4
7
Cuma selâmlığını görmeye epey bir kalabalık gider. Çünkü tantanalı, şaşaalı bir alay, rengin ve zengin üniformalı, seçme ve güzel yâverler, yelesini sallayan, yeri deşen cins atlar, muhteşem arabalar görürler. Bütün bunlar herhangi operayı sönük bırakacak bir dekor içinde çevik ve çabuk bir gidiş ve geliş, bir hareket cereyanı halinde gözlerinin önünden geçer.
Fakat seyirciler bu gösterişin perde arkasını, zavallı Selim Paşa'yı terleten, titreten tarafını göremezler. Onun bu nümayişte rolü büyük ve karışıktır. Evvelâ İkinci Abdülhamid'in sadık kullarının, efendilerinin gövdesine kafasına bir kurşun yahut bomba atmalarına mâni olmak; sonra bu âlâ-yı vâlânınvak'asız geçmesini temin etmek, sonra her selâmlık resminden bir kâbus gibi korkan Padişah'a, alayın emniyet ve selâmet içinde geçeceğini temin etmek; daha sonra tahsisatlarını hak etmek isteyen hafiye alayının ve yahut müstebit bir hükümdarın vesvesesini gıcıklayarak para kazanmak isteyen jurnalcilerin, her hafta düzdükleri yalanları okumak...
Cuma günleri Padişah'ın arabası, Saray kapısından içeri girer girmez, Selim Paşa, geniş bir nefes alır. Ekseri huzura kabul olunur ve dâimâ konağa, cebinde şişman, kırmızı bir atlas kese ile döner. O günün akşamı Paşa'nın ziyaret kabul ettiği zamandır. Fakat ziyaretçileri, hiçbir zaman o günün, Paşa'nın hayatında nasıl bir geçit olduğunu tahmin edemezler. Bu son cuma, Paşa öteki misafirler gittikten sonra, İmam'ı alıkoydu ve Rabia'nın tahsili meselesini açtı.
— Torununa verdiğin dinî terbiyeyi şayan-ı takdir buldum, diye söze başladı.
— Bendeleri bilhassa hafız yetiştirmekte behresi olan hocalardanım, Paşa Efendi.
— Allah bağışlasın, torunun hem zeki, hem istidatlı. Hatırıma bir şey geldi. Konağa bir alay hoca geliyor, Arabî, Farisî,Fransızca, mûsikî vesaire... Kimsenin pek de istifade ettiği yok. Rabia Hanım'ı bunlardan istifade ettirsek ne dersiniz?
İmam ellerini ovdu, öksürdü, fakat cevap vermedi.
Paşa devam etti:
— Şayet muvafakat edersen, çocuk, Hanımefendi'ye geldiği akşam saatlerinden başka, bir de öğleden sonra konağa gelmeli.
— Bendeniz, elimden gelen terbiye ve tahsili verdim. Hâşâ, Paşa Efendimiz'in arzularına itiraz etmek istemem, fakat...
— Fakat?
— Çocuk, beş vakit namazını kılar. Malûm ya, şimdiki gençler hep dinsiz, Rabia, anasının gözünden ayrılırsa...
— Bizim konak halkı, beş vakit namazını kılar.
— Tabiî, tabiî... Onu demek istemedim. Başka bir mesele daha... Bendeniz çocuğu şer'-i şerîfe muvafık giydiririm. Malûm ya, akran akrandan azar. Zamanımız nisvanını moda denilen bid'atlar...
Paşa azıcık sert İmam'ın sözünü kesti:
— Çocuğun giyinişini değiştirecek değiliz.
— Paşa Efendimiz için lâşey hükmünde, fakirleri için ehemolan bir mesele daha arz etmek isterim. Çocuk Ramazan'da mukabele okur, bayağı günlerde mevlidlere çağrılır. Âcizleribiraz da çocuğun kazancıyla ev geçindiriyorum. Şayet...
Paşa kalktı:
— Kâhyaya söyleyeceğim. Çocuğun tahsilinden senin zarar görmemen temin edilecek.
İmam memnundu. Yalnız para için değil, bir de Rabia yüzünden hatırlı adamların yanında mevki ediniyordu. Ve Emine'nin bütün itirazlarına rağmen İmam, Rabia'yı o hafta konağa muntazaman göndermeye başladı. Bu yeni hayat şekli Rabia için esaretten kurtulur gibi bir şey oldu. İmam'dan artık ders almıyor, cehennem lâkırdısı, bilhassa babası hakkında o çirkin lâfları işitmiyordu. Artık İmam çocuğu tamamen kendine mal etmiş, onunla iftihar eder olmuştu. Gerçi sabahları gene evde iş görüyor, annesinin vırıltısını dinlemeye mecbur oluyordu. Fakat öğle yemeğinden sonra evden çıkıyor, ancak eve yatmaya geliyordu. Emine'nin titizliklerine, şimdi İmam müdahale ediyor, "Kız, evimize refah getirdi, artık uzun etme, çocuğu sıkıştırma," diye darılıyordu.
İlk hafta derslerine başlamamış olsa bile Rabia, günün yarısını konakta geçirmeye başlarken bir nevi hayat görgüsü ve hocalardan öğrenilmeyen bir hayat tahsiline atılmıştı. Bilhassa Sabiha Hanım'ın yanında olmak, yaşamanın kaynağına atılmış demekti, mütemadiyen yeni bir şekil alan hayatı eliyle tutuyor, gözüyle görüyor gibiydi.
Hanımefendi'nin konak halkına emirlerini ekseriyetle o götürüyor, bu sayede konak halkını yakından tanıyordu. Çocuğun sevimli yüzü, dost gözleri çok defa dürüşt olan bu haberleri yumuşatıyor ve konak halkının bazân mütecaviz ve küstah cevaplarını Hanımefendi'ye söylemiyordu. Bu ketumiyet ve sükûn evvelleri mütearriz ve müstehzî bir tavır almış olan Dürnev'i bile kazanmıştı. Bilhassa tevcihat listesi çıktığı gün, Hanım onu birkaç defa Paşa'nın odasına yollar, falan bey ve yahut paşanın hangi hizmet mukabilinde taltif edildiğinitahkik ettirirdi. Rabia, Paşa'yı odasında, mahut Şam hırkası ve beyaz takkesiyle, şen bir gönül, rahat vicdan sahiplerinin asudeliği ile arka kaşağı oyar bulurdu. Kuyudan gelir gibi inleyen ve derin sesiyle eski şarkılar mırıldanırken, birdenbire susar, çocukla şakalaşırdı. Tevcihatın sebeplerinin iç yüzünü anlatırken çok tuhaftı. Burnu müstehzî bir mânâ ile uzanır, uzanır, burnunun ucu kartal gagası gibi kıvrılır, kendi, için için gülerdi. Rabia bu sebepleri dinlerken, zihni alt üst olurdu. Her nevi taltif bir hıyanet, bir fesat mükâfatınabenzerdi.
Bir gün Paşa bir gözünü kırparak:
— Mûsikî muallimine söyle, sana "Ey zevk-ı zerrin" şarkısını talim etsin, dedi.
— Ben daha meşke başlamadım, Paşa Efendi... Zevk-ı zerrin, ne demek?
— Altın eğlence!
— Bu Kanarya Hanım'ın söylediği şarkı değil mi?
— Seni gidi çapkın seni...
Paşa, acaba neden çocuğun bu sualini tuhaf bulmuştu? Paşa'nın kahkahası durdu, yüzü ciddileşti:
— Kanarya Hanım'ı gelecek hafta altın kafesine koyacaklar... Artık konağımızda bir daha şarkı söyleyemeyecek...
— Sahi mi?
Her zaman beraber yemek yediği ve çok sevdiği bu güzel kız için Paşa'nın lâkırdılarında bir şaamet hissetmiş, yüzü bulutlanmıştı.
— Niye gözlerin doldu? Fenâ değil, Saray'a gidecek, saraylı olacak. Altın kafes o kadar fenâ bir şey değil, kızım.
Rabia'nın zihninde Saray derhal altın bir kafes oldu.
Kafesin parmaklıklarına dayanan sarışın güzellerin bir ağızdan "Ey zevk-ı zerrin" şarkısını söyledikleri yer!
Bir gün sonra Sabiha Hanım, onu Paşa'nın odasına yolladığı vakit ilk defa olarak Kanarya'yı Paşa'nın odasında buldu. Paşa, arkası dik bir sandalyede oturuyor, yüzü endişeli, gözleri dalgın görünüyordu. Kanarya, bir yer minderinde ud çalıyor, Rabia'nın bir zaman unutamadığı bir şarkıyı dolgun ve müteessir bir sesle söylüyordu.
"Gönül senden kimlere etsem şikâyet."
"Gönül", bir ip kadar kızın ağzında uzuyor, udun telleri kızın beyaz parmaklarıyla bu hüzünlü ezgiyi tekrar ediyordu.
Paşa çocuğu görünce biraz sıkıldı:
— Hanımefendi bir şey mi istiyor?
Rabia anlatırken, Selim Paşa'nın yüzü bir şey anlamamış gibi göründü:
— Hanımefendi'ye söyle, bu akşam ona meseleyi kendim anlatırım.
Rabia odadan çıkarken ikisi birden arkasından seslendi, geri çağırdı. Kanarya minderinin köşesinde ona bir yer açmıştı. Genç Çerkes'in başı gizli bir zilletle, ağır bir kahırla eğilmiş, sesi kısılmış, gözlerinden yanaklarına damla damla yaşlar dökülüyordu. Bununla beraber, dudaklarıyla tebessüm etmeye muvaffak oldu.
— Gelecek hafta karşı karşıya yemek yiyemeyeceğiz Rabia, fakat ben bir Saray'a yerleşince seni davet edeceğim, diyordu.
Rabia biraz sonra kalktı, odadan çıkarken, bu defa Paşa da onunla sofaya kadar geldi ve yavaşça:
— Kanarya'nın ağladığını Hanım'a söyleme... Kanarya'yı burada gördüğünü hiç söyleme, daha iyi, dedi.
Bu maceradan üç gün sonra Rabia, konakta gözlerini kamaştıran şenlikli bir akşam geçirdi. Bütün avizeler yanmış, herkes uzun etekli, ipek entariler giymiş, sofalarda ipek fışıltısından geçilmiyordu. O akşam, Kanarya'nın müstakbel hanımı Kadın Efendi'ye, Sabiha Hanım bir ziyafet veriyordu ve ziyafetten sonra kendisine takdim edilen canlı hediyeyi, Kanarya'yı alıp Saray'a götürecekti.
Salonda perde arkasında bir saz takımı çalıyor, herkes Kanarya'nın oyununu bekliyordu.
Kadın Efendi için odada yüksek bir platform yapmışlar, üzerine yaldızlı bir koltuk koymuşlardı.
Kadın başında bir taç, boynunda tek taşlı pırlanta bir gerdanlık, yapyalnız sandalyede oturuyordu. Karşısındaki sedirlerde nişanları ve elmaslarıyla, ellerinde kocaman tüy yelpazeleriyle vükela karıları, biraz resmî, biraz sinirli dizilmişlerdi. Fakat Rabia'nın zihnini en çok saraylı kadınlar işgal ediyordu. Yaşlı kalfalar platformun aşağısında, gençler kapı aralıklarında, sofalarda kırıtım kırıtım dolaşıyorlardı. Hepsi uzun eteklerini sol kollarının üstüne atmışlar, hepsinin başında hemen kayacakmış gibi sol kulaklarına tehlikeli surette yıkılan bir hotoz... Hepsi Türkçe'den ziyade kuş diline benzeyen çetrefil bir Çerkes dili konuşuyor. Hepsinin bir kaşı kalkık, hepsi seri halinde bir tek sanatkârın elinden çıkmış taş bebeklere benziyor.
Saz, bir oyun havası tutturunca Kanarya odaya atıldı. Gül renginde şalvar, dar bir mor kadife yelek ve şalvarının renginde terlikler giyiyordu. Şalvarının ve yeleğinin üstü altın, gümüş pulla işlenmişti. Tül gömleğinin uzun kolları, geniş yenleri iki kanat gibi dalgalanıyor, arkasına dökülen yaldızlı saçları avizenin altında ipek bir şala benziyordu. Hemen parmaklarında küçük sarı zilleri şaklatmaya başladı, sonra sıçradı, döndü, mûsikî bir rüzgâr ve onun bacakları, kolları, boynu birer sazmış gibi titredi, eğildi, doğruldu. Vücudu bütün bu hareket içinde garip bir diklik muhafaza ediyordu.
Dans, saz, söz hepsi nihayet buldu ve saraylılar gittiler. En önde Kadın Efendi, en arkada Kanarya yürüyordu. Rengârenk feraceler üstünde beyaz yaşmaklar, yaşmakların arasından bakan sürme çerçeveli mavi, yeşil, ela gözler... ışıltıları Rabia'ya insandan başka bir mahlûkmuş gibi geldi. Kanarya'nın mavi gözleri ona son selâmını gönderdi.
Herkes misafirleri teşyi için taşlığa inmişti. Kapının aralığından bahçenin dış kapısı görünüyordu. Rabia siyah setreli harem ağalarının, süslü, renkli üniformalı seyislerin araba kapılarını açtığını gördü. Saraylı kafilesini, siyah kupa arabaları yuttu. Rabia'nın gözlerinde bu sarışın kadın alayının son geçişiydi.
Sabiha Hanım sordu:
— Kanarya'nın oyununu nasıl buldun?
Çocuğun gözleri tutuştu:
— Çok güzel!
Sabiha Hanım'ın kaşları çatıldı:
— Kim demiş? Tavus kuşu gibi aptal aptal döndü, dolaştı. Sen bir Çingene Penbe'nin oyununu görsen...
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top