21

18

"Padişah Sinekli Bakkal imamı kadar mükemmel tezkiyeyapıyor, birader."

Mabeyinci, Selim Paşa'ya istifasının kabul edildiğini ve Hünkâr'ın, eski Zaptiye Nazırı'nın hizmetlerini takdir eden birkaç iltifatı ile, selâmı şâhânesini tebliğ eder etmez Paşa, her vakitki temennasını yapıp otururken böyle demişti. Evet, Hünkâr'ın iltifatı, bir tabut başında mahalleliyle ölüleri hayırla yâd etmelerini ihtar için tezkiye yapan mahalle imamı lâflarını hatırlatmıştı.

Paşa otururken, âdetâ Padişah'tan böyle hafif bir tarzda bahsedenin kendisi olduğuna inanmayacağı geliyordu. Güya içine saklanan bir yabancı bu sözleri söylemiş ve gülmüştü. Ve omuzlarından bir yük kalkmış gibi kendini hafif hissediyordu. İçinden, "Devlet ağırlığı, devlet yükü," diyordu. Bu ağırlığa rağmen eskiden nasıl omuzları gururla havada, göğsü ileride yürürdü. Bu tavır sadece içine, dışına şekil veren bir kalıptı. "Devlet kalıbı" ve insanları o kalıp ne hatır ve hayale sığmayan şekillere sokardı. Şimdi o kalıbın pençesinden de kurtulmuştu. Vücudunun en küçük zerresine kadar istediği şekli alabilecek, Hilmi'yi sürdüğü günden beri kafasını karıştıran şüpheler, tereddütler, uzun muhakemeler artık onu kudrete tapmak beliyesindenkurtarmıştı. O zavallı Zaptiye Nazırı Selim Paşa... Dar kafalı, aptal, yarı makine, bir esir... Bu Selim Paşa'nın içinde uçsuz bucaksız bir hürriyet var. Zaptiye Nazırı Selim Paşa'nın tapındığı kudret –devlet ve padişah– kâinata hâkim kudretin ancak bir cüz'ü!Bu Selim Paşa'nın tapındığı kudret kâinatın kendisi, bütün kudretin mecmuu...

Selim Paşa gülerek konuşurken Mabeyinci onu dikkatle gözden geçiriyordu.

— Galiba bu günlerde Vehbi Dede ile çok ülfet ediyorsunuz,Paşa.

Evet, Türk ülkesinde, bilhassa padişahlar hüküm sürdüğü günlerde ruhların zincirini ancak Mevlana Celaleddin Rumî gibi kudretler kırabilir. Selim Paşa sigarasının külünü silkerek cevap verdi:

— Şam'a giderken evimi, ailemi emanet edecek bir dosta ihtiyacım var. Dede'den daha emniyetli bir dost bulmak kâbil mi?(Güldü.) Bu günlerde biz geçmiş günlerin debdebe ve daratını tasfiye etmekle meşgulüz. Selâmlığıkapıyorum. Eşyasını satıyorum. Münasip bir kiracı bulunca kiraya vereceğim. Kâhya Şevket'ten ve bir tek bahçıvandan başka uşakları da savıyorum. Bostanı da kiraya verdim. Kiracıdan para almayacağım ama, evin sebzesini ve yemişini bedava verecek. Arabayı... İkisini de ve atları da sattık... içini çekti. Atlarını evlât gibi severdi.

— Konaktaki cariyelerinizi ne yapacaksınız?

— Hepsini azat ettim. Hepsinin esasen birikmiş birkaç parası var. Ekserisi tahsil gördü ve mûsikî-şinâstır. Şimdiden bütün İstanbul onlara mürebbiye diye, mûsikî hocası diye talip. Hanım, iki yaşlı azatlısını yanında alıkoyacak.

— Artık bol bol misafir kabul eder, tatlı tatlı sohbet edersiniz, Paşa.

Selim Paşa'nın dudakları büzüldü, gözleri gülüyordu.

— Bizim vaktimiz ve arzumuz uzun sohbete müsait ama, eski yârândan kimsenin kapımızı açtığı yok. Konağın bahçesine arada giren bir tek konak arabası, Nejad Efendi'nin hanımının. Fakat ben artık Sinekli Bakkal sokağındaki komşularla ülfet etmeye çalışacağım.

Sinekli Bakkal! Rabia'nın mahallesi... Mabeyinci bir ay evvel billûr gibi bir sesin Bebek Koyu'nda dolaştığını hatırladı. Kendi kendisine mırıldandı:

— Cîfe-i dünya değil kerkes gibi matlubumuz.

Paşa başını salladı.

— Bir bölük Ankalarız, Kâf-ı kanaat bekleriz.

— Rabia ile kocası da her gün bizde. Ben yokken onlar da Vehbi Dede ile beraber bizim hanımı yalnız bırakmayacaklar.

— Fakat gelin hanımı getirmek için siz niye gidiyorsunuz? Şevket Ağa'yı yollasanız olmaz mı?

— Olur ama, ben yer değiştirmek istiyorum.

Elini başına götürdü. Tepesine vurdu:

— Çok düşünmek, burada temizlik yapmak zamanı geldi, Bey birader. Kafamda toplanan süprüntünün yanında Kasımpaşa çöplüğü tertemiz kalır.

O akşam Selim Paşa konaktan yalnız çıktı. Sinekli Bakkal kahvesine doğru yollandı. Şevket Ağa, telâş içinde, hemen Paşa'nın şemsiyesini yakalamış, eski günlerdeki gibi arkadan gidiyordu.

Paşa döndü, Şevket'e eski günler gibi gürledi:

— Ben çocuk muyum ki arkamdan geliyorsun, be herif! Sonra birdenbire yarı tatlı, yarı müstehzî bir sesle ilave etti:

— Ben artık Nazır değilim, Şevket. İnsanım.

Kahve halkı, birdenbire Selim Paşa'yı aralarında görünce çekindiler, sıkıldılar. Fakat o, aldırmadı. Elbet alışacaklardı. Kahvesini içtikten sonra doğru İstanbul Bakkaliyesi'ne daldı. Dükkândan ve mutfaktan, oranın kırk senelik aşinasıymış gibi geçti. Rakım'ın gözleri hayretle, korku ile birer fincan gibi açılmıştı. Fakat mutfak kapısının dışında yaseminleri beraber sulayan Rabia ve Osman onun gelişini o akşam tabiî buldular.

— Rakım, Paşa'ya iskemle çıkar.

— Bu akşam bize yemeğe gelmez misiniz, çocuklar?

Osman elindeki kovayı bırakmadan gülerek cevap verdi:

— Siz kalsanız da bizimle bahçede yemek yeseniz... (Göğe baktı.) Azıcık hava bulutlu... Mutfakta yeriz. Nasıl olur, Paşa Efendi?

Paşa, cevizin altındaki hasıra giderek:

— Ben de bu daveti bekliyordum, Osman Efendi, dedi.

On dokuz ağustosa kadar günler hep böyle geldi, geçti. Selim Paşa ağustosun yirmi ikisinde hareket edecekti. Eski efendisine son bir nezaketi, onu cülûs gününü İstanbul'da geçirmeye mecbur etmişti. Evini gene donatacak, eski günlerin saz takımı, büfesi olmayacak, sünnet düğünü yapılmayacak, hokkabaz gelmeyecek. Fakat buna mukabil bütün bunlara sarf edilen para hesap edilmiş, Sinekli Bakkal heyet-i ihtiyariyesine mahalle fukarasına kışın kömür, odun alınmak için verilmişti.

Cülûs günü yemekten sonra konağa en evvel Rabia gitti.

Dört genç halayık, daha doğrusu sabık halayık, havuzun etrafına çömelmiş fener siliyor, mum dikiyorlardı. Şevket Ağa mum paketlerini birer birer açıp dağıtıyordu. Fıskıyenin sesinden, fenerlerin tıkırtısından başka ses yoktu. Kimse konuşmuyordu. Donanma günlerinin gürültüsü henüz sokakta başlamamıştı.

Rabia, ayakta, yerde çalışanları bir zaman seyretti... Şevket Ağa'nın elleri çalışırken, kulakları etrafı dinliyor gibi. Belki eski şenliklerde, çakıl döşeli yoldan birbiri ardınca giren konak arabası tekerleklerinin hışırtısını işitiyor... Kızların gözleri, sağa sola, bilhassa iki taraftaki kameriyelere dalıyor, sonra hayalet görünmüş gibi önlerine eğiliyor. Belki oradaki mûsikî takımını, büfeyi, kalabalığı hatırlıyorlar.

Sükûn derinleşti. Tayfların, hayallerin hâkim olduğu bir sükût. Rabia'nın birdenbire kalbi sıkılıyormuş gibi oldu. Kuvvetli bir lodos rüzgârı çıkıyordu. Akasyaların tepeleri ağır ağır dalgalanıyor. Gökte kızıl bulutları birdenbire azan lodos rüzgârı süpürüp götürüyor. Havada hastalıklı bir kızıllık var. Hava sıtma nefesi gibi sıcak, saçakların içinde derin ve mütemadi bir inilti var.

Sabiha Hanım yukarıdan, Hilmi'nin eski odasının penceresinden başını çıkardı:

— Paşa burada, Rabia. Osman gelince ona piyano çaldıracağız. Ne yapalım, bu sene sazımız, mızıkamız yok....

İhtiyar kadının sesi şendi. Gene bir çocuk canlılığı ile bu elim değişmede, bu inhitatta bile oynayacak, gülecek bir şey buluyor.

— Osman gelinceye kadar ben dönerim, Hanımefendi. Şöyle bir bahçeyi dolaşayım.

Rabia sükûn peşinde, daha doğrusu serinlik peşinde, ta bostana kadar gitti. Bostanda kimse yoktu. Fakat sükûn bulmak kâbil değildi. Çünkü karışık olan sıkıntılı olan şey Rabia'nın kendi yüreği idi. Hattâ aradığı serinliği bile bulamadı. Hummalı kızıltı, yeşil gölgeleri daha loş yapmış, yaprakların arasından yer yer bulutların uçuşu görünüyor... Bostan daha kasvetli... Âdetâ adamın göğsünün üstüne basan bir ağırlık var. Gerçi yüksek duvarlar orasını rüzgârdan koruyor. Fakat o lodos iniltisi orada daha korkunç. Bostan sıtmaya tutulmuş, sayıklıyor gibi... İçinden kaynayan bir sıcaklık var, ağaçları, toprakları bile terletiyor gibi...

Rabia, baş örtüsünün ucuyla alnının ve parmaklarının terini sildi. Gözleri bostan dolabını aradı. Tahta çark ölü gibi hareketsiz, etrafında asılı kovacıklar kupkuru. Dolabı çeviren küçük eşek de cansız. Dolap dönerken bu kovadan billûr sular yeşillik arasında nasıl insana serinlik verir.

— Deeeh...

Rabia, eşeğe bağırıyordu. Fakat o aldırmadı. Sinekleri kovmak için kuyruğunu, kulaklarını kımıldatmasa, Rabia'nın Bonmarşe'den aldığı oyuncak eşekten farkı yok.

Rabia, harklardaki yosunlu, kirli birikinti sulara bakarken birdenbire bir bulantı duydu. Yer, Kadıköy vapurunun altındaki lodoslu deniz gibi kalkıp iniyor.

Fakat o akşam hasta olmak olamaz. Sanki neden içine bu gariplik çökmüştü? Ne vardı? Selim Paşa ile karısı çocuk gibi şen ve kaygusuzdular. Galiba fenerleri silen kızların hüznü ona da sirayet etmişti. Onların silinmiş, gamlı gözlerinde, hiçbir debdebenin, hiçbir saadetin daimî olmadığını sezen, hayatın şekilden şekle giren revişinden ürkmüşlerin bakışı vardı.

Hayat bu idi. Rabia'nın da saadeti bu şekil değiştirmek kanununa bağlıydı. Farkında bile olmadan Tevfik elinden gitmiş, belki yarın Osman da gidecek. Kim bilir istikbal ona neler hazırlıyor? Kaza... Kader... İnsanların saadetini gizli elleriyle kırmaktan zevk alan menhus kudret! Bir ağaca dayandı. Belki farkında olmaksızın artık sevgilerini elinden almaması için kaza denilen, kader denilen şeye yalvarıyordu.

Bostanın kuytuluğundan ayrılınca içi açıldı. Bu kadar meyusolacak ne vardı. Belki Tevfik beklediğinden daha çok evvel çıkagelecekti... Osman o kadar Sinekli Bakkal'ın işleriyle meşgul, o kadar o sokağın daimî bir siması ki... Dünya zannedildiğinden ziyade saadetle, teselli ile dolu. Bak Osman nasıl İmam'ın cenazesini kaldırttı, o çetin ve aksi ihtiyara Rabia'nın haberi olmadan o kadar baktı. Dünya iyi insanlarla dolu...

Âdetâ konağa bir an evvel varabilmek için akasyalı yolda koştu. Bir nefeste Hilmi'nin odasına çıktı.

Osman piyano çalıyordu. Paşa ile karısı yan yana iki koltuğa oturmuş dinliyorlardı. Alafranga mûsikîye vaktiyle söğen adam bu muydu?

Rabia, kapının eşiğini atlarken, Osman Abdülhamid'in marşını çalmaya başladı. Koltuktaki ihtiyarlar zembereklerine basılmış gibi ayağa kalktılar. Sabiha Hanım değneğine dayanmış, gözleri yerde; Paşa'nın başı havada, gözleri uzaklara dalmış. Omuzlarının yükselişinde, göğsünün öne doğru atılışında, kafasının dikliğinde eski Zaptiye Nazırı'nı canlandıran bir hal var. Bilmem Paşa' nın o dakika gözlerinin önünden bir selâmlık resmi geçiyor. Padişah camiye gidiyor... Renk, hareket ve ses şaşaası! Ve bunları hazırlayan, tertip eden hep kudret ve azamet sahibi bir Zaptiye Nazırı! İhtiyarın hafifçe sakalı titredi, başı biraz daha dikleşti ve marşın son mısraına kalın sesiyle söylemeye başladı.

Sabiha Hanım'ın küçük omuzları sarsılmaya, buruşuk yanaklarına yaşlar dökülmeye başladı.

Selim Paşa silkindi. Haberi olmadan içine giren devlet ve kudret tayfını çıkardı attı. Son günlerin hafif ruhlu, lâubali ihtiyarı oluyordu.

— Ne ağlıyorsun ya? Seni deli kız seni! Bu Mevlid değil, şenlik!

Rabia fısıldadı:

— Belki bu Padişah'ın son şenlik günü!

— Şimdi ondan bahsetmeyelim, Rabia. Osman Efendi, çal. Bu piyano yarın Bedestan'a gidiyor. Selâmlıktaki de gidiyor. Bize Dürnev'in odasındaki kuyruksuz piyano yeter.

Bu piyano nasıl Bedestan'a gider? Nasıl yabancı ellere geçer? Osman, Rabia'nın yıldan yıla çam fidanı gibi uzayışını bununla ölçmemiş miydi? Osman'ın gözleri karardı.

— Bunu yabancılara satma, Paşa!

— Ya kime satayım?

— Benim böyle elden düşme bir piyanoyu almaya hazır kaç tane talebem var.

— Sen onu Şevket'le konuş, hallet. Yarın Bedestan'a götürmesin.

Rabia ile Osman selâmlıktaki piyanoyu da tetkik için çıktılar, gittiler. Sabiha Hanım, arkalarından seslendi:

— Geç kalmayın çocuklar, erken yemek yiyeceğiz.

Yarı yarıya boş bir selâmlık. Soyunmuş bir pehlivan gibi güzelliği daha aşikâr...

Perdesiz camlara göğün son kızıllığı ve akasyaların yeşilliği vurmuş. Renkli cami pencereleri gibi ışığı, renk süzgecinden geçiriyor. Birdenbire yere inen akşama şaşmış gibi bir sükût. Akasya dallarında bir tek bülbül uzun uzun dem çekiyor...Rabia'ya bu birisi içini çekiyor gibi geldi.

Hiç şüphe yok ki, o gün selâmlık tekin değildi. Rabia, babasına gittiği gün bu odada Selim Paşa'ya meydan okumuştu. Tevfik yumuşak kestane gözleriyle belki şimdi burada... Belki Taif zindanlarında Rabiasını düşünüp bir kadın gibi ağlıyor. O gün Rabia ile el ele bu merdivenlerden inmişlerdi. Nasıl olmuştu da Tevfik, Rabia'nın kafasında, kalbinde sönük bir hayal derecesine inmişti. Kız, gözlerinde toplanan yaşları tutmak için yutkundu, göz kapaklarını sıktı. Fakat katı, mütehakkim bir el parmaklarından yakaladı.

— Nen var, Rabia? Elin titriyor. Yüzün sapsarı.

— Piyanoya bakacaksan, çabuk bak. Buradan gidelim. Boş ev fenâma gidiyor.

Fakat Osman hiç de acele etmek istemiyordu. Oda kapısını açtı. Rabia karşıdaki aynada kendini gördü. Osman'ın yüzündeki, hareketindeki hayat, şiddet aynada bile barizdi.

Bir parmağıyla çalarken Rabia'ya diyordu ki:

— Sana çok memnun olacağın bir şey söyleyeceğim... Benim bir planım var.

— Peki, çabuk söyle...

Rabia'nın sesi sabırsızdı, dürüşttü. Osman'ın ardı arası gelmeyen planlarını burada konuşmanın ne münasebeti vardı.

— Hilmi Bey'in piyanosunu ben satın alacağım.

— İyi ama nereye koyacaksın? Dükkâna mı?

— Yerden çok ne var, sevgili Rabia? Ben bu selâmlığı kiralamaya karar verdim. Bir döşeyeceğim ki... Bayılacaksın. İtiraz etme, kuzum, kuzum... Paşa'nın azatlılarından birini tutarız. Biraz rahat yaşayalım Rabiacığım... Azıcık nefes alalım. Kendimiz için yaşayalım. Bebek'teki gibi.

Elleri Rabia'nın omuzlarında gözleri gözlerinde.

Kız, Osman'ın ellerini omuzlarından koparır gibi çekti, itti. Arkasını çevirdi. Pencereye yürüdü. Dürüşt bir sesle:

— Olamaz, ama hiç olamaz, diyordu.

Osman, haksız yere anasından dayak yemiş bir çocuk gibi kırılmıştı. Halbuki selâmlığa gelirken, bu parlak planını Rabia ile konuşmayı düşünürken ne kadar içi sevinçle dolu idi. Rabia'nın gözleri parlayacak, onunla bu planı müzakere edeceksanmıştı.

Halbuki kız âdetâ hakaret etmişti. Osman'ın teklifinde bu kadar kızacak ne vardı? Bu Rabia ne zaman Osman'ı anlayacak? Ne kadar bir sürü eski şeylere bağlı bir mahlûk! Kendi kendini ebediyen tekrar eden, fakat mütemadiyen uzaklaşan bir Şark melodisi! Bir tek ses, bir tek arzu... Halbuki Osman Garb'ın en muğlak bir senfonisi... Binbir arzu, binbir emel!

Rabia burnunu cama yapıştırdı. Osman'ın teklifini düşündü. Onu tanıdı tanıyalı bu kadar yabancı hissetmemişti. Selim Paşa'nın hakkı vardı. Avrupalı demek maddi şeylere bağlı olmak demek... O zamanda Paşa'nın selâmlığını kiralamanın nasıl saygısızlık olacağını düşünemiyor muydu? Güya bir de memleketinde asil bir ailenin evlâdı imiş.

Bir defa Paşa onlardan belki kira almayacak, bedava vermeye kalkacak. Sonra onlar Paşa'nın eski debdebesine göz dikmiş, yeniden görme insanlar vaziyetine düşecekler. Rabia âdetâ Sinekli Bakkal kadınlarının dedikodularını işitiyor gibi: "Rabia'ya ne oldu? Paralı kocaya varır varmaz konak, halayık sevdasına düştü. Bari bir de haremağası tutsak. Halayık onun neresine? Eli ayağı tutmuyor mu?"

Hem demek, Osman dükkânın üstündeki evi beğenmiyor. Bunu düşününce teessürden ziyade hiddet hissetti. Ve bostandaki baş dönmesini, bulantıyı tekrar duydu. Tavan, yer, kızıl yeşil ışıklı camlar, dışarıdaki akasyalar hep birbirine karışmış dönüyor.

— Söylediğime bu kadar kızacak ne var, Rabia Hanım?

Osman'ın sesinde zorla zapt edilen hiddet ve isyanın yanında bir de istihfat vardı. Bu kız onun için şimdi, mundar bir arka sokakta doğmuş, büyümüş bir imam torunu, bir bakkal kızı. Ne demiş de bu kadar fedakârlık ederek hayatını, şımarık bir mahalle kızına bağlamıştı? Ömürlerinin sonuna kadar birbirlerinin tepesine çıkacak kadar dar bir evde oturmaya mahkûmdular.

Rabia, gözlerinde âdetâ vahşi bir ışıltı ile döndü. Dudakları Emine'nin dudakları gibi bir tek sıkı çizgi.

— Sen, iki gözüm, konaklarda yaşamaya alışık bir kız almalıydın! Ben olduğum yerden şuradan şuraya gitmem. Anlaşıldı mı?

— Anlaşıldı, küçük hanım. Sen konak denilen şeyin benim gözümde yeri var sanıyorsan yanılıyorsun. Bu selâmlık bizim uşak dairesi...

Sustu. Nasıl oluyor da o da bir mahalle delikanlısı gibi âdetâ övünüyordu?

Rabia bir kat daha azdı. Sesi bir perde daha yükseldi:

— Daha âlâ ya! Olduğun yerden neye çıktın? Seni asilzade bey... Mirasyedi bey... Bana şimdi de frengistandaki konaklarınla mı övüneceksin? Her şeyi alınlarının teriyle kazanan adamlar arasında senin işin ne? Sen, sen bizden olmak için kırk fırın ekmek yemen lâzım... Seni zıpçıktı, mirasyedi...

Rabia'nın son sözleri bir yılan zehri gibi Osman'ın suratına fırlıyor. Rabia'ya göre hars, medeniyet, memleket ve ırk farkı, bir dinden olanlar için bir hiç. Fakat sınıf farkı... Buna o, kuduruyordu.

"Rabbim beni fukara sınıfından ayırma," diye söylenirken, Osman ilk defa Rabia'ya karşı şiddetli bir husumet hissetti. Rabia ve Sinekli Bakkal, bunlardan birdenbire nefret edivermişti. Rabia onun yüzüne, "Asilzade, mirasyedi!" diye haykırırken öyle mutaazzım ve mağrur görünüyordu ki... Güya Sinekli Bakkal'da bakkal olmak, asalet sınıflarına mensup olanları istihfafa, hakarete layık görmeye kâfiydi!

Rabia ile geçen saadet günleri Osman'ın zihninden birdenbire silindi. Şimdi o Sinekli Bakkal denilen yerin darlığını, mundarlığını, sıkıntısını, gülünç gururunu ve kendisinin oraya ezelî esaretini düşünüyordu. Buz gibi soğuk bir sesle:

— Gidelim, dedi.

Yan yana, fakat birbirlerine dokunmadan, birbirlerinin yüzüne bakmadan harem taşlığına kadar geldiler. Fener silen kızlardan biri koşarak içeri girdi. Yanlarından geçerken:

— Sofra güllerin yanında, sizi yemeğe bekliyorlar, Vehbi Dede de orada, dedi.

Fenerler yanmıştı. Paşa'nın sevgili gül fidanlığı ortasına sofra kurulmuştu. Yeşil yapraklar, kırmızı güller ışık içinde.

Rabia, Paşa'nın yanında oturan Vehbi Dede'nin elini öptü, Osman Dede'nin boynuna sarıldı. Kavgalarının şimdi bir tek zâhirîalâmeti ikisinin de birbirinden gözlerini kaçırmaya çalışmalarından ibaretti.

Rabia, Dede'nin yanında, eski tabiî tavrını alıvermişti. Vehbi Efendi de, etrafında, heyecanı men eden muhitine muvazene, sükûn veren bir tesir vardı. Rabia, bunu bu akşam her vakitten fazla hissetti.

Selim Paşa karısına diyordu ki:

— Kızlar, yemekten sonra Şevket Ağa ile Bayezid'e kadar inmek istiyorlar. Müsaade eder misin?

— Hay hay.

Rabia:

— Ben de, kuzum ben de... diyordu.

Vehbi Efendi koynundan bir zarf çıkardı.

— Sen kal Rabia, babandan mektup var. Yemekten sonra okuyacağım.

Osman müstehzî:

— Aman Rabia'yı gezintisinden mahrum etme, şimdi oku, dedi.

— Tevfik Taif'de değil mi?

Paşa sormuştu. Vehbi Dede cevap verdi:

— Belki. Fakat bu, Şam'dan hareket etmeden evvel son yazdığı mektup. Elden bir derviş getirdi.

— Aman kuzum oku, Dede Efendi.

Rabia'dan başka herkes kulak kesilmişti. O hattâ Tevfik'e ait bir mektuba bütün dikkatini hasredebilmek için zorluk çekiyordu. O kadar içi hâlâ selâmlık kavgasının akisleriylekarmakarışıktı. Osman'ın, yan gözle gördüğü müstehzî soğuk tebessümü, sesindeki istihfaf! Herif insan değil şeytan!

Fakat ilk satırlardan sonra Dede'nin sesi gene kızın üzerindeki sükûn veren tesirini yaptı. O da, yavaş yavaş yalnız babasının mektubunu dinlemeye başladı.

Mektup elden geldiği için bermutat Tevfik açık yazıyordu. Hilmi'nin Beyrut'tan kaçışını tarif ederken "Nihayet zavallı Hilmi Bey muradına erdi," diyordu. Fakat ilk günleri Dürnev'i teskin ve teselli çok müşkül olmuştu. Paşa'nın adam yollayıp Dürnev'i Şam'dan aldırması lâzımdı. Onu hangi gün Taif'e yollayacaklarını kestiremiyordu. Şimdilik Vali, onun tarassut altında Hilmi'nin evinde kalmasına müsaade etmişti. "Rabia benim için merak etmesin," diyordu. Taif, Şam, Halep, hepsi birdi. İstanbul'dan başka, dünyanın her yeri bir. İster saray olsun, ister zindan!

Osman'ın gözleri Rabia'ya gitti. Kızın gözleri tabağında. Müteessir miydi? Belli etmiyordu. Bu akşam kavga etmek nasıl münasebetsiz bir şey olmuştu. Zavallı Rabia... Zavallı çocuk! Kendisinin çocuğu olacak yaşta.

Yemekten sonra Penbe ile Rakım da geldi. Gezmeye gidecek küçük kafilenin arasında ayakta duruyorlardı. Dört kız başlarında baş örtüleri, arkalarında yeldirmeleri. Hüsniye Hanım hep şakalaşıyor. Paşa meydanda yok.

Fişekler birdenbire atılmaya başladı. Havai fişekleri, maytaplar, maytaplar. Renk renk ışıklar yerden fışkırıyor. Kırmızı, turuncu, eflatun aydınlıklarda sokağa gidecekler gülüyor, el çırpıyor, bağrışıyor. Rabia aralarında ve hepsinden yarım baş uzun. Rakım elini sımsıkı tutmuş cüce, yeldirmesinin eteğine yapışmış gibi. Penbe cüppesi, sarı abanî sarığıyla Rakım küçük kalabalığa bir orta oyunu takımı hali veriyor. Çingene ellerini şakırdatarak göbek atıyor. Rabia uzun ve güzel ince yüzü göz kamaştıran ışıklarda renkten renge giriyor. Cüce şimdi bir maymun... Bütün bu sahne bir sirk rüyasına benziyor.

Osman'ın kalbi kopacakmış gibi atmaya başladı. Rabia ile evlenmeden Sinekli Bakkal'daki hayatını işte böyle tasavvur etmişti. O hayalin hakikat olduğu bu dakikada, Rabia ile aralarında ne derin uçurum hâsıl oluvermişti. Kim bilir, kim bilir hepsi bir rüyaydı... Osman uyanacak, Rabia'yı belki bir daha yanında bulamayacak.

Gezmeye giden kafile artık kaybolmuştu. Fişekler daha seyrek atılıyor... Yalnız uzaktan derin bir arı kovanı sesi veren kalabalık hissediliyor.

— Ben gideyim biraz piyano çalayım. Sizin orkestra bu akşam işlemiyor.

Kalktı, gülerek konağa gitti.

Osman, kahveden geç döndüğü geceler, Penbe'yi dükkânda, idare lâmbasının başında kendini beklediğini görünce, darılır, söylenirdi. Bu akşam dükkânda kimse yoktu. Fakat idare lâmbası yanıyordu. Demek Penbe ile Rakım konağa gelirken lâmbayı bırakmışlar. Demek henüz dönmemişler.

Odasında lâmba yanıyor, terlikler çevrilmiş, geceliği karyolanın üstünde. Bunları da Penbe akşamdan hazırlamış olacak.

Soyunurken, Rabia'nın omuzlarında, vücudunda dolaşan, ince, çevik ellerini özledi. Gözleri uykudan kapalı, başı sersem iken bile bu parmaklar vazifelerini maharetle, süratle yaparlardı. Hattâ Rabia'nın genç başı, sapı üstünde solan bir çiçek gibi Osman'ın omzuna düşerken bile, bu parmaklar bir taraftan boyunbağını çözer.

Fakat neden bu kadar geç kalmışlardı? Sokaklar tenhalaşmıştı. Sel basmış gibi geçen ayak sesleri tek tük. Yatsın mı, beklesin mi?

Uzaktan gelen sarhoş nârası merakını arttırdı. Sokak üstündeki odaya gidip pencereden sokağı gözlemeye karar verdi.

Oda kapısını açarken, Penbe'nin oda kapısı da gıcırdayarak açıldı. Çingene'nin kısık sesi:

— Rabia hasta. Bulantısı vardı, başı dönüyordu. Karşıki odaya yatak yaptım. Şimdi uyudu. Ben de yorgun düştüm, seni bekleyemedim. Bir şey ister misin?

— Hayır, istemem.

Odasını kapadı. Bu hastalık hep bahane. Hem sahi de olsa başka odaya gidip yatmak ne oluyor? Hemen lâmbayı söndürdü, yatağa girdi. Fakat uyuyamadı. Kulağı kapıda, Rabia yavaş yavaş kapıyı açacak gelecek diye bekliyordu.

Rakım'la Penbe, karı koca arasındaki gerginliği derhal sezdiler, fakat belli etmediler. Rabia ertesi akşam odasına döndü. Fakat hep yere yatak yapıp yatıyor. Osman da anud ve somurtkan, hiçbir şey söylemiyordu. Herkesin yanında birbirleriyle konuşuyorlar, fakat yalnız kalınca susuyorlar. Onun için, mümkün olduğu kadar yemekten sonra mutfakta uzun oturuyorlar.

Rakım kendi kendisine, "Kahbe, Osman'ın damarına basmış olacak," diyordu. Hakikatte Tevfik'in kızıyla geçinmek güç işti. Osman karısına ilk aylarda fazla yüz vermenin cezasını çekiyor, bu muhakkak. Fakat bu arkası gelmeyen somurtkanlık, soğukluk da iyi bir şey değil.

Osman'la Rabia, Paşa'yı vapura kadar teşyi ettiler. Osman, o akşam kediye titizlendi. Rabia'ya dargınlığının derecesi kediye muamelesinden anlaşılırdı. Müz'iç hayvan mütemadiyen Osman'ın dizlerine sıçramaya çalışıyordu. Kediyi ayağıyla itti. Rabia'nın yanakları kızardı, fakat bir şey söylemedi.

Penbe, gözleri tavanda:

— Eşeğini dövemeyen semerini döver, dedi. Rakım da gözlerini tavana dikti:

— Karına söz geçirmek istersen güvey girdiğin akşam kedinin art ayaklarını ayır.

— Saçma söylüyorsun, Amca.

Osman kediyi boynundan yakaladı, kaldırdı.

— Şimdi ayırayım mı, Rakım Amca?

Penbe bir kahkaha salıverdi:

— Bir sene geç kaldın, yavrum.

Rabia dudaklarını ısırdı. Fakat karı koca birbirinin gözüne bakmış ve gülmüşlerdi.

Osman hemen yerinden fırladı.

— Ben piyano çalmaya gidiyorum!

Çingene de fırladı:

— Ne kadar zamandır piyano çaldığın yok. Ben de dinlemeye geliyorum.

Rakım, Penbe'nin eteğini yakaladı:

— Aman gitme... Rakım'ın şekerparesi... Cücenin karabiberi... diyordu.

Fakat Rabia kediyi kucaklamış, Osman'la yarış eder gibi merdivenleri çıkıyordu.

— Rabiacığım, birbirini sevenler için arada sırada kavga etmek fenâ değil, havadaki elektriği dağıtır. Fakat surat etmek işte o beni çileden çıkarıyor. Hele hastayım diye ayrı odada yatmak...

— Fakat yalandan yapmadım. Vallahi, sahiden başım dönüyordu, midem bulanıyordu. Yalnız oda lâzımdı... Ama mutlak lâzımdı. Sabah sabah sana şimdi, nasıl anlatayım.

— Doktor çağıralım.

— Allah Allah... Ben ömrümde daha kendimi doktora göstermedim. O gün fenâ bir lodos vardı, âdetâ sam eser gibi...

Osman karısının kulağına fısıldadı:

— Acaba...

Rabia'nın yanakları alev alev:

— Hayır, hayır, dedi. Fakat o, vaziyetten daha evvel şüphe etmeye başlamıştı.

— Bugün iyi bir gün... Mübarek bir gün iki gözüm. Seni Beyoğlu'na götüreyim mi? Bu sabah işim yok.

— Olmaz. Gidelim, Büyükbabamın evini görelim. Sekiz senedir görmedim. Kiracılar gelecek hafta taşınacaklar.

— Âlâ!

Rabia yataktan atladı. Osman'ın üstünden yorganı çekti:

— Haydi kalk bakayım... Miskin... Tevfik'den de miskin, tembel!

Bir saat sonra Sinekli Bakkal'ın köşesini dönüyorlardı.

Gün güneşliydi. Göğün mavisi keskin, kırmızı kiremitli damlar, köşedeki beyaz kubbe gayet seçkin. Rabia, Osman'la barışmanın verdiği sevince rağmen dimağı doğduğu, büyüdüğü ev için tecessüsle dolu.

Sokak kapısını, yılların paslandırdığı eski, kocaman mantarla açtılar. Boş avluda çamaşır için gerilen teller oldukları yerde. Osman, orada, burada kuşlar için su konulan toprak çanaklara bakarken İmam'la geçen son gününü hatırladı. Avluda serçeler ve birkaç güvercin sıçrayıp duruyor.

Rabia onu en evvel mutfağa götürdü. Raflarda vaktiyle, Moskof toprağıyla ovula ovula ayna gibi yanan kap kacak dizili değildi. Fakat bulaşık çukurunun yanında, Emine'nin et kıydığı tahta yerli yerinde duruyordu. Üstündeki yarıklar, çizikler Rabia'nın tek tek bildiği yerler. Osman'a Emine'nin et kıymasını tarif etti. Her işinde öyle bir şiddet, acele ve ateş vardı ki... Vücudu gerilir, balta vururken gözleri fıldır fıldır sağa sola döner, içinden, yer altından çıkar gibi, Rabia'yı fenâ halde ürküten bir horultu çıkardı.

Osman güldü.

— Kaynanamın temposu hep furioso olacak. Fakat dikkat et, kavga ederken senin de tempon furioso.

Rabia artık dinlemiyordu. Onu elinden yakalamış, örümcekli, karanlık ocağın kemerinin altındaki kuyuya götürüyordu.

— Bu kuyu tılsımlıdır.

Kuyunun mermer ağızlığı yanında duran ipi ve kovayı yakaladı, kovayı kuyuya saldı. Kulağı kuyunun ağında, kova dibe değince çıkardığı gümbürtünün akislerini dinliyordu.

— Geceyarısından sonra kırk kova su çekersen, kırkıncıda bir peri çıkar, define getirir.

— Ben bu sesleri hep operama koyacağım.

— Hangi opera Osman?

— Sana söylemedim mi? Müzikal bir dram yazıyorum. Adını Tılsımlı Kuyu koyacağım.

— Beni oyuna korsan, bir daha yüzüne bakmam, Osman.

— Oyuna değil, seni Avrupa sahnelerine koymak isterdim, şekerim.

— Haydi, yıkıl şuradan... Avrupa'nın sahnesi de, kendisi de yere geçsin!

Şimdi birinci kata çıkıyorlardı. Merdivenler gıcırdıyor. Perdesiz pencerelerden güneş evin her tarafını ısıtıyor, yakıyordu.

Ev bomboştu. Ona rağmen Osman, Rabia'nın gözüyle, sesiyle, tavrıyla onu vaktiyle olduğu gibi, içindekilerin yaşadıkları günlük hayatlarıyla görüyordu. Sanki Rabia'nın çocukluk günlerine misafir gitmişlerdi. Rabia' nın annesiyle yattığı odada ayağı kırık bir beşik buldular. Çok eski olduğu için mezatta satılamamıştı. Rabia durdu, baktı. Bir türlü Emine'yi beşik sallarken, ninni söylerken tahayyül edemiyordu. Parmakları gayri ihtiyari beşiğin tahtasını yakaladı, yavaş yavaş salladı.

— Huu, huuu, huuuu...

Yarım seslerle, çeyrek seslerle bu emsalsiz ve tatlı ninniyi Rabia söylerken, Osman hemen fesini çıkardı. O kadar, bunun güzelliği sanatkârı büyüledi. Ve Rabia'nın rahminde henüz şekil almayan yeni hayat ağır ağır oynadı. Çok hafif, âdetâ hissedilmeyecek kadar hafif... Saklanmak isteyen, korkan zavallı bir hayat damlası! Rabia' nın yüreği attı. Gebe olduğunu bildi.

— Anneni artık hayırla şefkatle yâd et, Rabia, dedi.

— Bundan sonra öyle olacak.

— En son nerede gördün?

— Tabutunda... Üstünde bir şal, bir de işlemeli krep vardı. Koca sarıklı ihtiyarlar omuzlarında götürüyorlardı.

Dizleri titriyordu. Tıpkı omuzlarında Emine'nin tabutunu götüren ihtiyarların dizleri gibi. Fakat bu bir taklit değildi. Hakikatti. O kadar ki, Osman onu merdivenlerden üçüncü kata âdetâ kollarında çıkardı.

İmam'ın odasında da bir hatıra, Rabia'nın hıfza çalıştığı küçük rahleyi buldular. Aşağıdaki heyecanı, ani zaafı biraz geçmişti. Zihni İmam'la meşgul olmaya başlamıştı. Kaşlarını birbirine karıştırmış. Lâtif kontralto sesi ihtiyarın kalın bassosesini taklide çalışıyor, her hecede vuran ihtiraz ve taassup ateşiyle İmam'ın en çok sevdiği cehenneme ait ayetleri okuyordu.

Hayır, bu da taklit değildi. Hayatına ilk şekillerini veren eski kalıplardan birine, bilmeyerek kendini tekrar sokmuştu. O sesi, o muhteşem cehennem tarifini gece gündüz dinlemişti. O zaman mânâlarını bilmediği bu Arapça ayetlerin her kelimesini şimdi biliyordu.

"Göklerin erimiş bakır olduğu gün ve dağlar atılmış pamuk gibi olacak... O şüphesiz alevli bir ateştir... Ve mezarlarından fırlayıp çıktıkları gün... Gözleri yerde..."

— Gök gürler gibi okuduğun bu şeylerin mânâsı ne, iki gözümün nuru?

— Sus... Kıyamet günü!

Şimdi, odada yukarı aşağı dolaşıyor. İmam'ın üslubuyla, İmam'ın sesiyle ahreti tarif ediyor. Artık Osman bu Arapça ayetlerin mânâsını sormuyor. Kızın sesinde saat rakkası gibi vuran ahenge hayran. Heyecan, sadâ ezelî bir nabız gibi vuruyor. Hayat mutlak böyle bir vuruş, ölçüyle, ahenkle atıştan ibaret olacak. Sayılmaz şekilleriyle vuran ebedî nabız!

Rabia sustu. Osman'ı şaşırtan bir zaferle:

— İmam da, Emine de artık toprak oldular, hiç yaşamamış gibi oldular, dedi.

Osman bunu biraz Rabia'nın kalpsizliğine verdi. Fakat Rabia için öyle değildi. Ona, İmam'ın ve Emine'nin rüyalarını işgal eden korkunç hayallerinden, tesirlerinden, birdenbire halas olmuş,şifa bulmuş hissi gelmişti. Kendini bu kadar hayatın kaynağı ortasında bulmamıştı. Kan damarlarında yarış eder gibi, çılgın bir akıntı gibi akıp gidiyor. Herkes dünyanın yüzüne bir an vurup geçen gölge, bir hayal, bir akis! Fakat o, Rabia yaşıyordu. Kendisini sonu gelmeyen, ebediyete uzanan bir hayat parçası gibi hissediyor. Zaman şekilden şekile giriyor, yıllar sel gibi akıp geçiyor. Fakat her yeni şekilde Rabia var... Rahminde bir daha, yeni hayat kımıldadı. İşte bu kendisinden sonraki Rabia'nın şekli! Bundan da bir Rabia çıkacak... Birbirine zincirlenmiş gibi, ucu gelmeyen istikbale uzanan Rabialar! İşte rahminde vuran hayat ona bu ebediyeti veriyor. Ve bu ebediyette Osman'la ortak. İşte ömrünün biricik, daimî rüyası... Ötekiler gelip geçen yalancı hayaller!

Osman camı sürdü. Kafesin altında küçük serçe sıkıştı, pencerenin bu tarafına geçti. İmam'ın "Boz Şeytan" diye belki yeryüzünde bir tek sevmiş olduğu canlı şey.

— Rabia, kiracılara tembih edelim. Büyükbabanın bu küçük dostlarını ihmal etmesinler.

— Biz bakarız, Osman.

— Nasıl olur, yavrum.

— Ben bu eve taşınmaya karar verdim.

— Niçin yavrum? Sen öteki eve bağlısın. Ben de bağlıyım. Emin ol, artık büyük yer istemiyorum.

— Doğru, fakat ben çocuğumu, kendi doğduğum evde dünyaya getireceğim.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top