5

8

Rabia'nın Vehbi Dede ile mûsikî dersleri, Arabî ve Farisî derslerinden hayli sonra başladı. Şükriye Hanım ona, "Hoca'nın elini öp", Vehbi Dede'ye, "Yeni şakirdiniz, efendim" diyerek çekilip gidince kız odanın ortasında kakıldı kaldı. Rabia'nın yanakları ateş gibi yanıyor, kendi kendine, "Acaba elleri nerede?" diye soruyor, fakat ilerlemeye cesaret edemiyordu.

Dede'nin elini nerede bulup öpecekti? Herhalde onlar adamın boynundan yere kadar uzanan deve tüyü renginde harmanininiçinde bir yerde olacaktı. Niçin öteki büyükler gibi o da elini kendiliğinden uzatmıyordu? Gözlerini yavaş yavaş yeni hocasına kaldırdı. Dede'nin harmaninin içindeki uzun boyu biraz öne, Mevlevî külâhının altındaki baş sol tarafa eğik, tavrında bir şey bekleyen adam hali vardı.

Çocuğun gözleri nihayet Dede'nin gözlerini bulunca, iki zayıf el harmaniden çıktı, göğsünün üstünde çaprazvari kavuştu ve Rabia'yı büyük bir insanmış gibi Mevlevî selâmı ile selâmladı.

Rabia, Dede'nin tavrındaki zarafete, yüzündeki bambaşka ifadeye tecessüsle, yeni bir şey görmüş gibi bakıyordu. Vehbi Dede'nin gözleri koyu ve bir çocuk gibi emniyetle etrafına bakıyor, yüzü bir müsellesi hatırlatıyor, alnı geniş, çenesi sivri. Burnu ince ve muntazamdı, dudakları biraz müstehzî, kızıl kumral sakalı biraz köse, yanaklarda yok gibi, çeneye doğru gürleşiyor.

Dede, bir yer minderi gösterdi ve, "Otur, kızım," dedi. Sonra eğildi, çocuğun ellerini dizlerinin üstüne koydu, parmaklarını açtı. Bu hareketle Rabia'nın sımsıkı duran vücudu gevşedi, içine de biraz sükûn geldi, çarpıntısı, korkusu geçti. Kendisi harmanisini minderin üstüne attıktan sonra çocuğun karşısına bir minder çekti, oturdu. Yün şalvarı aşınmış, mintanının dirsekleri yamalı, kolsuz yeleğinin üstünün havı gitmişti. Fakat bu zâhirî fukaralığa rağmen, giyinişinde bambaşka bir husûsiyyet vardı. Hemen o dakika ders başladı.

"Düm, tek tek, düm tek..." hem söylüyor, hem çocuğun ellerini dizlerine vuruyordu. Bu en basit usule çocuk alışınca, sedirin üstünden neyini aldı, kolay bir hava üflemeye başladı.

Rabia'nın ilk mûsikî dersi böyle geçti. Günden güne Vehbi Dede'nin öğrettiği, Kuran okumaktan çok daha başka olan bu mûsikînin derunî darabanına alışıyor ve benimsiyordu. Ve en karışık usulleri dizinde vurmayı öğrendikten sonra hocası eline bir tef verdi. Parmaklarının gergin deri üstünde dolaşarak, vurarak çıkardığı seslerin, zillerin şıkırtısıyla imtizacı pek hoşuna gidiyordu.

Emine "Çingene sazı" diye tahkir ettiği tefi, kızının çaldığını duyunca hiddetinden babasına saldırdı.

— Bu konak bakalım kıza daha ne yüzsüzlükler öğretecek... Para yüzünden torununu Çingene çalgıcısı yapacaksın.

İmam sakalını karıştırdı:

— Sana kim tef çaldırıyor, Rabia?

— Vehbi Dede.

İmam nefes aldı ve Emine'ye sert sert bakarak:

— Anlamadığın işe burnunu ne sokarsın, be kadın? Vehbi Efendi evliya gibi bir adamdır, Mevlevîler, tefi, dünya zevkine âletiçin çalmazlar, diye başlayarak uzun izahata girişti.

İmam'ın, tef meselesinde Rabia'nın tarafını tutması, çocuğu mûsikî derslerinde serbest bıraktı. Ve çocuk teften sonra ud, kanun, hemen alaturka sazların hepsini, Vehbi Dede'yi hayran bırakan bir sür'atle, kabiliyetle öğrendi. Bir zaman sonra telli sazları, hocası kadar maharetle çalmıyorsa bile, pek kendisine mahsus bir ateşle, heyecanla çalıyordu.

Şimdi, artık, güya Kuran okumak için kaldığı Sabiha Hanım'ın odasında, akşamları hep şarkı söylüyordu. Uzun günün çalışmasından bitap, ihtiyar kadının odasına gelir, arkasını sedire dayar, ayaklarını uzatır, elinde tefi, tatlı sesi, şarkıdan şarkıya atlardı. Ekseri akşamları Selim Paşa da gelir, nargilesini getirtir, onu dinler ve dinledikçe yüzünün sertliği, huşûnetigider, gözleri uzaklara dalar kendi kendine gülümserdi.

Rabia'nın Vehbi Dede ile devam eden mûsikî derslerinin tesirini konakta en çok alaka ile takip eden Hilmi olmuştu. Zaman zaman o güzel sesin "ten ten terani"lere fedâ edilişine, saçlarını yolacak kadar sızlanırdı. Fakat kız, şarkı söylerken ister istemez o da anasının odasına sürükleniyor ve o güzel sesin Peregrini gibi Garb mûsikîsinin üstâdı olan bir hoca elinde ne emsalsizşekil alacağını tahayyüle çalışıyordu.

Peregrini her perşembe akşamı –o akşamları Paşa geceyarısına kadar dairede geçirdiği için– konağa gelir, Hilmi'nin odasında toplanılır, konuşulur ve konser verilirdi. Hilmi, ancak Rabia derse başladıktan sekiz ay sonra kızı Peregrini'ye dinletmeye karar verdi ve anasının muvafakatini aldıktan sonra, bir perşembe akşamı, Rabia'yı, Şükriye Hanım, Hilmi'nin odasına çıkardı.

Rabia yukarıya çıkarken ayakları geri geri gidiyordu.

Peregrini'den biraz korkuyordu. Selim Paşa ile oğlu arasında sesin terbiyesi için geçen münakaşayı derin bir dikkatle takip etmişti, pek sevdiği Vehbi Dede'nin elinden Peregrini'ye geçmeyi hiç istemiyordu. Odaya ayaklarının ucuna basarak girdi.

Piyanonun önünde dört kişi toplanmıştı. İskemlede Hilmi oturuyor, bir tarafında ayakta uzun boylu, keskin yüzlü esmer genç bir adam, öbür tarafında sarışın silik yüzlü daha genç bir adam, arkasında Hilmi'nin omuzlarına ellerini dayamış koca boylu bir adam. Bunlar piyanonun yanında olmalarına rağmen mûsikîden bambaşka bir şeyler konuşuyorlardı. Bilhassa esmer adam –nafıa mühendislerinden Şevki Bey– elleriyle işaretler yaparak Mazzini, Namık Kemal isimlerini mütemadiyen tekrar ediyordu.

Çocuğun yumuşak halıda kaybolan ayak seslerini evvelâ Peregrini'nin hassas kulakları sezdi ve birdenbire döndü. Ufak tefek bir adamdı. Kuru yüzünü birdenbire bir örümcek ağı gibi geçmiş çizgiler kaplamış, gözleri çukur, kaşları kalın, sakalı sivri, siyah boyunbağı bir sanatkâr ihmaliyle göğsünün yarısını kaplamış, belki otuz, belki kırk yaşında.

— Bu bizim çocuk artist olacak, dedi ve elini Rabia'ya uzattı.

Kız –belki her uzatılan eli öpmeye alışık olmasından, belki el sıkmak âdetini bilmemesinden, belki de Peregrini'nin pürüzsüz Türkçesinden onu Müslüman sanmasından– sanatkârın elini öptü, başına koydu.

Üç genç elleriyle ağızlarını örterek pufladılar. Fakat Peregrini memnun görünüyordu. Çocuk onun zihninde ders verdiği alafranga, zengin kız çocuklarıyla derhal bir mukayeseuyandırmıştı. Onların hepsi Avrupa çocuklarının saman kâğıdı kopyası gibi idiler; halbuki bu kız arkasındaki üç sıkı kumral örgüsüyle, açık yüzüyle nohudî yemenisiyle İstanbul şehrinin medeniyetinin, harsının asırlar süren tekâmülünün vücuda getirdiği yerli bir örnek!

Yeşil mevceli bal rengi gözleri ciddi ve vakur, biraz büyücek penbe dudaklı ağzında sükûn ve kudret var. Piyano hocasının gözleri küçüldü, dudaklarında doğan gülümseme yüzünün bütün çizgilerini derinleştirdi. Rabia da gayri ihtiyari gülümsedi. Ötekiler çocuğun üstâda söyleyeceği şarkıyı münakaşa ediyorlardı. Hilmi bir parmağıyla piyanoda "Gönül senden kimlere etsem şikâyet" şarkısını başladı.

— Bunu söyletelim, güzel söylüyor, dedi. Üstâd başını salladı.

— Matmazel camilerde okuyan hafızlardan değil mi? Bırakın kendi kitabından, kendi üslubuyla bir parça okusun.

Üstâdın bu fikrini gençler orijinal buldular ve derhal bir mizansen yapmaya koyuldular. Sarışın genç –Şûrayı Devlet âzâsından Osman Bey'in oğlu Galip– bir rahle buldu getirdi. Şevki üstüne iki mum yaktı. Hilmi karısının odasından beyaz dantel bir baş örtüsü kaptı getirdi. Rabia'nın başına örttü. Hafız kızın beyaz çerçevesi içinde dar yüzü ile mumun titrek, beyaz alevleri arasında görününce havadaki dram kokusuna kapılan Peregrini piyanonun üstündeki lâmbayı kıstı. Birdenbire gölgelere dalan ve loşlukta hatları birbirine karışan eşya arasında Rabia'nın yüzü bir Meryem Ana tasviri gibi göründü. O vakit üstâd ellerini ovuşturarak:

— Beatris, Dante'ye ilk defa böyle görünmüş olacak, diyordu.

Üç gencin gözleri çocuğun sesinin üstâda yapacağı tesiri kaçırmamak için Peregrini'nin yüzüne dikildi. Fakat Peregrini'nin gözleri kız hafıza daldı, kaldı.

Belki bir uzun dakika kızın vücudu donmuş gibi hareketsiz bekledi. Sonra içine gizli bir hayat suyu akıyormuş gibi evvelâ başı ve omuzları belli belirsiz, sonra bütün ince vücudu dalgalanmaya, dudaklarından yarım ve çeyrek seslerden yaratılan ağır ve garip bir ahenk akmaya başladı. Besmele ile başlarken bu hareket ve ses hafif ve pes fakat gittikçe kuvvetlendi, hummalı bir damar gibi atışı kudretlendi ve en nihayet "Sadakallâhülâzîm"de yavaşladı ve birdenbire kesildi.

Şimdi küçük hafız donmuş gibi, okurken vücudunu kavrayan kudret akmış, tükenmiş gibi cansız duruyordu.

Üç çift göz, kendilerine pek alelâde gelen bu manzaranın Peregrini'ye tesirine biraz şaştı. Onu bir filozof, her filozof gibi dinsiz herhalde dinsizliği bir softa taassubu kadar kuvvetli sanırlardı. O, şimdi başı önünde, yüzü huşû içinde, günahlarına tövbe eden bir rahibe benzemişti.

Başını kaldırdığı vakit, tavrındaki acele ve mübalağadan eser yoktu. Müteheyyiç bir sesle çocuğa:

— Okuduğunun mânâsını bana söyler misin, dedi.

Rabia omuzlarını silkti. Henüz bunu anlayacak kadar Arabî derslerinde ileri gitmemişti.

Hilmi gene koştu. Paşa'nın kütüphanesinden, yaprakları sararmış bir tefsir kitabı getirdi.

Rabia'nın okumuş olduğu ayetlerin Türkçesini söylerken, piyanist onları, cebinden defterini çıkarmış kaydediyordu:

— "Rab, meleklere, 'Biz dünyaya hâkim olacak birini (Âdem) göndereceğiz,' dediği zaman onlar, 'Biz senin kudsiyetiniilâ, sana hamdüsena ile meşgulken sen oraya fitne ika edecek, kan dökecek bir kimse mi gönderiyorsun?' dediler."

Piyanist defterini cebine koydu.

— Beni Allahımdan, ruhbaniyetten ve manastırdan ayıran işte meleklerin bu mantığı, bu itirazı olmuştur, dedi.

Hilmi ve arkadaşları sustular. Onu, yeni ve bambaşka bir cephesinden görüyorlardı. Onun felsefî ve tarihî malûmatından, Şark ilimlerindeki vukufundan ziyadeGarb'da fikir cereyanlarını dikkatle takip edişi, genç talebesinin zihninde kuvvetli tesirler yapmıştı. Fakat en ziyade onu dinsizliği için, yani kilisesini, tarikatını terk ettiği için severler. Türk diyarında her değişikliğe, her ileri atılışa dindarları mâni gördükleri için kendilerini dinden âzâde farz ediyorlardı. Bundan dolayı sabık Rahip Peregrini ile aralarında bir fikir dostluğu, kanaat birliği olduğuna inanmışlardı. Rabia'nın Kuran okumasıyla, sanatkârın gösterdiği hassasiyet onları biraz şaşırttı.

Hilmi sordu:

— Bu sesi terbiye etmek istemez misiniz, cher maître?

Rabia'nın gözleri isyanla tutuştu, fakat Peregrini kızı teskin eden bir samimiyetle dedi ki:

— Hayır, Sezar'ın malını Sezar'a, Allah'a ait olanı Allah'a vermek gerek... Ben Sezar'ın, ben Şeytan'ın zümresindenim.Çocuk Allah'ın, bırakın olduğu yerde kalsın.

Bir hafta sonra, gene bir perşembe akşamı Rabia Sabiha Hanım'ın emriyle Hilmi'nin odasına çıktı. Peregrini ile Vehbi Dede karşı karşıya konuşuyorlardı, bermutat, Dede sakin ve telaşsız, piyanist ateşli ve heyecanlı. Peregrini bir hafta evvel zümresinden olduğunu iddia ettiği Şeytan'dan bahsediyordu. Şeytan ve Allah, bunlar Rabia'nın beş yaşından beri muhitinde her gün işittiği bahisler. Yadırgamadı, oturdu, dinledi.

Peregrini diyordu ki:

— İnsanı ilk defa ilim ağacının yemişini yemeye sevk eden Şeytan değil mi? O olmasa, insan sadece yiyen, içen, iki ayak üstünde dolaşan bir mahlûktan ibaret kalırdı. Tecessüs her bilginin anahtarı, bu anahtarın ilk sahibi ve bize ilk bu anahtarı veren de Şeytan'dır.

Piyanist, ellerini sallayarak konuşuyor, sesini yükseltiyor, gözleri arayıcı birer ışık gibi Dede'nin yüzünde dolaşıyor. Halbuki Vehbi Dede onu, bir çocuk coşkunluğu seyreden olgun bir adamın sükûnetiyle, belki müsamahasıyla dinliyordu.

Piyanist devam etti:

— Hiç olmazsa Şeytan'ın cesaretini tasdik et, Dede Efendi. Fikir cesaretinin pîri odur. Halik'in gazabına ilk isyan eden, cennetin nimetlerinden, refahından atılmayı ilk göze alan hep odur. Yeryüzünde ilk ateşi, gökten çalıp getiren Promete'den tut da, bütün filozoflara, bütün büyük ihtilalcilere, hattâ benim gibi kilisesine isyan eden adî bir adamın bile pîri odur. Bak, Şeytan için ne güzel, bir parça besteledim.

Ellerini havaya kaldırdı ve piyanoya indirmeden evvel,

— Cennette namdar bir melek olmayı, fikir hürriyetinamına fedâ edenin şerefine, dedikten sonra bir çılgın gibi parmakları piyanonun üstünde dolaşmaya başladı.

Rabia'ya öyle geldi ki, çaldığı havada kâinatın bütün şeytanları, ifritleri başıboş, hürriyetle sarhoş bağırışıyorlar, çığrışıyorlar.

Sarışın Galip, ellerini çırptı:

— Bu memlekette halkı düşünmeye alıştırmak için Şeytan'a tapmayı öğretsek, nasıl olur, üstâd?

Şevki homurdandı. O, dâima Galip'in sözünü ağzına tıkardı:

— Sakın üstâdı taklit edeceğim diye, bizim halka Şeytan'dan bahsetmeye kalkma; seni Zuhurî koluna çıkmış zannederler.

— Monşer, sen de hep ne söylesem alay edersin. Bir de Vehbi Dede'ye soralım. O, öteki hacılara, hocalara benzemez. Ne dersin, Dede Efendi? Terakki için Şeytan'ın namını ilâ edelim mi?

Dede tatlı tatlı güldü:

— Bence Şeytan ve Allah diye kâinatta iki kuvvet yoktur. Hepsi, her şey bir tek hakikatin, bir tek kudretin görünüşü. Cüz ve ferdlerden en muazzam güneşlere kadar, insandan, göze görünmeyen böceklere kadar hep bir tek yaratıcı kudretin eseri. İyi kötü, güzel çirkin, Allah Şeytan; bunlar, icat edilen isimler. Hepsinin arkasında, kendi kendini halk etmiş olan ve mütemadiyen halk etmekte olan bir kudret var... O, o... Kâinat denilen perdeye, gölgelerini aksettirmek için yaratmak fiilindedevam eden Halik... Adı Allah, Rab, ne olursa olsun. Nurunun en parlak, en ezelî olduğu bir yer, sırrının makesi bir tek şey vardır: Aşk!

Mesnevî okur gibi bunları söyledikten sonra acemaşıranmakamında bir mısra terennüm etti:

— Aşk bes, bâkî heves!

Peregrini hâlâ aynı heyecanla bağırıyordu:

— Ya kinler, nefretler, boğuşmalar, didişmeler, vahşetler... Onları bir fenâlık Allahının eseri olarak kabul etmek lâzım değil mi?

— Hayır... Hepsi aynı nurun gölgesi, hepsi aynı ilâhî ressamın kullandığı başka başka boyalar...

— O halde sen, Dede, ayrı ve ferdî bir ruha inanmıyorsun.

Dede omuzlarını silkti:

— Kaynağına dönen damla, güneşe dönen ışık parçası ayrı mıdır, değil midir? Ben, sadece hepimizi içine alan muazzam bir vahdetin parçası olduğuna iman ettim. Bundan ötesini, perdenin bu tarafında kimse idrak edemez.

— O halde?

— O halde, bu kadarı yeter, ondan ötesi... Bütün varlık, yerler, hattâ gökleri dolduran güneş manzumeleriyle bile birer gölge, geçici birer gölge oyunu!

Peregrini'nin gözleri yumuşadı, Şevki'nin çatık kaşları birbirine girdi ve Vehbi Dede, Farisî bir kıt'ayı müterennim bir sesle Türkçe okudu:

— Meyhaneler sakini ol; iç, mihrabları yak, Kâbe'yi ateşe ver. Fakat ey insan, ben-i nev'ini incitme!

Vehbi Dede nihayet sabık rahibe dönerek alçak bir sesle iddiasını bitirdi:

— Varlığın "niçin ve neden"lerini ben de çok öğrenmek isterdim, sinyor. Fakat onu hiçbir vakit bir "kül" halinde bir tek şekilde göremedim. Bu muazzam temaşâ bir an durmuyor, dâima değişiyor, değişiyor... Gel Rabia, kızım. Yolcu yolunda gerek. Gitmeden biz de şarkımızı söyleyelim.

Rabia tefi, Dede neyi aldı. Kız hafız dünya kaygusunu, dünya hırsını, hırka ve abaya değişen, dedelerin en ulusu Galib Dede'nin bir şarkısını söyledi:

— Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenare düştü, diye başladı. Sonra Dede'nin bütün felsefesini hulasa eden son satırları, hepsinin içini karıştıran bir hüzünle bitirdi:

— Kimi terk-i nâm u şâne kimi itibare düştü.

Vehbi Dede ile Rabia odadan çıkınca Peregrini sordu:

— Bu mucize çocuk, kimin kızı?

Hilmi anlattı:

— Orta oyununda kadın rolü yapan bir serserinin. Bu memleket, kadınlarının karikatürlerini o kadar realist bir şekilde yapan bir artist daha görmedi.

— Öldü mü?

— Hayır, fakat kız babasını tanımaz. Doğduğu vakit babası sürgündeydi. Annemden başka bu soytarıyı hatırlayan da kalmadı ya!

Peregrini Hamlet'de Yorick'i hatırladı. Sağken öpülen, ölünce toprak dolan ağızlı Yorick.

— Niçin sürdüler, siyasetle alakası var mıydı?

— Nerede? Öyle şeylerden anlayacak adam değil. Taassup ve muhafazakârlara kurban gitti. Rolleri biraz içtimaîan'anemizi zehirliyor gibi görüldü. Nihayet bir ihtiyatsızlık etti... Çirkin bir ihtiyatsızlık. Bermutat babamın eliyle Gelibolu'ya sürüldü.

Hilmi'nin babasından bahsederken sesinde hâsıl olan acılık belki bu defa daha derindi. Biraz sustu, sonra devam etti:

— Çocuk büyükbabasının yanında oturur. Beş vakit namazında, sabık damadına beddua eden, şeytan, cehennem, zebaniden başka lâf konuşmasını bilmeyen bir mahalle imamı. Sakın onu da görmeye kalkma, üstâd. O, Vehbi Efendi'den çok başka şekilde dindar. Sana, hattâ bizlere bile kâfir der ve davet etsek de gelmez.

— Herhalde Vehbi Dede'yi gelecek hafta gene davet et, Hilmi Bey, çok cazip adam. Çaldığı hava şimdiye kadar zaptettiğimŞark melodilerinin en güzeli.

Şevki:

— Tehlikeli unsur, diye mırıldandı.

— Niçin Şevki Bey?

— Bence İmam, bizim memleketimiz için Dede'den daha az zararlıdır. Dervişin felsefesindeki uyuşturucu, uyutucu zehir İmam'ın cennet, cehennem masallarından daha çok tehlikeli. İmam sadece batıl itikatların doğurduğu bir sürü masalı tekrar ediyor, Dede iyilik, kötülük arasındaki farkı kaldırıyor. İyiyi fenâyı tablolarında boya diye kullanan sanatkâr bir Allah mefhumuçıkarıyor. Bunun mantıki neticesi ne oluyor, bilir misiniz? Bu itikat, insanları, zulme ve zalimlere karşı müsamahakâr,lakayt yapar. Mesela bizim Kızıl Sultan'ın hareketlerinin hepsini Allah isteyerek yaptırıyor, diye ahaliye bir itikat gelse... Bu istibdat rejimini devirmek için arkamızda kaç adam buluruz? Bence en evvel bu memleketten tekkeleri kaldırmalı.

— Sen müstakbel bir devletin bânisi gibi konuşuyorsun, Şevki Bey. Dede'nin devletle hiç münasebeti yok. Onun sahası ferdin ruhu... Kendisine mahsus açlığı, susuzluğu, tecessüsleri, muammaları olan ruh! Eğer insanlar sade zâhirî bir devletin birer küçük parçasından ibaret olsalar dünya bir nev'i karınca, arı cemaatine döner. Dede'nin sizin temsil ettiğiniz müstakbel Türk rejimiyle hiç alakası yok.

Bu akşam Peregrini ilk defa genç dostlarını çok başka ve çok ciddî bir cepheden görüyordu. Onları biraz kitabî, biraz "snob",sırf vakit geçirmek için ihtilali konuşan işsiz güçsüz zengin evlâtları diye telakki etmişti. Bu akşam bilhassa Şevki'nin fikrindeki vuzuh onu düşündürdü. Acaba Türk ülkesine birtakım gizli tarihî kudretler, bu konuşkan, mukallit gençlerin vasıtasıyla yeni bir çığır açmak arifesinde miydi? Hilmi, o gayri tabiî düşünen karışık kafalı aciz bir Hamlet örneğiydi. Öyle bir Hamlet ki binbir hortlak hayali onu muayyen bir ideal için şiddete, hattâ en ufak bir harekete bile sevk edemez. Fakat Şevki ne kadar ondan başka görünüyordu. Ağır ağır, kendi kendine piyanist, mırıldanıyordu:

— Belki yeni devirler için tahripkâr ve ateşli adamlar lâzım... Binâ etmek için eskinin enkazını süpürmeli... Fakat bir insan cemaatinde Dede gibi insanlar olmasa acaba ne olurdu?

— Niçin mutlak Dede gibi adamlar lâzım olsun, üstâd?

— Bu mihnet ve zulüm dünyasında ferdin ruhu bazân sulha, güzelliğe, teselliye muhtaçtır. Bunu da ancak sırlı kuvvetler verebilir.

— İyi kurulmuş bir devlet makinesinde hiçbir ferd teselliye muhtaç olamaz. Âciz, hayalî, bilhassa düşman ruhları Vehbi Dede gibi sırrîlerin muzır felsefesi yaratır. Bizim kuracağımız devlette ne zulüm ne de mihnet olacak... Devletimizin sıhhatini, muvazenesini bozacak her kuvvetin kafasını ezeceğiz.

Galip ayağa kalktı.

— Abdülhamid de başka türlü düşünmüyor, Monşer, dedi.

Vehbi Dede ve Rabia konaktan beraber çıktılar. Gözleri Şevket Ağa'nın önde hafif sallanan fenerinde. Ayrılacakları köşeye kadar beraber yürüdüler. İkisi de susmuştu, ikisi de güzellik ve sükûn taşan yaz gecesini tadıyorlardı. Ayrılırlarken Dede çocuğa, gökleri gösterdi:

— Allah bu gece bütün kandillerini yakmış.

Rabia, Dede gittikten sonra bile olduğu yerde durdu ve gözleri göğü seyretti. Yüreğinde büyük ve mesut hadiselerbekleyenlerin heyecanı vardı. İstanbul'un hangi yıldızlı yaz gecesi insan gönlüne büyük vak'alar arifesi hissini vermez? Koyu mavi kubbeye yayılan ve yapışan Allah'ın sayısız şem'aları,hangi kimsesize, serseriye dost ışıklarıyla yolunu işaret etmez?

Sinekli Bakkal Sokağı'nın köşesindeki çeşme üstü mor salkım çardağı, mor, müteharrik bir dalga gibi, kuytu gölgelerinde tatlı bir koku var, çeşmenin yalağına damlayan su sesinde, sessizliği derinleştiren bir ahenk var.

Oradan hemen İmam'ın evinin kapısı olan sokağa sapabilirlerdi. Fakat Şevket Ağa da, çocuk da Sinekli Bakkal Sokağı'nı baştan başa geçmeyi tercih ettiler.

Uzaklarda tek tük köpek havlıyordu. Fakat sokak tamamen uyuyordu. Şevket Ağa sokağın ortasında birdenbire durdu.

— Şu pencerede acaba neden bu akşam aydınlık var?

Rabia uşağın işaret ettiği pencereye başını kaldırdı.

Kalbi birdenbire çarpmaya başladı. Aydınlık pencere senelerden beri kapalı duran bakkal dükkânının üstünde... Babasının evinin penceresi! Şevket Ağa'nın elini yakaladı, çekti:

— Orada kim var acaba?

— Belki hırsız girmiştir.

— Haydi gidelim bakalım.

— Olamaz.

Çocuğun telaşı Ağa'nın biraz içine dokundu. Paşa'ya on beş senedir hizmet eden bu adam, Sinekli Bakkal'ın iç işlerini ezber bilirdi. Uzaktan saati vuran bekçi sopasını işitince ikisi de kulak kabarttılar, beklediler. Bekçi Ramazan Ağa kaldırımları döve döve yaklaştı:

— Merhaba Şevket Ağa.

— Merhaba, Ramazan Ağa. Şu penceredeki ışığı gördün mü?

— Tevfik'in evi değil mi? Döneli bir hafta oluyor. Ramazan'a galiba dükkânı açacak.

Bekçi çekildi gitti. Fakat çocuğun gözleri pencereye takılmış, kalmıştı.

Kalbi, kökünden taşan bir delilikle gümbür gümbür atıyor, elleri göğsünün üstünde kalbini bastırıyordu.

— Haydi, artık gidelim, Rabia Hanım.

Şevket Ağa âdetâ onu elinden tuttu, sürükledi.

— Mutlak Hanımefendi, Paşa Efendi'ye söylemiş, getirtmiş olacak...

Rabia işitmedi. O, yarını, babasını göreceği yarını düşünüyordu. Her şey birdenbire değişmiş, dünya rüyaların en güzeli oluvermişti. Kapısının önünde onu her vakit bekleyen yavrulu, sarı köpek, eteklerini kokladı, dizlerine yumuşak burnunu sürttü. Rabia köpeğin boynuna sarıldı, kuru bir hıçkırıkla,

— Sarman, Sarman, babam Tevfik geldi, diyordu. Kapının ipi içerden açılınca, içeriye daldı. Taşlıkta idare lâmbasınınbaşında biraz durdu, bekledi. Annesinin, ipi çektikten sonra tekrar uyuyakalması için dua ediyordu.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top