekleri arasında dolaşırken Rakım sordu, gene sordu:

— Ne istiyorsunuz, Sinyor?

Parmağıyla güllaçları gösterdi:

— Bundan almak istiyorum, bir tane kırmızı, bir tane de yeşil şeritlisinden ...

Oraya hiç de bir şey almak maksadıyla gelmemişti.

Fakat lâkırdıya zemin bulmak için bu fenâ bir vesile değildi.

Rakım güllaçları sararken birdenbire kaşları çatıldı.

Herifin kıyafetiyle güllaç arasında bir münasebet yoktu. Sonra kıyafetiyle söylediği Türkçe arasında da bir münasebet yoktu. O halde?

Yoksa herif bir hafiye miydi? Bazân tebdil-i kıyafet de gezdikleri söyleniyordu.

Sesindeki emniyetsizlik pek aşikâr, sert sert sordu:

— Sen bunu pişirmesini bilir misin?

— Hayır. Bizim aşçı Rum'dur. Belki o da bilmez, fakat bu beyaz yuvarlakları hep almak istiyorum. Sen, bana nasıl piştiğini tarif eder misin?

Peregrini'nin cebinden not defteri çıktı. Yazarken anlatmaya başladı:

— Ben Selim Paşa'nın oğlunun piyano hocasıyım.

— Ya...

Rakım nefes aldı.

— Vehbi Dede benim dostumdur. Rabia Hanım'ı da Hilmi Bey'in odasında dinledim. İki perşembedir gelmiyorlar. Rabia Hanım'ın babası gelmiş dediler. Artistmiş, siz de artiste benziyorsunuz, onun babası mısınız?

— Artist ne demektir bilmiyorum ama babası değilim. Ben onun amcasıyım.

Durdu.

Kıyafetinin acayipliğine rağmen bu kadar güzel Türkçe söyleyen bu herife ısınmıştı. Sesi biraz acı, biraz alaylı ilave etti:

— Arada biraz da Rabia'nın maymunu oluveriyorum. Kız yaman şey. Vehbi Dede, ramazanlarda ders vermezken sade onun için perşembe akşamları buraya geliyor.

Peregrini küçük iskemleyi çekti, oturdu.

— Rabia Hanım camilerde mukabele okuyormuş, acaba hangilerinde?

— Bugün Ayasofya'da, cumartesi günleri Fatih'te, perşembe günleri Valide Camii'nde, başka günler Sinekli Bakkal Mescidi'nde. Avuç avuç para kazanıyor. Fakat paralar hep İmam'a gider. Paşa öyle söyledi. Biz burada bakkallık ediyoruz, bu Ramazan Karagöz oynatıyoruz. Şükür geçiniyoruz.

Biraz durdu, sonra gözleri parlayarak:

— Tevfik gibi hayalciyi dünyanın bir tarafında bulamazsın, Sinyor. Akşamları gelmek istersen, ben seni bedava sokarım.

— Hemen yarın akşam gelirim, dostum.

Bunu tehalükle söylemişti. Şimdi oturduğu yerde gözleri sokağa dalmış, kapının önünü kara bulut gibi almış mütemadiyen vızıldayan kara sinekleri dinliyordu. Karşıki evler kara çatıları altında uyuyor gibi, bu saati mutlak oruçlu mahalleli yataklarında geçiriyor olacak, çünkü sokaktan bir kul geçmiyor.

Peregrini'nin içini kapalı ve gizli bir kıta keşfetmişlerin sevinci bürümüştü. Sevimli, husûsî, teklifsiz ve insanî bir kıta! Bu dünyayı en evvel Rabia'nın Kuran okuyuşundan sezmişti. O dakika bu dükkânın ve sokağın haricindeki her şey sun'idir,yabancıdır. Ona öyle geldi ki bu dar sokak sakinleri için dünyada bir tek maddî kıymet yoktur, onlar yalnız kalbe ve ma'nevî servetlere, güzelliklere kıymet verirler!

Bu kararını verir vermez içinde Rabia'yı Ayasofya' nın tarihî dekorları içinde dinlemek arzusu uyandı. Dudaklarından yüzünün her çizgisine sirayet eden garip bir tebessümle:

— Gelecek hafta Rabia Hanım Ayasofya'da okurken beni götürür müsünüz?

Rakım'ın gözleri zihninde küfrün en husûsî alemi olan üç köşeli şapkaya kaydı.

— Cemaat ibadet ederken ecnebi ziyaretçilere alışık değildir.

Rakım'ın gözlerinin istikametini takip eden Peregrini başından şapkasını çıkardı yere attı.

— Ben şapkasız giderim. Evde bir fesim var. Hem bir daha bu mahalleye şapkalı gelmeyeceğim. Ben dinî hislere çok hürmet ederim... Ben, ben vaktiyle bir nevi derviştim.

— Yoksa vaktiyle Müslüman'dın da sonradan gâvur mu oldun? Tevekkeli bizim dilimizi böyle konuşmuyorsun.

Peregrini Rakım'ın sade, iptidaî âdetâ bir panayır oyuncusu olduğunu unutmuştu. Onunla hiç anlayamayacağı âdetâ felsefî münakaşalara girivermeyi tabiî bulmuştu.

— Hayır, Müslüman değilim. Hani manastırlara kapanan papazlar yok mu, onlardanım. Fakat şimdi daha ziyade Müslümanım. On beş yıldır aranızda yaşıyorum. Dil, din, millet bunlar insanların ruh ikliminden başka bir şey değil. Garbın ruh iklimi bana çok soğuk geldi, şark ikliminde sükûn ve şifa arıyorum...

Peregrini sustu. Rakım kendi kendine "Herif neler karıştırıyor?" diyordu. Fakat söylemeye tekrar başlayınca o da gözlerini açtı, dinledi.

— Hiçbir dine mensup değilim. Fakat eğer bir din edinmek istersem mutlak Müslüman olurdum. İslam'ın yarattığı cemaatteki ferdi kendime daha yakın buluyorum. Manastırdan kaçalı, Papa'nın aforozuna uğrayalı on beş yıl oluyor...

— Kaçtın ha? Vay ana...

— Şimdi ben bir şeye inanmam. Fakat, din bir illet gibi insanın kanına bir defa girerse bir daha çıkmıyor. Dindar adamları çok severim, din lâkırdısı etmeye bayılırım. Camiler, kiliseler, bütün dua edilen yerlerin etrafında dolaşırım. Sen de dindar mısın, dostum?

— Elhamdülillah Müslüman'ım. Fakat din lâkırdısını hiç sevmem. Kiliselerden ürkerim, camide içim sıkılır. Vaaz dinlersem uyurum. Sofu adamlardan umacı gibi korkarım. Hiç namaz kılmadım. Rabia'nın babası da öyle...

— Ramazan'da da kılmaz mısın?

— Hayır, yalnız kızın hatırı için yalancıktan ikimiz de oruç tutuyoruz.

— Mesela nasıl?

Rakım güldü; bu manastır kaçkını eski gâvura içini dökmekten lezzet alıyordu.

— Gece Rabia ile beraber sahur yiyoruz, niyet ediyoruz. Ertesi gün o camiye gidinceye kadar bir şey yemiyoruz. Yiyecek aramıyoruz ama bu kâfir tütün yok mu? Neyse o camiye gider gitmez tabakalar açılıyor, sigaralar tellendiriliyor. Dükkânda öteden beriden çimleniyoruz. Akşam Rabia ile beraber gene oruç bozuyor, iftar ediyoruz.

— Tuhaf, tuhaf...

— Bazân kız şüphelenir. Oruçlu erkekler bizde tiryaki, aksi olur, biz hep neşeliyiz. Neyse ben arife günü Rabia'nın hatırı için sahiden oruç tutacağım.

— Niçin kendi ruhunun selâmeti için değil, dedi.

Cüce sırıttı. Acı, mütekallis bir sırıtış.

— Çocuklar oruç tutar mı? Maymunlar hele hiç tutmaz. Allah beni maymunla çocuk arasında bir mahlûk diye yarattı. Benden ne namaz ne niyaz ne oruç...

Bu ziyaretten sonra Vehbi Dede'nin geldiği perşembe akşamları Peregrini de geliyordu. Pek tabiî olarak üstâdı, Hilmi ve iki daimî arkadaşı da takip ediyorlardı. Dükkânın üstündeki fakir odada on sekizinci asır cereyanlarını andıran münakaşalar olmaya başladı.

Rabia'nın ruhunda yeni hayatının ne tesir yaptığını anlamak için yüzünü çok yakından ve çok derin tetkik etmek lâzımdı. Fakat bu zahmete değer bir tetkik olurdu. Çünkü eski ve yeni hayatı üst üste konulan fakat tamamen birbirini bozamayan iki medeniyet tabakası gibi görünüyordu.

Yaşamak arzuları, içinde bir barut mahzeni gibi sıkışıp kalan çocuğun yüzündeki ifade tamamen silinmemişti. O, üçlerin reisi, evin kadını sıfatıyla vazifesini yaparken, bunlardan zevk almasına rağmen, bunları biraz da oyun gibi telakki etmesine rağmen gene tavrı sakin ve ciddiydi.

Eski Rabia'nın yüzü: Ağzının iki tarafında iki derin çizgi, kaşlarının arasında derin bir hat, ince yüzünü kaplayan gamlı bir durgunluk. Bu çizgiler tamamen silinmeden, simanın mânâsı değişmeden yeni hayat, izlerini bu eski şahsiyetin üzerine resmetmeye başladı. Ve yeni yüzü şu idi: Göz kuyruklarında sık gülmekten hâsıl olan kırışıklar, gözlerin içinde mütemadiyen yanan mes'ut ışıklar, gülerken burnunun üstünde beliren sevimli buruşukluk. Kendini yeni hayatın âzâdeliğine terk ettiği zaman eski yüzünün alâmetleri zayıflar, gözlerinin ağır ifadesi, dudak kenarlarındaki, kaşların ortasındaki çizgiler düzelir. Fakat geçmiş günlere hatırası döner dönmez her eski alâmet olanca vuzuhu ile tekrar meydana çıkar. Güya yeni hayatının şen maskesi şeffaf bir ipek peçe gibi eski hayatın gamlı simasının üstüne örtülüvermişti. İşte bu zıt şeylerin o genç yüzde imtizacı bunun bütün muammalığını, bütün büyü gibi tesir eden başkalığını teşkil ediyordu.

Rabia'yı en çok tahlil eden, yüzünün günden güne aldığı mânâyı gözden kaçırmayan evvelâ Peregrini oldu. Zıt tesirlerin bu küçük yüzde çarpışmasını insan, boğa güreşini seyreden bir İspanyol ihtirasıyla takip ediyordu. Kızın tabiatında riyazete temayül vardı, ma'nevî bir perhizkârlık vardı, süratle düşünüp salim kararlar almak kâbiliyeti vardı. Bunlar hep ilk senelerin çetin mücadelesi, sıkı terbiyesi ve İmam'la Emine'den gelen irsî tesirlerin muhassalasının eseriydi. O kadar nefret ettiği anasından ona hayli kuvvetli şeyler geçmişti. Kalbinin bir tarafında kendine ıstırap verenleri hiç affedemeyen bir kuruluk vardı, kindardı.

Rabia'nın güneşli, neşeli tarafları, sanat istidadı Tevfik'den geliyordu. On bir yıldan fazla gece gündüz din, ahret diye her şeyin fevkinde iki mefhum öğretmeye çalışmışlardı. Fakat o, fikirlerinden ziyade insanlara, yaşayan şeylere bağlı, sevdiği vakit ölüme kadar sever, en küçük şefkat tecellisiyle kalbi atar bir kadın olacaktı.

Bu karışık canlı muammanın her unsurunu laboratuvarda çalışan bir âlim tecessüsü ile arayan Peregrini onunla fırsat düştükçe konuşur, sualler sorar, küçük gözleri kızın yüzünü delip dimağına batmak istiyormuş gibi Rabia'nın gözlerine bakardı. Fakat onu en çok hayran eden kızın mûsikîye olan istidadıydı. Kulakları her sadâyı tam muhafaza ediyor, emsalsiz sesi her sadâyı tam veriyor ve zevki herhangi üstâdı tatmin edecek kadar dürüst ve salim. Bunun için Peregrini her yeni kompozisyonunu evvelâ ona çalar, onun fikrini ciddiyetle sorar, dinlerdi.

Vehbi Dede de Rabia ile meşguldü. Fakat alakasını Peregrini gibi göstermiyordu. O, Peregrini gibi kızı tahlile uğraşmıyor, Rabia'nın meyillerini fıtratının icabı diye olduğu gibi kabul ediyordu. Dede, tecrübe neticesiyle her insanın binbir zıt şeyden yoğrulmuş bir halita olduğunu biliyordu. Coşkun ve sıcak kalbi bu kızın çok şükür ki taşkınlıklarını tadil edecek,ihtiraslarına baskı olacak dürüst bir muhakemesi,perhizkâr temayülleri de vardı. Dede, onu kendine bir nevi ruhanî evlât, fikirlerini, felsefesini sadeleştirip halka yayacak müstakbel mürit telâkki etmeye başlamıştı. Onun için Rabia'yı düşünürken kendi kendine "Kalbinin şevki ve sevgisi sönmemeli fakat riyazete, sade hayatta kabiliyeti de muhafaza edilmeli," derdi.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top