3

6

Uzun etekli, ipek entarisi, hotozu, elmasları, hattâ şefkat nişanının gran kordonuyla koltuğa kurulmuş, tebrike gelenler için değneğine dayanarak ağır ağır kalkıyor, bir kraliçe kadar vakur... Koltuğun dibindeki yer minderine büzülen Rabia, bu muhteşem kadının iki gece evvel o kadar teklifsiz ve dost ihtiyar olduğuna inanmak için müşkülât çekiyordu.

Evvelâ Sabiha Hanım'ın üvey kızı, on altı yaşlarında silik, sönük kız, sonra ev halkı, birer birer geldiler. Hepsi birer "nice senelere" ile savuldu. Herhalde tebrik merasimi on dakikadan fazla sürmedi, ev halkı, hepsi kâhya kadının arkasından çıktılar, gittiler. Aralarında bir tanesini Sabiha Hanım alıkoydu.

Hemen Rabia'nın gözleri bu kıza dikildi... Boy uzun, omuzlar geniş, kalçalar bir erkek çocuk gibi dar, ten ipek gibi yumuşak ve beyaz, gözler iki büyük mavi mine çiçeği gibi... Arkasında dümdüz penbe bir entari, belinde gümüş bir kemer vardı. Halayıklararasında bir o, başını bağlamamıştı. Sarı saçlarını bir örgü örmüş, ucuna penbe bir kurdele bağlamış, arkasına salıvermişti. Rabia'nın âdetâ ağzı hayretten açık, bu latif mahlûku seyrediyordu. Fakat onun en çok gözünü alan şey, biri ötekinden daha yüksek duran kalkık, çekik, kumral kaşlarıydı. Neden biri ötekinden yüksekti? Rabia, bunun, bazı Çerkeslere mahsus şey olduğunu henüz bilmiyordu. Bu kız Kanarya idi.

Sabiha Hanım sordu:

— Dürnev nerede?

— Şimdi gelecek, efendim!

Ve Dürnev Hanım geldi. Ufak tefek bir genç kadın...

İri kestane renginde gözlerine bir çocuk bakışı vermek için bidüziye göz kapaklarını yukarı kaldırıyor. İtina ile yolunan siyah kaşlar iki ince hilal gibi... Allık, sürme yerli yerinde, küçük yüzünde açık bir ifade vardı. Gerdanlık, bilezikler, uzun küpeler, yüzükler, hep zümrüt. Esvap da elmaslara uymak için yeşil kadife, farbala farbala üstüne... Etek uzun ve yüksek ökçeli,yeşil atlas iskarpinler giyiyor... Bu iskarpinlerden biri, uzun eteğine ikide birde hafif bir tekme vuruyor ve etek bütün kırmaları, farbalalarıyla bir yılan gibi kıvrılıyor. Rabia ömründe bu kadar süslü, bu kadar karışık ve şaşaalı giyinmiş bir insan görmediğini kendi kendine itiraf etti.

Dürnev, tuvaletinin ihtişamına rağmen kandil gecesi olduğundan haberdar değilmiş gibi, kaynanasını hiç tebrik etmedi. Hayli lakayt ve resmî bir tavırla, "Maşallah, renginiz bugün ne iyi!" dedikten sonra, avizenin altında durdu, kendi düşüncesi neyse ona daldı. Düşüncesi ne olursa olsun, gene genç kadının bir oyuncu gibi kalçalarını oynatması, eteğinin dalgalanması, kim bilir hangi resimli kitaptan taklit ettiği yüzünün dalgın ifadesi, Sabiha Hanım'ın sinirine dokundu.

İçinden, "Saygısız, halayık eskisi, sonradan görme," diye homurdandı. Fakat gene hayli sükûnetle:

— Bana bir şey mi sormak istiyorsun, kızım, dedi.

Yoluk kaşlar kalktı, sesinde gizli bir istihza:

— Nasıl da bildiniz, Efendim? Kanarya'ya ait bir şey soracaktım. Kadın Efendimizin daveti gelecek hafta değil mi?

— Evet.

— Bu akşam Kanarya'nın oyununun provasını yapacağız. Paşa, benim odama gelecek, siz de gelmez misiniz? Ben piyano çalacağım.

— Bu akşam mı dedin?

Evet, bu gece... Yatsıdan sonra.

— Amma da tuhaf... İşiten senin Müslüman kızı olduğuna inanmayacak... Kandili unuttun mu? Bütün komşular davetli, kız hafız Kuran okuyacak...

— Hangi kız hafız?

Gene bir çocuk gibi açılan kestane renkli gözler, yer minderindeki kızı yüksekten bir süzdü, sonra:

— Dairem konağın ta öteki ucunda, bizim prova yapmamızda bir mahzur görmüyorum, dedi.

— Kanarya bana lâzım, hem misafirleri ağırlayacak, hem de, sonra dizimi ovduracağım.

Sabiha Hanım hiddetli görünmemek için gayretini sarf etti. O gün oruç tutmuş, nafile namazı kılmış, gelini tazib için yaptığı son hareketi tamire karar vermişti. Fakat her tahammülün bir hududu vardı, Sabiha Hanım'ın tahammülü çoktan haddini aşmıştı.

Dürnev, gene lakayt avizeye bakarak devam etti:

— Diz ovacak halayık kalmadı mı? Nazikter bu işi daha iyi yapar. Hem bir çocuk Kuran okuyacak, bu kadar külfete ne hacet?

— Ölülerin ruhuna okunacak Kuran'ı ister çocuk, ister büyük okusun!

Genç kadın, ölülerin ruhlarıyla hiç alakası olmadığını gösteren bir omuz silkmesiyle mukabele etti. Kaynanasının yüzü kalın düzgün tabakası altında mosmor olmuştu.

— Çerkes köylerinde hafız falan yoktur... Senin ecdadının ruhu benimkilerden fazla rahmete muhtaç...

Sabiha Hanım lâkırdısını kesti, kahpeye, nereden çıktığını anlatmak için biraz fazla söylemişti. Fakat yeşil etekli, atılmaya müheyyâ bir engerek gibi tekrar kıvranmasını büyük bir hazla seyretti. Genç kadının gözlerindeki sun'i masumiyet, çocukluk uçtu, yüzü karıştı, cevap vermek için ağzını açarken, kâhya kadın kapıdan,

— Paşa Efendi geliyor, dedi.

Muhasamat derhal tatil edildi, fakat odanın havası çok elektrikli kaldı.

İçeriye giren üniformalı adamın çok uzun bir boyu vardı. Rabia, iyi görebilmek için başını kaldırdı. Düşük siyah bıyıklarına, sakalına pek az kır düşmüş olan Selim Paşa, karısından çok genç görünüyordu. Kalın tüylü kaşlarının arasındaki derin çizgi, yaştan ziyade sahibinin şiddetini ifade ediyordu. Gözler gök ela, uzun burnunun yukarısı muntazam, fakat aşağı doğru çarpılarak yüzüne bir kartal heybeti veriyordu. Bu yüz bazân çok haşin ve dürüst, bazân da mülayim dost, hattâ rakik bile görünürdü. Bu akşam, mülayim ve dost ifadesine bürünmüştü.

Karısı değneğine dayanarak kalktı, karı koca kandilleştiler. Fakat karısının yeri ve yerdeki küçük kızı işaretini görmedi. Gözlerini gelinden ayırmıyordu. Gelinde bu akşam oyuncağı elinden alınmış, dargın bir çocuk hali vardı. Paşa'nın hoşuna gitmişti:

— Nen var güzel kızım?

Sabiha Hanım cevap verdi:

— Güzel kızımız takvime bakmadan kararlar alıyor, bize danışmadan kandil geceleri eğlenti tertibine kalkıyor.

Dürnev'in gözleri Paşa'da, fakat ağzı kaynanasına:

— Odamdaki sesler buraya gelmeyecek olduktan sonra sanki ne zararı var? Sizin misafirlerinizi ben bilmez miyim? Bir sürü sağır kocakarı... Odanın içinde bile çocuğun sesini ya duyarlar ya duymazlar, diyordu. Konuşurken Paşa'ya yaklaşmıştı, küçük elleri üniformanın yaldızlarını okşuyor, şımarık bir sesle:

— Ama siz geliniz, kuzum Paşa Baba... diye yalvarıyordu.

— Peki... Peki... Yani Hanımefendi müsaade ederse...

— Tabiî siz münasip gördükten sonra...

Gelinin muvaffakiyeti, Sabiha Hanım'a itidalini, bilhassa vakarını iade etti. Kanarya'ya döndü:

— Rabia'yı aşağıya götür, seninle yemek yesin.

İmam'ın torununu sofrasına almak için gelinine söylemeye karar vermişti. Fakat artık, bu mümkün değildi.

Paşa, herkes çıktıktan sonra karısının odasında biraz daha kaldı. Dürnev'in gözlerindeki zafer parıltısının karısına yapacağı tesiri tahmin etmiş, biraz da bu tesiri gidermek istiyordu.

— Demek senin küçük hafız misafirlere Kuran okuyacak... O soytarının kızının böyle çıkacağına kimin aklı keserdi?

— Tevfik şimdi nerede, Paşa?

— Siyasi mücrim değil diye pek ne olduğuna ehemmiyetvermedim. Hâlâ Gelibolu'da olacak.

— Acaba getirtemez misin?

Paşa'nın sesi derhal kat'ileşti:

— İrade ile sürüldü, dedi, sonra daha mülayim ilave etti:

— Tevfik'i ben getirsem, İmam, senin küçük hafızı bir daha bize yollamaz.

Sabiha Hanım değneğine dayanarak kalktı:

— Misafirler gelmeden âb-dest alayım...

Selim Paşa oda kapısında durdu, karısının gözlerini gözleriyle aradı:

— Yatmadan gelir, yanında bir sigara içerim, Hanım, dedi.

Çepçevre sedirlerin üstüne sıra sıra ihtiyar kadınlar dizilmiş. Başlarında beyaz namaz bezleri, buruşuk yüzleri mütekallis,gözleri vecd içinde... Ellerinde rengârenk tespihler, parmakları hareket ediyor, soluk dudakları kımıldıyor, yandan yana hafif hafif vücutları dalgalanıyor.

Kız hafızın kalın, yanık sesi, konağı inletiyordu.

Okuyuşu, tam klasik bir Arap tarzı. Daimî bir legato ile her sesi –ne kadar uzun olursa olsun– ötekine bağlıyor. Gunneli,tecvitli fakat ne kadar sanatına hâkim bir ses ve şahsi bir üslup!

Bütün konak halkı, birer birer sofaya çıktılar, kapının arkasına yığıldılar. Aralarında Selim Paşa, hattâ alafranga Hilmi bile vardı.

Misafirler dağılıp Rabia, anasıyla evine döndükten sonra Sabiha Hanım bitap sedirine uzandı, Nazikter'e dizlerini ovdurmaya başladı. Çok geçmeden Selim Paşa, arkasında Şam hırkası, başında beyaz gecelik takkesi, karısının odasına geldi.

— Hakkın var hanım, çocuğun sesi de, okuyuşu da fevkalade...

Dargınca bir ses cevap verdi:

— Dürnev'in odasından nasıl duydun?

— Gitmedim; şöyle bir dinlemek için oda kapısına geldim, fakat nihayete kadar kapıdan ayrılamadım.

Selim Paşa, hafızasında canlanan hayale tebessüm etti. Bir halayık kapıyı açtığı vakit, aralıktan kız hafızı, rahlesinin önünde, iki uzun titrek mum alevi arasında görmüştü. Altın rengindeki gözleri açılmış, içlerinde yeşil mevceli bir ışık yanıyordu. Karısının odasında mânâsız ve silik gördüğü uzun çocuk yüzünün keskin ve muntazam çizgileri olduğunun farkına varmıştı. Solgun, penbe renkleriyle bu yüz ne kadar antika bir Acem minyatüründen fırlamış gibi görünüyordu!

— O ses, mutlak iyi bir mûsikî mualliminin eline düşmeli.

— İmam ne der?

— Memnun olsun, kızın hafız olarak kıymeti artar.

Selim Paşa, sakalını karıştırarak o sesin, Dede'nin semaîlerini ne güzel okuyacağını tahlil ederken kendi kendine mırıldandı:

— Eski besteleri söylemek için yaratılmış bir ses.

— Aman Paşa, İmam hiç kıza şarkı söyletir mi? Onca şarkı söylemek günah...

— Benim dediğim şarkıları sultanlar, Dede gibi adamlar besteledi... Hepsi cennetmekân... Bir mahalle imamının itiraz etmek ne haddine...

Selim Paşa, Rabia'nın sesini nasıl terbiye ettireceğini uzun uzun Sabiha Hanım'a anlatırken kapı açıldı. Hilmi girdi.

Baba oğul, nerede karşılaşsalar yüzlerinde hâsıl olan ifade, hep birdi. Hilmi'nin hafifçe kaşları çatılır, Paşa içinin acılığını, inkisarını örtmek için yüzüne yarı istihfafkâr, yarı lakayt bir maske takınır.

Zaptiye Nazırı oğlunu, zamanında çil çeyrek gibi hep bir çırpıda kesilmiş "Paşazade" örneklerinden biri diye görür. Kıyafeti onlara benzemez değil. Pantolon çizgilerine mübalağalı bir ehemmiyet verir, yeleği, ceketi kusursuz kesilmiştir. Fakat ona rağmen seçtiği renklerin koyuluğu, boyunbağında hiç fanteziye kapılmaması zevkinde bir başkalık, bir durgunluk olduğunu gösterir. Yüzü de ilk görüşte, o mübarek örneğe benzer. Mini mini, zarif bıyıklar, kansız, ince, azıcık dejenere bir sima. Fakat dikkat edilirse, yüzünde, onu züppelikten kurtaran iki âzâvardır: Biri, gözleri ve bakışının mânâsı; öteki, ağzı ve dudaklarının ifadesi. Gözleri, düşünen, hem derin düşünen adamların dalgınlığı, husûsiyyetiyle başka gözlerden ayrılır. Ağzının çizgileri sarih ve temizdir, dudaklarında temiz yaşamış ağızların topluluğu, rakik mizaçlı bir adamın tatlılığı vardır. Sefahatle, cinsî hayatlarının suiistimaliyle çirkin, gayri muayyen, bol dudaklı paşazadelerden onu, bu sevimli ve kuvvetli ağız derhal ayırabilir. Fakat bunu Selim Paşa fark etmez. Kendi canlı, kanlı, hattâ biraz yırtıcı hilkatine hiç benzemeyen bu oğul, onun hayatî emellerini yanlış yoldan sürükleyecek bir neslin numunesi. Onda iyi bir şey görmek kâbil mi?

Hilmi, babasına soğuk, fakat terbiyeli bir selâm verdi. Annesinin iki elini birer birer aldı, öptü. Başına koyduktan sonra yanaklarına yaklaştırıp biraz öyle tutması vardı ki, yalnız hürmetinin değil, sevgisinin derinliğini de ifade ediyordu.

— Senin kız hafız, hakiki bir keşif, anne!

Baba oğulun ilk birleştiği bir fikir, bir görüş, Sabiha Hanım sevincinden titredi.

— Baban da öyle düşünüyor, yavrum.

Heyecandan biraz peltekliği artan Hilmi, güya babasıyla hemfikir olmaktan çekiniyormuş gibi, oldukça mübalağalı:

— Ne kontralto... Ne zengin ses... Fakat nasıl yeknesak...Nasıl Mısır Arabı gibi inleyerek okuyor... O, daimî legatodan mutlak onu kurtarmalı!

Selim Paşa, ne kontraltonun ne de legatonun mânâsını biliyordu. Fakat kızın tarzını beğenmişti. Husûsiyyetlerini tashih değil, bilakis daha bariz bir şekilde meydana çıkartmak istiyordu. Müstehzî bir sesle sordu:

— Legato dediğin şeyden, bir ses nasıl kurtarılır?

— Ben olsam, derhal Peregrini'yi hoca diye tutarım. İki senede o ses, bir mucize haline gelir... Kim bilir, belki de Avrupa sahnelerine çıkacak bir "primadonna" olur. Fakat yapılamaz ki... Bu geri kafamız...

Yumuşak gözleri "primadonna"ları, sahnelerde şarkı söyleyen bir medeniyetin erişilmez hulyâsının hasretiyle sulandı.

Selim Paşa içinden "Aptal oğlan!" dedikten sonra zihni Peregrini ile meşgul olmaya başladı. O, alafranga ailelerde piyano hocalığı eden bir Frenkti. Saray'da efendilere de ders verdiği için Selim Paşa onu göz hapsine almaya mecbur olmuş, bir zaman sonra zararsız, belki de biraz divane telakki ettiği için kendi haline bırakmıştı. Herhalde bu sivri sakallı, şeytan yüzlü herif pek de öteki Avrupalı piyano hocalarına benzemiyordu. Türkçeyi Türk gibi söyler, Şark felsefesini, harsını İstanbul'da en iyi bilenler arasında sayılırdı. Memleketini ve dinini terk etmiş olduğu söylenirdi.

Herhalde bu, pek de asılsız değildi. Çünkü, İtalya'da bilmem hangi tarik-i dünya manastırında rahip iken, oradan kaçmış, Türkiye'ye gelmişti. Papa'nın vekili mütemadiyen herif aleyhinde propaganda yapar, Selim Paşa'yı taciz ederdi. Dostları, onun gizli din kullandığını bile rivayet ederlerdi. Fakat Selim Paşa, Zaptiye Nezareti'nin dosyasında, sarih bir mânâ ifade edemeyen her rivayeti ihtiyat kaydıyla telakki ederdi. Ne olsa Selim Paşa'nın mizacına uymayan bir adam... Herifin dinsiz olduğuna Paşa, kanaat getirmişti, dinini terk eden her adam onca, şüpheli addedilirdi.

— Avrupa sahnelerinde icrayı sanat eden kadınları hep Peregrini mi yetiştirir?

— Onu demek istemedim... Tabiî size bu noktayı anlatmak müşkül, Avrupa mûsikîsinin incelişini nasıl tarif edeyim, zevkine varamazsınız ki...

— Kim demiş? Ecnebi trupları geldiği vakit, Tepebaşı'ndan ayrıldığım yoktur. Daha doğrusu Zaptiye Nazırı sıfatıyla halkın bu yabancı metalara ne kadar rağbet ettiklerini görmek için... Sonuna kadar dinlemek biraz müşkül ama, züppe güruhu, bir alay seyirci var ki, onları görmek cidden her sıkıntıya değer. Herifler kendilerinden geçiyorlar...

— Hakiki mûsikîden anlayan herkes tabiî...

— Hakiki mûsikî mi dedin? Eğer kapitülasyonlar olmasa, muzikacıları da, seyircileri de enselerinden yakalayıp Beyoğlu kaldırımlarına fırlatırım. Şimendifer düdüğü gibi öten bir sürü yarı çıplak, hayasız, kart Frenk karısı... Sar'aya tutulmuş gibi gözleri evlerinden uğruyor, bir alay mart kedisi gibi çığrışıyorlar. Toptaşı saz çalmaya, şarkı söylemeye kalksa, bu işi biraz daha adamakıllı yapardı.

— Anlamadığınız bir mevzuu niçin münakaşa ediyorsunuz?

— Bana bak Hilmi, ukalalığı bırak, beni dinle. Sen hani Avrupa mûsikîsi de, edebiyatı da hayatı temsil eder, diyordun. Fakat sana sorarım, hayatta orta oyununa çıkar gibi, o kadar kalabalık bir ağızla ilanı aşk eden erkek gördün mü? Bilmem sen hiç ölen adam görmüş müsün? Ben çok gördüm. Fakat hiçbirinin bu kadar uzun ve şamatalı bir nutuk irat ettiğine şahit olmadım. Can çekişen bir adamın kolunu, bacağını sallayıp bağırması... Bu hayat ha? Bir de bu şaklabanlıkları bizim İmam'ın torunu, küçük hafıza öğretmek için o sivri sakal, ne idüğü belirsiz herifi tavsiye ediyorsun!

Hilmi, babasını işitmemiş gibi, kendi kendine:

— Garb'ı Garb yapan mûsikîleri... Onlarda hayat var, fen var...

— Bizimkinin ne kusuru var?

— Halkın tembelliği, uyuşturucu kanaati, yüksek sınıfların boş ve düşük bir sefahate dalmaları hep bu bizim inleyen, ağlayan mûsikîmizin tesirinden. Kadınlarımızın kafasızlığı, zilleti...

— Kadınları bu bahse sokma. Bizimkiler, herhalde Frenk karılarından daha edepli, daha hanım... Onların erkeğinde de, karısında da ben, yüzsüzlükten, açgözlülükten başka bir şey görmedim.

Paşa durdu, öksürdü, sonra köpürdü:

— Bir Müslüman milletinin an'anesini, medeniyetini neden her vesile ile tahkir ediyorsun?

— Medeniyetimiz yok ki tahkir edeyim. Ziya Paşa' nın dediği gibi, sizin tahkir ettiğiniz küfür diyarı mamureler,kâşanelerle dolu; mülk-i İslam baştan başa virane.

— Kâşaneleri başlarına yıkılsın. O imansız, Padişah haini herif gibi sen de medeniyeti kâşane, mamure farz ediyorsan, sana yuf!

Paşa sustu; esnedi. Nereden bu peltek oğlanla münakaşayagirişmişti? Hiç değer miydi? Kâfiristan'dan esen her rüzgâra kafasını kaptıran bir fırıldak!

— Küçük hafızın tahsilini ben dilediğim hocaya yaptırırım. Sen çocuk sahibi olduğun vakit, istediğin gibi yap. Korkarım, çocukların Asım Bey'in kukla kızlarına benzeyecek... Bonmarşebebeği gibi... Karnına basınca mama, papa, diye öten kuklalardan.

Bu son taarruzu oldu. Hilmi'nin cevabını beklemeden, hattâ onun gözlerinde yanan kin ve gayza ehemmiyet vermedençekildi, gitti.

Sabiha Hanım içini çekti. Oğlunun kolunu okşadı:

— Niçin babanın zıddına basıyorsun, evlâdım? Seni hiç incitmemiş bir baba, bir gün bir fiske vurmadı, bir dediğin iki olmuyor...

— Keşke babam, her gün dayak atan soyundan olsa... Keşke evimiz konak değil, bir kulübe olsa... Debdebe var, darat var, fakat babamdan utanıyorum, anne, anlamıyor musun, utanıyorum. Kanlı katil bir padişahın zulüm aleti... Düşündükçe yere geçiyorum!

Sabiha Hanım içinden, "Galatasaray'dan birinci çıktı. Fakat ne yarar, hâlâ Maliye'de küçük bir kâtip. Aylığı terzisine bile yetişmiyor. Babasını beğenmiyorsa, parasını neden sarf ediyor?" dedi. Fakat Hilmi'ye bir şey söylemedi. Dünyada en çok sevdiği bu, biricik evlâdı, incitmemek için yapmayacağı şey yoktu.

Hilmi içinden, "Annemin bütün derdi, başına dalkavuk toplamak, elmas satın almak, parayı sokağa atmak... Babam gibi zalimleri bu kadınların çılgın israfı yaratıyor," dedi; fakat o da bu düşüncesini anasından sakladı. Ne de olsa anasıydı ve onun bütün dünyada biricik sevdiği insandı. Hattâ harekete geçmemesine, elinin, ayağının bağlı kalmasına sebep olan şey, anasına karşı beslediği bu zaaftı. Omuzları bir ihtiyar gibi çökmüş, sesini yeis bürümüş, kendi kendine söyleniyordu:

— Devleti çeviren çarklar sakat; cemaat hayatı çürümüş, kadınlarımız...

Annesi sözünü kesti:

— Kadınlara neden bidüziye hücum ediyorsun?

— Niçin etmeyeyim? Sade zevke, çocuk doğurmaya mahsus birer alet... Hangisine insan diyebiliriz? Zincirleri altın bile olsa, kendileri birer esir...

— Amma yaptın ha! Senin şu meşhur Avrupanda çocuğu, erkekler doğurmaz ya... Onların da ya karıları ya kapatmaları doğurur. Sen biraz daha, horoz yumurtlasın diyeceksin.

Bu buhranlı, acı dakikalarda anasının bu soğuk alayları... Hilmi daha peltek, gözlerinin içi daha karanlık devam etti:

— Milletin yarısı, öbür yarısının hayvaniyetini doyurmakla meşgul. Çocuğu kim doğurursa doğursun. Keşke piliç gibi yumurtadan çıksak! Fakat asıl onları kim terbiye ediyor, bir kere ona bak. Zenginlerde sırf cinslerini teşhir eden, işleten, boş kafalı, yaldızlı mahlûkat; fukara halk da hayvan sürüsü gibi kullanılan zavallılar... Aralarında bir tanesini, bir fikirle meşgul görebilmek nasip olmadı ki...

— Kadın lâkırdısı olunca, hep böyle çileden çıkıyor, saçma söylüyorsun. Kadın sana ne yaptı? Dürnev...

— Dürnev, Dürnev... O da kafasız, o da cins makinesi. Odamız kadın panayırına döndü. Sabah, akşam kalçasını, göbeğini sallayan dişilerle dolu. Bana bak, anne! Sen şu Çerkes kızını bir ayak evvel Saray'a mı yollayacaksın, ne yapacaksın...

— Kanarya'dan neden böyle nefret ediyorsun?

— Nefret lâkırdı bile değil. Öyle sinirleniyorum ki... Bu kızı daha uzun zaman konakta tutarsan ben de Dürnev'le bir olacağım, kızı, babamın kollarına atacağım.

Sabiha Hanım, soğuk bir duş yemiş gibi titredi. Konakta Kanarya, Dürnev dedikodularının bir iç yüzü var mıydı? Hilmi'nin Kanarya'dan sinirlenmesi, bir kıskançlık mı? Sonra neden oğlan bu kadar kadınlara düşman? Birçok çapraşık, karışık "niçin, nedenler" arasında zihni, tek bir noktaya saplandı. Kanarya'nın o hafta hemen Kadın Efendi'ye takdimi, konaktan çıkarılması, âcil bir mecburiyet olmuştu.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top