22
19
İmam'ın evi damından temeline kadar tamir edildi.
Kiremitler değişti, duvarlar, kafes tamiri yapıldı, badanalandı, kapılar, tavanlar boyandı. Polis karakolu kadar mahallelinin çekindiği, ürktüğü bu bina birdenbire çok sevimli oluvermişti. Avlu kapısı sabahtan akşama kadar açık; dülgerler,rençberler alay alay girip çıkıyor. Çekiç, testere sesi Sinekli Bakkal'ın her tarafından işitiliyor. Bu kadar esaslı tamir Sinekli Bakkal için yepyeni bir tecrübe. Gerçi her erkek damını yılda bir kere aktarır, her kadın biraz kireç alır, hiç olmazsa mutfağını badanalar, fakat evlerin dışı yirmi senedir hiç değişmemişti. Saçaklar çarpık çurpuk, damlar mutlak kar yağınca akar.
İstanbul Bakkaliyesi sahipleri yapıya mutlak günde bir defa uğruyorlardı. Yapı ve tamir, insanların istikbale imanını gösterir, onun için şevk veren bir şeydir. Ve bu şevk, mahalle çocuklarına bile sirayet etmişti. Artık sokakta hep ev yapmak oynuyorlar. Kadınlar koltuklarının altında sepet yahut eski bir çuval, tahta parçası toplamak için yapının etrafında dolaşıyorlar, bazısı da eski bir gaz tenekesine biraz kireç koyuyor, kümesini yahut mutfağını badanalamak için götürüyor. Yapı ilerledikçe yeni sahiplerinin, genç ve neşeli ruhları cephesinde hissediliyor. İmam'ın ahiretle, cehennemle, gamla, kasvetle dolu ruhu kayboluyor.
Mahalle, Rabia'nın ecdattan kalma evine geçmesini tabiî buldu. Kız gözlerini dünyaya orada açmamış mıydı? Bu tamir ve yapı için de Osman'a minnet hissediyorlar. Ne kadar acı ve sıkıntılı hatıralarla dolu olursa olsun, gene o ev, Sinekli Bakkal'ın biricik üç katlı evi. Bir nevi mimarî abidesi.
Ve bu günlerde mahallelinin Rabia'ya muhabbeti arttıkça artıyor. Rabia gebe ve gebe kadınların âdetâ kudsî bir vaziyet aldıkları bir küçük arka sokakta yaşıyor. Rabia dünyaya zürriyet getirecek. Ve bir kadın bu yaratıcı devresinde en yüksek hakların sahibidir. Halbuki Rabia'nın vaziyeti biraz daha husûsî. O bir imamın torunu. Gerçi imamı hayatta iken hiç sevmemişler, korkmuşlar. Fakat ne de olsa dinle, merasimle münasebeti olan bir adam, ölüm, doğum hadiselerinde mevkii olan bir adam. Bütün bunların arasında Osman'a en garip gelen şey, Rabia'nın gebeliğinden herkesin o kadar tabiî ve açık bir surette bahsedişi. Hattâ bir gün Sabit Beyağabey kahvenin ortalık yerinde:
— Rabia Abla'yı mahalleye imam yapsak nasıl olur, dediği zaman mahalleli derhal:
— Kadınların imam olması âdet olmamış, fakat inşallah oğlan doğurursa, onu imam yaparız, cevabını vermişlerdi.
Ve Rabia'nın çocuğunun, belki müstakbel imamın babası diye Osman'a şefkat ve husûsiyyetleri daha fazla oluvermişti. Bunda biraz Osman'ın külhani takımına söz geçirmesinin, mahalle kavgalarını, geçimsizliklerini bir sulh hâkimi dirayetiylehalletmesinin de tesiri olmuştu.
Fakat Osman'ın ev hayatı çok dağdağalı, rahatsız bir şekle girmişti. Evin saati saatine uymuyordu. Rabia bambaşka bir kadın oluvermişti. Penbe'nin ona muamelesi âdetâ Meryem Ana'ya yapılan muamele...
Osman, Rakım'la yalnız kalınca başından fesini çıkardı, attı.
— Of, dedi. Şimdi Yusuf Neccar'ın Meryem'in kocası olmaktan neler çektiğini anlar gibi oluyorum.
Rakım pufladı.
— Şükret ki ben varım, Osman. Ben şımarık karının yularını arada çekmesem sen bu diyarda gebe kadın kocası olmanın ne ahret azabı olduğunu görürdün.
Hakikat, Rakım'ın Rabia'nın üzerindeki tesiri bu günlerde pek aşikârdı. Kızın eski muvazenesi bozulmuştu. Fazla neşe ile fazla hırçınlık arasında bocalıyordu. Bazân tavan arasında kapanır, saatlerce yanına ne Osman'ı ne de Penbe'yi sokar. Kızın bu hareketi biraz da makuldü. Gebelik alâimi her zaman hoş değildi. Cins bir kedi gibi hastalığını etrafından saklamak ihtiyacını hissediyordu. Fakat ona rağmen Rakım istediği an yanına girebiliyor, hattâ istediği gibi çıkışıyordu.
Bir akşam sofrada Rabia'ya bakarak yakasını silkti. Sonra Osman'a dönerek dedi ki:
— Sen "aşermek" diye bir lâkırdı vardır, mânâsını bilir misin, Osman?
— Hayır.
— Bunun kadınlara göre mânâsı ellerine fırsat girdi diye kocalarını Haymana beygiri gibi kullanmak, canlarından bıktırmak. Yalnız kocalarına olsa... Dünyanın başına belâdırlar.
Rabia güldü.
— Osman'a senin başına geleni anlatsana, Amca.
— Dinle, oğlum. Orta oyununun en meşhur cücesi olduğum günlerdeydi. Kadıköyü'nde otururdum. Bir gün bir sokaktan geçiyordum. Kafesin arkasından bir ses duydum: "Kardeşim, bir taklak atar mısın?" Kendi kendime, "Benim şu meşhur yandan taklaklarıma âşık bir kahpe olacak," dedim. Geçmek istedim. Kafesin arkasındaki ses horozlandı: "Kadın taklağına aşeriyor. Elâlemin kadınına çocuk mu düşürteceksin, ayol!" Geçenler hep başıma toplanmıştı. Anladım ki olmayacak. Hemen sokağın bir başından bir başına taklak atmaya başladım. Karı kafesin arkasından gülmekten katılıyor ve bidüziye bağırıyordu: "Bir daha, bir daha..."
20
Aklı, fikri tamamen, yeni evin hazırlığında olan Osman, yavaş yavaş Rabia'nın sıhhatindeki değişikliğin farkına varmaya başladı. Kızın yalnız vücudu değil, dimağı da hastaydı.
Rabia gece uykularını tamamen kaybetmişti. Karanlık basar basmaz garip bir rahatsızlık duyuyor; içi içine sığmıyor. Esasen gebelik herhangi kadının şuurunun alt tabakalarına tehlikeli bir tesir yapar. Bu Rabia'da daha pek çok şiddetli olmuştu. Zihni temerküz kabiliyetini kaybetmiş, donuk, uyuşuk bir vaziyet almıştı. Şuurunun alt tabakasındaki şekiller ve hisler bir divanenin zihnindeki birbirine raptı zaptı olmayan hezeyanlar gibi faaliyete gelmişti. Uyumaya korkuyordu. İradesinin dimağına hâkim olmadığı zamanlar kızın kafasının içi elektrik salınmış bir deniz dibi gibi. Kâbuslara rahmet okutacak korkunç şekiller harekette.
Gündüzleri daha iyiydi. Hâlâ derslerini vermekte ısrar ediyor, hâlâ fazla hasta olmadığı günler şehrin bir ucundan öbür ucuna gidiyor. Akşamları bîtap dönüyor, ağzını açıp bir tek lâf söyleyecek takati kalmıyor. Artık insandan ziyade bir gölgeye benzemişti. Vücudu bir yığın ince kemik. Göz kapakları şiş, gözleri ışıkta kamaşıyor, yeni doğmuş çocuk gibi mütemadiyen gözlerini kırpıştırıyor.
Osman doktor getirmek için ısrar ettikçe o, kocasının zihnini başka bir noktaya çevirmenin yolunu buluyor. Hep yeni evden bahsediyor.
Evden işçiler çekildi. Avludaki taşları söküyorlardı.
Osman orasını bahçe yaptıracaktı. Ve evin boyaları kuruyunca Osman orasını tanzim edecek.
— Aman, mahalleliyi bize güldürecek kadar alafranga olmasın, Osman.
— Neden bu kadar mutaassıpsın Rabia, alafranga deyince kendinden geçiyorsun.
Taassup? Hiç de mutaassıp değildi. Yalnız güzellik ölçüleri başkaydı. Onca, güzellik, genişlik, ışık, açıklık, sadelik demekti. Osman'ın güzellik ölçüleri daha karışık, daha zıt unsurların imtizacından hâsıl olan şey. Bu ikisinin arasında ebedi Şark ve Garb davası. Şimdiye kadar bundan, yalnız mûsikîden bahsederken haberdardılar. Şark, tek melodiler medeniyeti... Garb, orkestra ve senfoni medeniyeti...
Rabia'nın bütün bunlar esasen berraklığını kaybeden zihnini pek fenâ yoruyordu. Artık Osman'ın her dediğini kabul ediyor. Gözlerini açmadan "Olur, olur," diyor.
— İki gözüm, Penbe Teyze artık hem yemek, hem yedi odalı evi temizleyemez. Benim eski aşçı Eleni'yi tutmak istiyorum. Hem ev hazırlanırken temizler, yardım eder.
— Olur, olur.
Bir sabah Rabia yataktan kalkamadı. Osman evden fırladı. Kanarya'ya gitti. Kendisi doktor getiremiyor, karısından korkuyordu.
Kanarya dinledi, güldü ve hemen o gün iki mütehassısdoktorla Sinekli Bakkal'a geleceğini söyledi. Yalnız Osman biraz ortalıktan çekilsin. Kanarya muayenede hazır bulunacağı için Rabia'nın itiraza mecali kalmayacaktı.
O gün göz kapakları her zamandan şiş, kulakları uğulduyor. Fakat Rabia gene Kanarya'nın getirdiği iki doktorun husûsiyyetlerini seziyor.
Bunlar Doktor Kasım'la, Doktor Salim. Türk doktorluğuna Alman fennini, biraz da katılığını getiren iki meşhur sima. Biri dahiliyeci, öteki ebe.
Dahiliyeci Kasım'ın bıyıkları tıraşlıydı. Ve bu Rabia' nın gördüğü ilk bıyıksız adam olduğu için pek yadırgadı. Baston yutmuş gibi dimdik duran bir adamdı. Yüzünde –gençliğine rağmen– örümcek ağı gibi birbirine girmiş çizgiler vardı. Lâkırdıları tek tek, mitralyöz ateşi gibi. Bir Alman taburuna kumanda eden Prusya zabiti gibi konuşuyor. Beyaz, dikkatle manikürlenmiş elleri, titreyerek, kumanda gibi ağzından fırlayan lâkırdıları işaretleriyle itmam ediyor.
— Rahat duralım, kımıldanmayalım, nefes alalım, almayalım, diye emirler veriyor. En büyük zulümleri bile mübalağalı bir nezaket arkasında yapan bu muhite bu, ne kadar yepyeni bir şeydi. Tıpkı Almanya'da olduğu gibi kızı, çıplak muayene edeceğini söyleyince zavallı Rabia'nın nefesi tıkandı. Yüzü mosmor kesildi.
İkinci muayene eden adam Rabia'yı o kadar korkutmadı. Yumuşak, dost gözleri, uzunca genç bir sakalı vardı. Rabia'nın gözleri bu sakala cankurtaran gibi yapıştı kaldı. Muayene bittikten sonra ikisi de odadan çıktılar. Kanarya onu tekrar giydirdi, yastıklarını düzeltti, yatırdı. Ve hemen doktorların ne teşhis koyduklarını anlamak için karşıki odaya çekildi.
— Kocan doktorların yanında.
Kanarya'nın odaya girdiğini duymuş, fakat gözlerini açmamıştı. Yüzünde dargın bir hasta çocuk hali vardı.
— O ak ağa kılıklı doktoru mutlak Osman çağırmıştır. Bu ne kepazelik...
— Şişştt... Utanmıyor musun? Zavallı adama neden bu kadar eziyet ediyorsun? Üzüntüden saçları bu günlerde daha çok ağardı.
— Peki ama gebelik hiçbir kadının başına gelmemiş mi? Bu kadar telâşa, dandiniye ne hacet!
Kanarya öksürdü.
— İdrarında albümin olduğunu zannediyorlar. Tahlil ettirecekler. Çok sıkı perhize lüzûm var.
— Hepsi bu kadar mı?
Şiş kapakların altından iki bal rengi ışık çizgisi Kanarya'nın yüzünü tetkik ediyor. Kadının sıkıldığı besbelli. Gözlerini pencereye çeviriyor.
— Aşağısını pek dinleyemedim. Kocan gelir, sana anlatır.
Şimdi bir ayak evvel savuşmak istiyormuş gibi Rabia'nın iki yanaklarını hararetle öpüyor. Kolları kızı, muhayyel bir tehlikeden korumak istiyormuş gibi boynunda her zamandan fazla kalıyor. Ve gidiyor. Yalnız kapıyı kaparken başını çevirip sesleniyor:
— Aklını başına al, doktorların dediğini yap.
Rabia gene gözlerini sımsıkı kapamış dinliyor. Karşıki odada ne konuşuyorlar? Nihayet kapı açıldı. Sofada Osman doktorlarla konuşuyor. Fakat hep Fransızca.
Osman içeri girince gene şiş çerçeveleri içinden iki ince bal rengi ışık hattı onu süzüyor. Osman, Kanarya kadar da kendine hâkim değil. Sabırsız, hiddetli... Kaşları çatılıyor, sert küçük elleri zihninden, birine bir şey anlatmak istermiş gibi, tehdit eder gibi mütemadiyen işaretler yapıyor.
— Doktorlar ne dedi, Osman?
Kanarya'nın dediklerini tekrar etti, güldü. Fakat gözlerinde facia var.
— Mutlak başka bir şey de söylediler...
Bunu söyler söylemez, ışık çizgileri kapandı. Alacağı cevaptan korkuyordu. Osman yatağın kenarına ilişmiş, tabiî Kanarya'nın kolu gibi onun kolu da kızın omzunda himaye eder gibi duruyor.
— Evet, bir şey daha söylediler. Beni iyi dinle, Rabia. Çocuğu almak için bir "operation cesarienne"e ihtiyaç olduğunu söylediler.
Bu ne müthiş kelime!..
— O da ne demek oluyor?
— Gözlerini niye öyle sıkıyorsun, Rabia? Çölde fırtınadan kaçmak için başını kuma sokan deve kuşuna benziyorsun. Bu, o demek ki... Yani bizim çocuk dünyaya yanlış kapıdan girmek istiyor. Karnını yarıp çocuğu almak lâzım. Halbuki şimdi...
— Düşürürsem karnımı yarmak lâzım değil... Bu karın yarma ameliyatı tehlikeli bir şey mi?
Hâlâ gözler sımsıkı kapalı, ses sakin, fakat yalnız şişik ve kısık yüzünde değil, bütün zavallı zayıf vücudunda korkunç bir intizar var. Bir ok gibi gerilmiş.
Osman yalvarıyor. Köpek gibi yalvarıyor. Ameliyattan kurtulan kadınlar var... Fakat tehlike de var. Ne kadar küçük olursa olsun Rabia'yı o tehlikeye maruz bırakmaz. Osman'ın kalbi parça parça oluyor.
Bu kızı şimdi, farz ettiğinden milyon kere daha fazla sevdiğine kani. Ölürse Osman'ın ömrünün ışığı sönecek. Bir kadın gibi ağlıyor. Bir sevgiyi darağacından kurtarmak için binbir delil ile müdafaa eden bir avukat talâkatiyle, ihtirasıyla söylüyor.
Fakat Rabia onu dinlemiyor. Varlığından bile haberdar değil. İçinde korku var, ölüm korkusu... Yaşamak o kadar tatlı ki... Hattâ gözyaşları, ıstıraplarla dolu olduğu zaman bile güzel. Ve Rabia öyle genç, öyle canlı ki. Damarlarındaki kan ezelî bir akıntı gibi vücudunda dolaşıyor, hayat vücudunun her zerresinde gümbür gümbür atıyor.
Yaşamak için rahmindeki yeni hayatı öldürmek lâzım... Fakat onu bu defa öldürürse bir daha ana olmak ona nasip olmayacak. Ve kendi eliyle, kendini ebediyete götürecek olan biricik köprüyü yıkmış olacak.
Rahminde, durgun sularda ağır ağır kımıldayan bir ahtapot hareketi var. Yeni hayat ölümden sığınacak bir siper arıyor gibi... O henüz şekilsiz ve isimsiz olan hayat...
Rabia'nın kapalı gözlerinin önünde bir eczane camı belirdi. İçinde bir dizi pul şişe... Ve şişelerin içindeki kirli, sarı, bulanık ispirtolarda, kolu, bacağı, ağzı, burnu belirsiz, gözleri açılmamış, insan olmaya yeltenen et parçaları... Şişelerin üstünde kenarı kırmızı çizgili yaftalarda "Üç aylık cenin" yazılı.
Gene Rabia'nın kapalı gözlerinin arkasında şişeler binlerce arttı... İçlerindeki ispirtolar birer havuz gibi. İçlerinde şekilsiz, sakil,gözleri kapalı ceninler yüzüyor... İğrençliklerine, çirkinliklerine rağmen Rabia'nın bütün varlığını merhamet ve rikkat dalgalarında boğdular. Çatırdayan dişlerinin arasında:
— Saçı bitmeden, gözü açılmadan, gün görmeden yavrumu öldürmeyeceğim... Düşürmeyeceğim... (Sesini vahşi bir irade kavradı.) Ve ve... Bin defa karnımı yarsalar ölmeyeceğim... Ölmeyeceğim...
Israr, yalvarmak, tehdit... Bunların hepsi nafile olacak. Rabia'nın zavallı gırtlağını parçalaya parçalaya çıkan lâkırdılarda öyle bir azim var. En iyisi onu teskin etmek, teselli etmek olacak...
— Allah esirgesin, niçin öleceksin... İnşaallah sağ selâmet kurtulursun!
Rabia nihayet gözlerini açtı. İçlerindeki ışıltı Osman'ı birdenbire titretti. İninin önünde, yavrusunu avcılara karşı müdafaa eden dişi kaplan gözlerine benziyordu. Ve şiş kapakları arasında dişi kaplan gözü ışıltısı o gün gözlerinden hiç gitmedi.
O akşam Rabia'ya yoğurdunu eliyle yedirip kâseyi yere koyunca Osman:
— Bu gece sokağa çıkacağım, Rabia. Geç kalırsam merak etme, dedi.
— Peki, peki...
Sesi kısıktı, dürüşttü. Osman, başka akşamlar kahveye çıkarken arkasından, "Kuzum geç kalma," diye seslenen sesin tatlılığını, yumuşaklığını aradı.
Osman çıktıktan sonra Rabia, Penbe'yi hemen konağa yolladı. "Hanımefendi'ye doktorların dediğini iyi anlat, Teyze..." diyordu.
Esasen, o günün fevkalade vak'asını birine anlatabilmek için Penbe'nin içi titriyordu.
Öyle ya... Karın yarıp çocuk çıkartmak... Bu akla dokunacak, inanılmayacak bir şey. Rabia'dan konağa gitmek lâfını duyar duymaz, yayından fırlayan ok gibi çıktı gitti.
Rabia evde Rakım'la baş başa kalmayı dört gözle bekliyordu. Ömrünün her felâket geçidinde cüce onun en çok güvendiği bir müttefiki olmuştu. O, cüce göğüsteki yüreğe bir pehlivan yüreğinden ziyade güvenilir.
— Lâmbayı söndür. Ayakucuma bir mum yak. Işık gözüme batıyor, Amca.
Rakım bu emrin içini dökmek için bir mukaddime olduğunu anladı. Rabia'nın dediğini yaptıktan sonra bir sandalye çekti, kızın yanına oturdu. Oda loştu. Hastanın yüzünü görmek için eğilmek lâzımdı. Rakım eğildi...
Yüz soluk, avurtlar çökük. Fakat gene o azim ve irade var. Rakım biraz teselli buldu. Ölecek insanın yüzünde böyle canlı bir ifade olmaz. Osman mübalağa ediyor.
Kızın anlattıklarını sonuna kadar dinledi. Kız susunca:
— Öyle ya, bu biçim doğuran kadın çok. Sen kendini üzme, dedi. Fakat gene içi endişeliydi.
— Sen bu ameliyattan sonra yaşayan kadın biliyor musun, Amca?
— Evet... Orta oyununda tatlı su frengi rolüne çıkan bir oğlan vardı. Adı Recep'ti. O da dünyaya yanlış kapıdan girmişti. Fakat anası sağdı. Hem de kadana gibi bir kadındı.
Rabia'nın gözlerindeki yeşil mevceler birer ışık ucu... Rakım âdetâ ürktü. Fakat kızı başıboş bırakmak da doğru değil...
— Peki ama Rabia, neden çocuk düşürmekten bu kadar çekiniyorsun? Çocuk düşürmek her kadının başına gelir. Sen bir kere Zehra Nine'ye sor.
— O nikâhsız peydahlanmış çocukları düşürtür.
— Hiç de öyle değil...
— Nikâhlı nikâhsız... Hattâ piç de olsa çocuğumu düşürmeyeceğim... Anladın mı?
Rakım'ın yüzüne boğazını yırta yırta haykırıyordu.
— Elbet, elbet şekerim...
Rakım sinmişti. Kız âdetâ aklını kaçırmış... Tımarhane delisi! Fakat bu delilik bütün dişi mahlûkatın müşterek olduğu bir delilik. Rakım bu kaçıklığı, hayatın en iptidaî, fakat en esas kanunu diye kabul etmeye mecburdu. Vahşi kavimlerden en medenî cemaatlere kadar hâkim olan analık sevk-i tabiîsi!
— Sen Osman'a azıcık akıl öğret, Amca. Çocuğumu karnımda parçalatmak için başımda dırdır etmesin.
— Merak etme. Dilimin döndüğü kadar anlatırım.
Hasta içini çekti. Sabahtan beri ilk defa olarak bütün varlığının gerginliği biraz gevşemişti.
— Mumu söndüreyim, çekileyim mi, Rabia? Biraz dalsan, dinlenirsin.
— Hayır... ışıksız fenâ oluyorum. Karanlıkta kâbus çöküyor. Tanyeri ağarıncaya kadar uyuyamıyorum. Otur, Amca. Konuş. Uyursam da gitme. Osman gelinceye kadar beni yalnız bırakma.
Cüce sandalyeden yere indi. Cebinden tabakasını çıkaran elleri titriyordu. Biraz sonra hasta yataktan seslendi:
— Annen kimdi, Amca?
— Yüzünü hiç görmedim, şekerim. Benim gibi cin çalığı doğurmak rezaleti ağırına gitmiş, yüreğine inmiş olacak. Ben doğarken ölmüş.
— Konuş Amca; anlat... Çocukluğunu anlat.
Ve oturduğu yerden Rakım anlattı. Sesi yavaş yavaş alçalıyor. Rabia dimağının içinde kurulan bir perdede Rakım'ın çocukluk hayatının sahnelerini birer birer seyrediyor. Komik, fakat gözlerine yaş getirtecek kadar da acıklı!
Birinci sahne: Bir cüce çocuk, bir alay sağlam, toraman, fakat yaramaz ve hissiz oğlan çocuklarla, amcazadeleriyle oynuyor. Cüce çocuğun gözleri bir maymun yavrusu gözü gibi mahzun.
Fakat o kursağına giden yemeği, sırtını örten esvabı hak edebilmek için etrafını güldürmeye, eğlendirmeye mecbur. Geceleri bir odada yattığı amcazadeleri ona uyku uyutmuyorlar. Yorganını çekip kaldırıyorlar. Tekmeliyorlar, dövüyorlar, bağırdıkça gülüyorlar. Fakat cüce çocuk onları en çok gıdıklanırken attığı ince çığlık ile güldürüyor. Kapana tutulan bir fare gibi çığrıyor.
İkinci sahne: Yaramaz, gürbüz çocuklar cüce çocuğun tepesinde, biri karnına oturmuş, biri ağzını tıkıyor, ötekiler koltuğunun ve tabanının altını gıdıklıyordu. Ciyak ciyak sesler. Çocukların babası geliyor. Cüce çocuğu mutfağa atıyor.
Üçüncü sahne: Cüce çocuk yedi yaşında. Fakat iki yaşında gibi el kadar. Bayram. Kırmızı hırkası var. Seviniyor, hırkayı yalnız kaldıkça öpüyor. Şimdi en küçük amcazadesinin, bir yaşında bir kız çocuğunun dadısı. Hemen kendi kadar büyük olan bu kızı inleye sıkılaya taşıyor. Kızın dişleri yarıyor. Bayramlık kırmızı hırkanın üstü salya, dişlerini, cüce çocuğun burnunda, çenesinde kaşımaya çalışıyor... Hırtlak, cırtlak, pis çocuk.
Dördüncü sahne: Cüce on beş yaşında. Amcasının evinden kaçıyor... Bir sürü karışık manzara... Nihayet orta oyunu cücesi... Tevfik'in arkadaşı, dostu. Artık onu müdafaa edecek pazular var, onu sevecek bir insan yüreği var...
Rabia tatlı tatlı gülüyor. On yedi yaşındaki Tevfik... selâmete, saadete çıkan zavallı bir cüce...
Rabia'nın dimağında perde. Uyuyor.
Rakım ömründe bu kadar güzel, bu kadar realite ile bir şey anlatmamıştı. Sigarasını söndürdü. Yatağı dinledi. Rabia rahat rahat nefes alıyor. Belli ki korkulu rüya görmeden uyuyor.
— O kadar üzülecek bir şey yok.
Vehbi Dede gözlerini Mesnevî'den kaldırmadan anlattı ve gözlerini Dede'nin İsa'ya benzeyen, ince çeneli, geniş alınlı yüzünden hiç ayırmadı. Fakat o ne kadar mübalağa ile, ateşle Rabia'dan bahsediyorsa, Dede o kadar sakin, hattâ lakayt görünüyordu.
Nefesi kesildiği için sustu. Biraz da inkisara uğradı. Sinekli Bakkal'dan ta Cihangir'e gelişinin sebebi Vehbi Efendi'ye yalnız derdini anlatmak için değildi. Bir de maksadı vardı. Dervişin Rabia'nın üzerindeki tesirinden istifade etmek istemişti. Vehbi Dede isterse Rabia'ya söz anlatır. Bu çılgın inadından geçirir. Halbuki Vehbi Dede onu yüzünde bir tek adale kımıldamadan dinledi. Şimdi de Rabia'ya hak veriyor. Mademki kızda o azim ve o irade var, mademki kız, çocuğunu muhafaza için ölüm tehlikesini göze alıyor... O halde bunda bir hikmet var. Vehbi Dede, bilhassa bu akşam Osman'ın sinirine dokunan felsefesini yapıyor. Sanatkârın sanatkârı olan Hâlik-i âzam yeni bir ruh örneği yaratacak... Rabia bir vasıta...
Osman, Vehbi Efendi'nin sözünü kesti:
— Fakat ben, Rabia'yı ne için olursa olsun bu tehlikeye maruz edemem.
— İrade-i ezelî...
— Rabia'yı öldürecek irade-i ezelî de olsa isyan ederim... Ben bu akşam senden yardım umarak geldim, dostum. Rabia, senin her sözünü hikmet telakki eder. Gel, konuş, nasihat et. Beyinsiz kızın kafasına biraz mantık koy. Kadının kafası bir kabile kadını kadar iptidaî...
Osman alnının terini sildi. Vehbi Dede başını salladı:
— Bu meselede Rabia'ya karışmak doğru değil. Ben karışamam. Ne bileyim, ısrarı belki bir ilhamdır.
— Her meselede Rabia'nın hayatının rehberi sendin, dostum. Hattâ evlenirken bile... Şimdi nasıl oluyor da kızın canına kıymasına böyle lakayt kalıyorsun...
Osman'ın sesi acıydı. İçinden duyduğu isyanı belli etmemeye çok çalışıyordu. O kadar sıkı ve eski dostluklarına rağmen Vehbi Dede'nin, Rabia'nın dimağı ve ruhu üzerindeki tesirini çok kıskanırdı. Esasen kendi muvaffak olamayıp da kızı ikna için Dede'ye müracaat, fenâ halde izzet-i nefsini kırmıştı. Bununla beraber karısının selâmeti için bu fedakârlığa katlanmıştı. Şimdi Rabia'nın hayatını kendi karışık felsefesinden daha az mühim gören bu adama fenâ halde hiddetlenmişti.
— Sen dostum, bir insan değil, ayaklı bir felsefesin. Sence şefkat, muhabbet, bunlar hep metafizik mütalaalara bağlı şeyler... Bu ne gaddar, ne vahşi felsefe... Ben de seni Rabia'yı sever zannetmiştim!
Vehbi Dede'nin yüzündeki tatlı, sakin İsa maskesi kalktı. Gözleri acıyla, hayretle açıldı.
— Ben Rabia'yı pek, pek çok severim, dedi ve sustu. Biraz evvel uyuyan sular gibi dümdüz olan alnında düşünce çizgileri vardı. Osman artık onu kendi haline terk etti. Evet, bin sene Şark'ta otursa, mistiklerin ruha verdikleri ehemmiyeti idrak edemeyecek. Bu ne patolojik, nasıl fazla şişirilmiş bir fikir. Acaba Şark bir gün ruhunun kuvvetini Garb'ın parmağını ağzında bırakacak bir tamamiyle inkâr edecek mi?
Vehbi Efendi Mesnevî'yi kapadı.
— Yarın değil öbür gün gelir, Rabia ile konuşurum. Belki çocuk düşürmeyi günah telakki ediyor da onun için çekiniyor. Bu çocukluğunun dar terbiyesinden geliyor. Dikkat ettim, her şeyi günah addetmeye meyyal bir mizacı var. Ben ona, hekim söylediği vakit her şeyin yapılması mubah olduğunu anlatırım. Lâyükellifullahü nefsen illâ vüs'ahâ...
Osman bu kadara razı olmaya mecburdu. Fakat biliyordu ki Rabia'nın ısrarı, inadı dinî bir sebepten gelmiyordu.
Rabia, Vehbi Efendi'nin o gün geleceğini biliyordu.
Hattâ, niçin geleceğini bile sezmişti.
O sabah yataktan kalktı. Giyindi. Dizlerine bir battaniye aldı, Osman koltuğuna oturdu. Ve Dede onu, Osman'ın dediği gibi şaşkın, zihni dolaşık değil, bilakis her zamandan ziyade aklına ve iradesine hâkim buldu. Saçlarının sımsıkı taranışında bile ince yüzünün keskinliğini, şiddetini arttıran bir hal vardı. Gözlerinin parıltısında muayyen bir maksada yürüyenlerin kat'iyeti vardı. Âdetâ Rabia, kat'i bir harp arifesinde, her kuvveti ölçen, zafere hasretmeye hazırlanan bir kumandana benziyordu.
Rabia'nın Vehbi Dede'ye çevrilen gözlerinde, ilk defa olarak teslimiyetten, itaatten eser yoktu. Âdetâ meydan okuyor gibi bakıyordu.
Dede bundan müteessir oldu.
İki gün evvel kendisi Rabia'nın ruhen müstakil olduğunu, kendisinin esas meselelerde tesir yapamayacağını söylemişti. Fakat kızda bugün istiklalden fazla bir şey vardı. Vehbi Dede ile aralarındaki ma'nevî bağı koparmış gibiydi. Kız kendi mukadderatını kendi ellerine almıştı. Vay itiraz edenlerin haline!
Daha söze başlamadan sözlerinin kızı kararından döndüremeyeceğine kanaat getirmişti. Fakat Osman'a verdiği sözü tutmak için elinden geldiği kadar çalışacaktı.
— Lâyükellifullahü nefsen illâ vüs'ahâ... diye başladı. Yalnız mistik dinlerin değil, hattâ şeriatın bile çocuk düşürmeye müsait olabileceğini anlattı. O söylerken, Osman'ı ve Rakım'ı ürküten ana kurt gözlerinin yeşil alevleri Dede'nin yüzünü yakıyordu. Sesi mütecavizdi.
— Siz... Siz de mi bana bu teklifi ediyorsunuz? Saçı bitmedik masumu parçalamanın günah olmadığını iddia ediyorsunuz?
Vehbi Dede hissetti ki, Rabia ile istikbalde dostluklarını muhafaza etmek, sırf bu meselede kıza hak vermeye mütevakkıftır.Esasen hak vermiyor muydu? Osman çılgın gibi üstüne hücum etmese, gelir, bu şeyleri kıza söyler miydi? Belki de Rabia ona sırf ma'nevî olan bağını çoktan koparmış, atmıştı. Belki de şu kadar boyu ile ondan ders almaya başladığı günden beri devam eden bu harikulade rabıta sırf bir hayaldi. Âdetâ yeisle:
— Vicdanını dinle, Rabia. O ne söylerse doğrudur. Anası olacağın çocuk hikmetli bir çocuk. Allah, inşaallah mübarek etsin...
Vehbi Dede ile Rabia arasında bir an evvel inmiş gibi soğukluğu hissedilen demir perde kalkıvermişti. Rabia'nın ruhu, Dede'nin önünde açık, engin bir yayla! Derviş istediği gibi o yerlerde dolaşsın. Rabia'nın ona bakan gözleri Dede'yi kızın kalbine götüren iki ışık yolu...
Vehbi Dede kalktı. Yüzü sapsarıydı:
— Kendine iyi bak, Rabia. Yalnız bedenine değil, dimağına da sıhhat lâzım, evlât.
— Merak etmeyin.
Yolda giderken Vehbi Efendi kendi kendine mırıldandı:
— Unutma Vehbi! Aşk hiçbir zaman maddeye bağlanamaz. Ona verdiğimiz isim ve yüz Hallâk-ı âlemin nikabı... Rabia, Rabbim'in nur yüzünün küçük bir aksi!
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top