24

22

Birinci Kanun'un yirminci günü. Osman Sinekli Bakkal'ın köşesini dönerken Sabit Beyağabey'le burun buruna geldi.

— Seni göreceğimiz geldi be, Amca Bey! Bu eve taşınalı semtimize uğramaz oldun.

Osman tebessüm etti. Tılsımlı Kuyu'ya o kadar dalmıştı ki Sinekli Bakkal mahalle kahvesinin mevcudiyetini bile unutmuştu. Yalnız onu olsa, Rabia'nın son günlerdeki zaafı bile onda eski şiddetli merakını uyandırmamıştı.

— Bu günlerde Rabia Abla'yı yalnız bırakamıyorum, Ağabey. Kusuruma bakma.

— Hakkın var, Amca Bey. Ağabey koltuğunun altından tükürdü.

— Eğer gece vakti hekim lâzım olursa sen benim pencerenin altına gel, bir nâra bas. İki elim kızıl kanda olsa yetişirim.

— Eksik olma, Ağabey. Zihnimi yalnız bir şey karıştırıyor. Geceyarısından sonra hekim getirmek için araba lâzım olursa, nerede buluruz?

— Sen onu merak etme. Bizim evin arkasında ahır var. Sahibinin başına camı çerçeveyi indirir, istediğin dakika uyandırırım. Beş dakikada araba hazır olur. Hayvan yetmezse arabaya bizim tulumba takımını da koşarız. Yoksa sen emret, Amca Bey.

Osman Ağabey'in çarpık omzunu okşadı:

— Hayvan yeter, takımı uykudan uyandırmak lâzım değil... Güldü ve giderken seslendi:

— Bu akşam kahveye gelirim, hepinizi göreceğim geldi.

— Ben yemekten sonra uğrar alırım, Amca Bey.

Eve dönerken Osman'ın soğuktan dişleri birbirine çarptı. Sokakta kimse yoktu. Soğuk, fakat durgun bir hava. Gökyüzü damlara dokunacak kadar aşağılara inmiş. Düz, duman renginde madenî bir gök. Nerede başlıyor, nerede bitiyor? İnsanın içine ürperme veriyor.

Yemekte Rabia'nın gözleri hiç açılmıyor, bidüziye esniyor. Son günlerde göz kapakları gene pek şiş, mütemadiyen uykusu var gibi. Osman'ın odasına çıkıp Arnavut kaldırımcının acayip türküsünü söylediği günden beri fenâlaşıyor, her gün daha halsiz, her gün yüzü gözü daha şişik. Albüminin idrarında, doktorları endişeye düşürecek kadar bir çoğalışı görülüyor.

Doktor Kasım iki günde bir orada. Ve Doktor Kasım, Osman'a hoş olmayan ihtimallerden bahsediyor. Fakat bunları düşünmek doğru değil... Bütün gayretine rağmen Rabia'ya ağrı çekerken ıspazmoz gelmesi ihtimalini düşünüyor. Çirkin ihtimal...

— Rabia, sen bu akşam erken yat, yavrum. Gözlerin kapanıyor.

— Ne zaman açılıyor ki? Her gece tavuk gibi tünüyorum.

Bir hasta çocuk gibi mırıldanıyor. Dudaklarını büke büke şikâyet ediyor.

— Erken yatmaktan korkuyorum. Bir haftadır gözümü kapar kapamaz fenâ rüya görüyorum.

Penbe merakla soruyor:

— Nasıl rüya, Rabia?

Çingene için her rüya, bilhassa vakti yakın gebe kadın rüyası mutlak bir mânâ ifade eder. Mutlak çıkar.

— Rüyamda beyaz sarıklı, koskocaman birini görüyorum.

— Tövbe estağfurullah!

Rakım ve Penbe yakalarına tükürdüler, kapıda duran aşçı kadın haç çıkardı.

— Tıpkı büyükbabama benziyor. Başındaki sarıktan kaşlarına kadar hep o. Göz kamaştıran kızıl bir aydınlık ortasında duruyor. Büyükbabam'ın anlattığı ahret azapları hep orada. Görmüyorum ama, hissediyorum, hep aynı şeyi söylüyor...

Rabia'nın boğazına kuru bir hıçkırık takıldı, elleri karnının üstünde, "Bu kadının çocuğunu ateşe atın!" diye haykırıyor.

Rakım, Rabia'yı teskine çalışıyor:

— Merak etme, yavrum. Yatarken İmam'ı düşünmüş olacaksın. Bu günlerde çocuk gibi oldun. İmam'ın çocukken bebeğini ateşe atması hikâyesini bana geçen gün söylüyordun. Rüyana girmiş.

— Doğru Amca...

Osman gözlerini kıstı.

— Mutlak sen benim odamda Dante'nin Cehennemi'ninresimlerine baktın.

— Vallahi bakmadım. Bilmiyor musun, ben hiç fenâ resme bakmıyorum.

— Beni dinle. Yatarken Vehbi Dede'yi düşün. O sana herkesten çok sükûn verir. Onun dininde azap, cehennem yok.

— Doğru, doğru... Neden bunu şimdiye kadar aklıma getirmedin?

Osman'ın bu sözü azıcık ona sükûn verdi. Vehbi Efendi gene Konya seyahatine çıkmamış olsa, hemen onu yarın çağırtacak. Onu sık görse bu eski meş'um teessürlerin pençesine düşmeyecek. Bu günlerde değil beş vakti, hattâ nafile namaz kılıyor, başı seccadeden kalkmıyor. Ölmemek için, selâmet ile kurtulmak için her dakika dua ediyor.

Hepsi onun taşlıkta ayak seslerini dinlediler. Hepsi susmuş ve endişeliydi. Fakat Penbe hepsinden daha endişeli. Gözleri dışarı fırlamış. Tavrında esrarlı bir hal var. Sesini alçaltmış, söylüyor:

— Kız âdetâ uğramış... İyi saatte olsunlar, tu, tu, tu...

— Sus, şom ağızlı, kara cadı!

Rakım hiddetlenmiş, Penbe'yi boğacak gibi bakıyor.

— Niye susacakmışım? Senin cüce aklın böyle şeylere erer mi sanki? Her gebe kadına cin, peri musallattır. Rabia'nın perisi hele, bir gâvur. Bahçe köşelerine şerbet döktüm, okuyuculara o kadar horoz götürdüm, her akşam tütsü yakıyorum. Domuza kâr etmiyor... Kâfirin ağzının tadını verdim ya!

Osman güldü:

— Nasıl verdin, Penbe Teyze?

— Nasıl mı? Hani şu baston sapı kafalı doktorun verdiği ilaç yok mu? Onu tepesinden aşağı döktüm.

— Tepesini nerede gördün, Teyze?

— Görmek lâzım mı? Görmüş gibi biliyorum. Geceleri kızın penceresinin altında... Ya Allah dedim, beş altı kaşık acı ilaç attım...

Sustu. Başını salladı:

— Keşke elim kırılaydı... Ah kahpe, orospu Penbe...

Kara ellerini kafasına vuruyor, gözleri nedamet yaşlarıyla dolu: "Kâfirin damarı tutar da kızı çarparsa bir daha, bir daha iflâh olmaz. Hiç iflâh olan lohusa yoktur..."

Rakım onu dinlerken yavaş yavaş gözleri fincan gibi büyümüş, şimdi sandalyesinde ayakta, yumruklarını sıkmış, kendinden geçmiş, bağırıyor:

— Seni kâfir, hain, imansız Çingene seni!.. Kız bir kurtulsun seni bir gün yaşatmayacağım! Kara gırtlağını sıkıp geberteceğim!

Osman, Rakım'ı tuttu, oturttu:

— Kendine gel, Rakım Amca... Penbe Teyze'nin döktüğü ilaç bromürdür. Sinir ilacı... En azgın perilerin sinirlerini bile uyuşturur.

Odanın beyaz perdeleri üstünden birkaç ziya dalgası geçti. Bahçeden biri feneri sallaya sallaya yürüyordu. Anlaşılan Penbe-Rakım kavgasının gürültüsünden hiçbiri kapıyı duymamışlardı.

Osman kalktı:

— Teyze, paltomu ver. Ağabey gelmiş olacak. Ben kahveye çıkıyorum.

Sokakta soğuktan parmaklarının ucu sızlıyordu.

Ağabey'le omuz omuza yürüdüler. Fenerin ışığında, tepelerindeki kurşun renkli göğün daha aşağı, daha tepelerine doğru inmiş olduğunu hissediyorlardı. Âdetâ barut renginde kalın, ağır bir örtü gibiydi. Ağabey:

— Kar fırtınası geliyor, dedi.

Kahvenin kapısı açılır açılmaz her köşeden "Akşam şerifler hayır olsun!" sesleri çıktı. O gece kahve doluydu. Fakat yüzler pek seçilmiyor. Sigara dumanı, sisi kahvenin her köşesini bürümüş. Camlar hamam penceresi gibi terliyor. Tezgâhın yanından fincan tabak tıkırtısı, semaverden akan sıcak su fışıltısı, her köşeden gelen nargile gürültüsüne karışıyor. Çırak ellerini kırmızı beyaz yollu peştemalın altından çıkardı, gelenlerin yüzüne bakmaya bile lüzûm hissetmeden ocağa seslendi:

— Bir şekerli, bir sade.

Kahvenin çerçeveleri, kapı aralığı sıkı sıkı kapalı. İçeri bir tek nefes hava girmiyor. Keskin bir kahve kokusu, tömbeki ve tütünle, ağır bir nefes kokusuyla karışmış, adamın burun deliklerinden ciğerlerine giriyor.

Osman o akşam az konuştu. Rabia'nın vaziyeti, anlattığı rüya, sokaktaki sıkıntı onunla kahveye kadar gelmişti.

Birdenbire rüzgâr çıktı, kapı, cam, çerçeve yerlerinden oynadı. Herkes birdenbire:

— Kar fırtınası, dediler.

Osman duramadı, kalktı. Rabia fırtınadan biraz sinirlenirdi. Onun yüzündeki endişe ve yeis azıcık da kahve halkına sirayet etmişti. Âdetâ o murdar kokulu, ağır havalı yere Rabia'nın hayali de Osman'la beraber gelmişti. Herkesin zihni Rabia ile meşguldü. Günü artık gelmiş, bugün yarın zavallı kadının karnını yaracaklar...

Osman kahveden çıkarken mahşerî sükûtta, mahşer! Bir muhabbet ve şefkat hissetti. Herkes yanındakinin kulağına yavaşça, "Allah kolaylık versin..." diye fısıldamıştı.

Sokakta feslerini muhafaza için çıkarıp ikisi de koltuğuna aldı. Fener birdenbire sönmüştü. Sabit Beyağabey onu kolundan yakalamış, götürüyordu. Tepelerinde saçakları yerinden koparacak gibi rüzgâr sallıyor, Osman her an tepesine bir baca uçup düşmesine muntazır.

Mutfakta lâmba yanıyor. Rakım mangalın başına oturmuş, sigara içiyordu.

— Ne haber, Rakım Amca?

— Güzellik... Yukarıda çıt yok. İstersen otur, sen de bir sigara tellendir.

— Yok, çıkayım. Belki Rabia uyanır. Ne rüzgâr, ne rüzgâr!

— Bir şey lâzım olursa ben mutfaktayım. Fırtına uykumu kaçırdı.

Daha doğrusu Rakım o hafta çok az uyumuştu. Üst katta, İmam'ın vaktiyle yattığı odada yatıyordu. Son hafta zihni, İmam'ın, Rabia'nın çocukluğunda oynadığı umacı rolü ile meşguldü.

Bilhassa Rabia'nın rüyası, Çingene'nin hezeyanları bu akşam onu daha hassas yapmıştı. Yukarı çıksa İmam, beyaz sarığıyla karşısına çıkarak gibi geliyordu.

Bu akşam beklemeye karar verdi. Gözünü yumarsa Rabia'yı alıp götüreceklermiş gibi korkuyordu. Şimdi Osman'ın yukarıda olması onu hayli teskin etti. Sigara elinde daldı.

Rüya görmeye başladı. Hep Rabia. Uzun örgülerini sallaya sallaya, elinde zerzevat sepeti dükkâna geldiği gün. Tevfik'in çılgınlığı... Rabia'dan fazla rüyasını Tevfik işgal ediyor. Kadın gibi yumuşak kestane rengi gözleri yaşlı, "Korkma Tevfik, ben varken Rabia'nın kılına zarar gelmez," diye onu temine çalışıyor.

Fırtına dışarıda azıyor. Kiremitler birbirine giriyor.

Bu takırdı, uyuyan cücenin dimağında eski Ramazan davullarını canlandırıyor. Mahalle çocukları bir ağızdan bağrışıyorlar:

— İşte geldi, işte gidiyor; işte geldi, işte gidiyor, dum, dum da, dum dum. Dum dum da, dum dum!

Kim geldi? Kim gidiyor? Rabia mı?

Şimdi rüzgâr mutfağın teneke yağmur borularını yerinden söküyor. Hayır, Rabia tef çalıyor. Dönüyor, dönüyor, kırmızı topuklu beyaz çoraplı ayağı cüceye tekme atıyor. Ve cüce bir maymun. Ceviz kırıyor, taklak atıyor, çığrıyor. Daha çabuk, daha vahşi...

Yukarıda Osman bir sandalyeye ilişti, Rabia'nın yüzüne daldı. Gece kandilinin sönük ışığında kızın yüzü pek seçilmiyor ama, heyet-i umumiyesi garip. Mütemadiyen atılıyor, sıçrıyor, inliyor.

Rüzgâr, rüzgâr! Evin temelleri sökülüyor gibi sarsılıyor. Kör bir gazap, deli ve korkunç bir kudret boşanmış, yeryüzünde ne varsa tırnaklarıyla söküp atacak gibi kudurmuş.

Osman sobaya odun attı. Gözleri alevde durdu, düşündü. Rabia ölecek mi? Ölürse onun Sinekli Bakkal hayatı sonuna erecek. Belki bu gece bu hayatın son safhası. Bir buçuk senelik müşterek hayat. Vak'a ile dolu... Osman'ın hafızasında uyanan sahnelerin hepsi saadetle dolu. Sanki hiç fenâ bir gün geçirmemişler. Rabia ile, belki bu akşam kapanacak olan ömürleri o kadar güzel ki!

Rabia durmadan inliyor. Boğazını yırtarak çıkan bir inilti. Lâmbayı yaktı. Kızı uyandırmaya karar verdi.

Yatağa yaklaşır yaklaşmaz birdenbire geri çekildi.

Rabia'nın güzel yüzüne geçen korku ve ıstırap maskesini bir daha unutmayacaktı. Ölüm darbesinden kendini korumak için sinen, kaçamayıp da donmuş gibi kalan zavallı bir hayvan gibi tortop olmuştu. Yüzü takallûs etmiş, şişmiş, rengi mosmor. Gözleri açık. Biri küçülmüş, öteki kenarına kaçmış. Biri ölü gibi, öteki renkli bir cam parçası gibi ışıldıyor.

— Rabia, Rabia, Rabia!

Osman onu sarstı, sarstı. Fakat duymadı. Uyanmadı.

Ağrı ile beraber doktorun tahmin ettiği ıspazmoz da gelmişti. Aşağıya koştu. Rakım'ı iki omzundan yakaladı, silkti, silkti. Ye Rakım, Tevfik'in kızıyla oynadığı mesut maymun rüyasından uyandı.

Evde şimdi baştan başa lâmbalar yanıyor, sağa sola seğirten ayak sesleri var. Rabia'nın bileklerini kolonya ile ovan Osman'ın kulakları dışarısını dinliyor. Araba sesi bekliyor. Fakat zaman artık durmuş, fırtına azıyor... Zaman durmuş... Rabia'nın güzel yüzünü örten bu kâbus maskesiyle ebediyen karşı karşıya kalmak...

Rabia, vücudunun her tarafını saran lâtif bir sıcaklıkla kendine gelmeye başladı. Bir banyoda idi. Yaşlı bir kadın başını tutuyordu. Bu, Doktor Salim'in getirdiği bir hastabakıcı idi. Bir horoz öttü. Beyaz bir ışık perdeleri aydınlatmaya başladı. Odada hâlâ lâmba yanıyordu. Odaya insanlar girip çıkıyor. Birisi fısıldıyor: "Oda hazır." Karşıki odayı ameliyat için hazırlıyorlar. Şimdi, şimdi...

Banyodan çıkarıldığını duydu. Bir tek acı, yıldırım gibi içine indi. Dimağı aydınlığa doğru gitmek isterken karnını ve belini koparan bu acı onu gene kirpi gibi büzdü. Koluna bir iğne battı, burunda tatlımsı bir koku. Sonra boşluk, boşluk...

Kırmızı kiremitler bembeyazdı. Kar lapa lapa iniyor, camlara yumuşak birer kanat gibi yapışıp kalıyor.

Osman'ın sobası gürül gürül yanıyor. Doktorlar kahvaltı ediyor. Osman koltuktan onları seyrediyor.

— Oğlunuz mûsikî-şinâs olacak, Cher Maître, annesi kloroform altında bidüziye şarkı söyledi. Müzikalı ameliyat... Ha ha ha!

Bunu Doktor Salim söylüyordu. Fakat Osman o müzikalı ameliyatın her anını biliyordu. Kapının dışında durmuş, dinlemişti. Rabia ne garip sesler çıkarmıştı. Bunların bazıları mûsikî olabilirdi. Mevlid'in "Doğum" parçası, mukabelelerinden yerler ve hepsinin arasında o iki buçuk ham, haşin ses... Define getiren perinin türküsü.

— Yaşayacağına emin misiniz?

Doktor Kasım'ın kuru sesi cevap verdi:

— Doktorlar tekrarı sevmez.

Doktor Salim güldü:

— Siz ona bakmayın. Onun çoluğu çocuğu yok...

Evet, yaşayacak.

— Rabia yataktan kalktığı gün ikinizi de davet ediyorum. Karı koca size konser vereceğiz. Rabia'ya Tılsımlı Kuyu'dan define havasını söyleteceğim.

— O da hangisi? Arada sırada çıkardığı kuyu çıkrığına benzer sesler mi?

— Evet. Dün akşam onu fırtına orkestrasıyla söyledi.

23

Temmuz ayında 1908 İhtilali oldu. Kör bir gazap borası gibi esti. Asırların kurduğu müesseselerin köklerini söktü. Ağaç devirir gibi zalim devirdi. İçtimaî ve siyasî nizam ve intizamı alt üst etti. Öyle bir kargaşalık oldu ki kim kimdir, ne nedir ayırt edilmez oldu. Ve eski rejim sürgünleri vapur vapur gelmeye başladılar.

Bu vapurların birinde Tevfik de vardı. Sırtını güneşe vermiş, ayaklarını uzatmış güvertede keyfediyordu. Bir saat sonra limana gireceklerdi.

O vapuru dolduran sürgünler arasında yalnız ve yalnız ailesiyle zihni meşgul olan Tevfik'ti. Ötekiler birdenbire başlarında esen şöhret rüzgârıyla sarhoştular. İstanbul'dan Padişah, hain diye tekme tokat fırlatılmış, atılmışlardı. Şimdi hepsi birer kahramandı. Hattâ siyasî sebeplerden değil, adî cürümlerden, sırf dolandırıcılık, şantaj yapıp da İstanbul'dan atılanlar bile bugünün şeref ve şan güneşinde ısınıyorlardı.

İçlerinde bir açıkgöz Çanakkale Boğazı'nı geçerken parlak bir fikir buldu. Para edecek bir fikir. Öteki sürgünlerle konuştu. "Siyaset mağdurları" cemiyetini kurdu. Böyle bir cemiyet için platform, siyasî esaslar falan lâzım değildi. İntihabatta halk onları, ne düşündüklerini, neye inandıklarını sormadan intihap edecekti. Yegâne yapacakları şey sokakta bir gaz sandığının, yahut bir sandalyenin üstüne çıkıp sürgünde çektiklerini azıcık mübalağa ile süsleyerek anlatmak... Ondan sonra mebusluk... Ondan sonra bol maaş ve imtiyazlar!

Tevfik'in sırtı güneşte onları dinledi. O vapurda "siyaset mağdurları" cemiyetine yazılması teklif edilmeyen bir Tevfik vardı. Herif soytarı! Artık ondan da mebus olmaz ya...

Nihayet limana girdiler.

İstanbul şehri kollarını açtı, şevk içinde kahramanlarını sardı. Ve Tevfik İstanbul'u görür görmez bir çocuk gibi ağlamaya başladı.

Rıhtıma nasıl çıktı? Bunu kendi de fark etmedi. Bir insan denizinde yüzüyor gibiydi.

Kalabalığın arasında gözüne Sabit Beyağabey'in yüzü ilişti. Arkasına Sinekli Bakkal'ın bütün aşina simaları toplanmıştı. Bütün Sinekli Bakkal sokağının hürriyet kahramanını karşılamaya gelmişti. Tevfik sağa sola omuz vurarak onlara yanaştı.

Ağabeyonu görür görmez emir verdi. Sinekli Bakkal boğazını yırtarak bağırmaya, alkışlamaya başladı. "Yaşa şa şa..." Nâra, nâra üstüne!

Tevfik bu tezahürattan o kadar ürkmüştü ki saklanacak yer arıyordu. Şimdi Sinekli Bakkal delikanlıları şişman bir adamı tuttular, omuzlarına kaldırdılar. Bir ayağı bir omuzda, öteki ayağı başka bir omuzda, elinde bayrak, bir adam... İhtilal günlerinin düzine düzine ortaya çıkardığı sokak hatiplerinden biri. Sabit Beyağabey onu Bayezid'de dinlemiş, yeni rejimi en çok hararetle, taşkın ve coşkun şakşakladığı için çok beğenmişti. Bugün de tutmuş Tevfik'in şerefine nutuk etsin diye getirmişti. Mahalleli hatibe on sarı altın v'ad etmişti. Hatip:

— Ben hürriyet âşığı Sinekli Bakkal'ın yetiştirdiği bir halk kahramanını alkışlamaya geldim, diye başladı. Sesi gürdü, kuvvetliydi.

Sinekli Bakkal grubunun dışındaki kalabalık bile yanaştı, durdu, dinledi.

— Geçen istibdat ve zulüm devrinin mazlûmu olan bu kahraman, bizleri kurtaran şanlı, hürriyet kahramanlarından biri (eliyle Tevfik'i gösteriyordu), sen ey hürriyet ve adalet âşığı! Senin huzurunda yemin ediyorum ki hürriyetimizin senedi olan Meşrutiyet'e kim el uzatırsa, ben onun bu ellerle gırtlağını sıkar, anasını ağlatır, iki gözünü birden patlatırım!

Hatip ellerini, hürriyetin gönüllü muhafızı pençelerini halka uzattı. Kısa parmaklı, geniş kıllı ve korkunç iki el... Tevfik, Gözpatlatan Muzaffer'in ellerini tanıdı.

Sendeledi. Hapishanede gözlerinin önünde binbir yıldız uçuran bu eller hâlâ kulak tozunda şaklıyor, tepesini yumrukluyormuş gibi geldi.

Sinekli Bakkal kafilesinden iki kişi arkadan geldiler, koluna girdiler. Biri Vehbi Efendi, öteki Osman'dı.

— Bu herif burada ne arıyor?

— Meşrutiyet hatibi... Yeni idareyi alkışlıyor.

— Ne, ne?

Osman kolundan çekti:

— Kalabalıktan çıkalım.

— Rabia nerede?

— Torununu süslüyor... Ana oğul Sinekli Bakkal kahramanını bekliyor.

— Torun... Torun...

Tevfik'in gözlerinden iki yaş yanaklarına damladı.

Vehbi Dede dedi ki:

— Hayal takımına bir çocuk ilave edersin, Tevfik!

27 İkinci Teşrin (Kasım) 1935

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top