20

16

Rabia'nın ailesi bir hafta, Bebek yamaçlarındaki beyaz evi konuştular. Bir kere karar verdikten sonra Rabia' nın da zihni hep o yeşil korunun içindeki beyaz eve saplı kaldı. Kız, hayatının ilk tatilini tadacaktı. Boğaziçi'nde iken ders vermeyecek.

Haziranın yirmi beşinci günü. Mabeyinci'nin siyah atlı kupa arabası İstanbul Bakkaliyesi'nin önünde durdu. Eli bakraçlı, ayağı takunyalı, ağzı sakızlı kadınları yalınayak, başı kabak, sümüklü oğlan çocukları hep arabanın etrafında. Sabit Beyağabey kalabalığı dağıtıyor, Penbe kırıta kırıta bohçaları, çıkınları arabaya yerleştiriyor. Nihayet Rabia.

— Allah selâmet versin, yavrum...

— Rabia Abla, çok kalma ha...

— Ayol ne oluyorsunuz? Hacca gitmiyor ya!

Bu, Rabia'nın Sinekli Bakkal'dan ilk ayrılışı! Siyah atlar uçar gibi sokaktan geçti. Cüce arkalarından bir maşrapa soğuk su döktü.

Penbe ile Rabia arabada, mektepleri tatil olmuş çocuklar gibiydiler. Köprü, Galata... Nihayet gözlerini açıp kapamadan Bebek.

Mabeyinci'nin yalı kapısını siyah setreli iki uşak açıyordu. Siyah atlar yokuşu uçar gibi tırmandılar. Evin önündeki boşlukta siyah, yaşlı bir halayık ayakta onları bekliyordu. O, Penbe ile arabadan çıkınları, bohçaları çıkarırken Rabia durdu, etrafı seyretti.

Batıydı. Koy, mor, lâl bir havuz gibi. Üstündeki renkleri bir sihirbaz üfledi, soluverdi, suların üstüne lacivert gölgeler indi, gökte yıldız serpintileri belirdi.

Rabia, bu güzelliği yadırgadı. İçini çekti. Döndü, eve girdi. Taşlıkta renkli bir fener yanmış. İki odanın biri Penbe'nin, taş oda mutfak.

İkinci kata beş altı basamak merdivenle çıkılıyor. Sofaya bir masa koymuşlar, yemek odası yapmışlar. Karşılıklı iki büyük oda var. Hepsi camlı köşk gibi. Hep birbirine bitişik pencereler. Burası, Mabeyinci'nin okuyan, yazan ve mûsikî-şinâs bir iki isim sahibi ecdad tarafından yapılmış. Kitap var... Ooo, hem de Rabia'nın en çok sevdiği kitaplar... Hep tarih... Evliya Çelebi, Naima... Sazlar var... Ud, tef, piyano!

Açık pencerenin önünde durdu. Boğaziçi gecesi siyah bir ipek perde gibi karşı kıyılara iniyor. Karanlığın serinliği Rabia'nın yanan yanaklarında. Ufuklar, şekilleri ancak sezilen sırtları ağaçlar ve sularla çevrilmiş. Hepsi, en açık duman renginden, abanozgibi siyahlığa kadar varan gölgelerin içinde yüzüyor gibi.

Osman bu güzelliğe bayılacak. Fakat Rabia'nın içine gariplik çöktü. Burnunun direği sızlayarak Sinekli Bakkal'ı özledi. Bütün hudutları elle tutulan, gözle görülen, küçük sokak. Bu dumanları bu elden, gözden kaçan ufuk ve karışık şekiller... Etraf bomboş. İnsandan hâlî. Halbuki Sinekli Bakkal'da mahalleli şimdi akşam namazından döner, birbirine seslenir... Yoğurtçular geçer...

Rabia, ömründe bir köşe daha dönmüş gibi. Köşeleri o hiç sevmez. Dönerken insan asıl kendisini arkada bırakır, köşenin bu tarafında başka bir insan oluverir. Fakat arkada bıraktığı "kendisi" de peşini bırakmaz. Her köşe döndükçe bir yeni benlik... En yenisi en önde, en eskisi en arkada... Art arda yürüyen bir sıra insan... İşte bunların hepsi birden bir tek Rabia.

Karanlıkta bir düdük öttü. Siyah, uzun bir şekil, baştan başa ışıklar içinde bir vapur koyun kara boşluğunda ipek suları yırtarak geçiyor. Osman bunda olacak. Rabia merdivenleri atlayarak indi. Evin önündeki boşlukta durdu, bekledi. Nihayet çakılların üstünde ayak sesleri.

— Osman, sen misin?

— Beni mi bekliyorsun, Rabia?

Bir gölge yaklaştı. Rabia'nın ince kolları gölgeyi sımsıkı sardı. Osman düşündü. Rabia bu akşam bambaşka bir kadın. Aşina muhitinden ayrılır ayrılmaz, mütemadiyen etrafına saçtığı, dağıttığı benliği hep bir araya toplanmış. Belki ilk defa burada Osman, Rabia'ya tamamen sahip olacak. Kalbi gümbür gümbür atmaya başladı.

Sofada üç kişi, hep kendi düşünceleriyle baş başa, sessiz sedasız yemek yediler. Yemek bitince üçü de dışarıdaki sükûtu dinliyor gibi yerlerinden kalkmadılar. Ve birdenbire, bariton bir ses dışarıda, Müse'nin "Ayrılmak biraz ölmektir" şarkısını söylemeye başladı.

Rabia bir şey hatırlamaya çalışarak yüzünü buruşturdu.

— Bunu bir defa Hilmi Bey, Sabiha Hanım'a söylediydi, dedi. Dürnev'i Beyrut'a götüreceği zamandı.

Mânâsını anlamamıştı, fakat Hilmi'nin peltekliği bilhassa o akşam Rabia'ya dokunmuştu.

Osman dudağını büktü.

— Aman şu ayrılık türküsü...

— Sevmiyor musun?

— Mânâsız. Ayrılmak, ölmek, supsulu bir ihtiyar kız hassasiyeti!

— Fakat adam sevdiğinden ayrılınca böyle olur, Osman.

Şimdi o, Şevket-i Derya'da, Tevfik'den ayrıldığı günü hatırlıyordu. İçine böyle hazin, yumuşak bir karanlık çökmüştü. Belki ayrılmanın türlü acıları da vardır. Belki insan yüreğini kökünden söküp atan ayrılıklar da vardır. Kalktı.

— Haydi bahçeye gidelim.

Onlar kapının önündeki düzlüğe varıncaya kadar şarkı söyleyen ses kesildi. Evin arkasına gittiler. Çamların arasında durdular. Etrafı dinlediler.

Karanlıkta uzun uzun bir ses inledi. Sırtın üstündeki taş binadan geliyordu. Bütün pencerelerinde aydınlık var.

— Bu ne, Osman?

— Org. Robert Kolej'de çalıyorlar.

Rabia, ilk defa org sesi işitiyordu. Ve bu ses içini kavradı. Şimdiye kadar dinlediği, hattâ en çok sevdiği Garb mûsikîsinde bile ekseri o staccato, o birbirinden ayrılan sesleri azıcık yadırgardı. Halbuki bunda, bir perdenin ötekine geçişi hissedilmiyor. Birbirine örülmüş gibi bağlanan mütemadi sesler... Kendi Kuran okuyuşunu hatırlatıyor.

— Eğer oğlumuz olursa ben bu mektebe veririm.

— Allah esirgesin!

— Niçin Osman?

— Oğlunu Sinekli Bakkal olmayan her şeyden esirge, uzak tut, Rabia. Esasen damarlarında karışık kan olanların içlerindeki daimî didişme, çarpışma kendilerine yetişir!

— Fakat sen bizim tarihimizi okumadın mı, Osman? Hepimizin damarlarında o kadar başka başka kanlar var ki... Halbuki hiçbirimizin içinde öyle bir didişme yok.

— Yalnız kan değil, iki gözümün nuru... Bir de hars, medeniyet başkalığı vardır. Belki o, kandan çok insanları birbirinden ayırır. İnsanların kafasında, kalbinde bir cehennem kargaşalığı yapar...

Sustu. Rabia onun içindeki kıyameti teskin etmek istiyormuş gibi omzuna dokundu, okşadı.

— Ben oğlumun kafasında, kalbinde ahenk, sükûn isterim. Başka başka taraflara çeken tesirlerden onu muhafaza etmek isterim.

— Fakat insanın içi öyle karmakarışık olması iyi olacak, Osman. İnsanın hiç içi sıkılmayacak.

Gevrek gevrek gülüyordu. Münakaşa ettikleri muhayyel çocuk ona bir hakikatmiş gibi geliyordu. Yalnız Osman'ın içinde başka illerin, başka seslerin aksi olması ihtimali azıcık onu endişeye düşürdü.

O sabah karşı yamaçlara vuran balıkçı şarkılarıyla uyandılar. Balıktan dönenler Boğaz'ı geçiyorlar.

O gün Boğaziçi onlara bir bayram günü gibi geldi.

Zurna, dümbelek, mavnaların üstünde tepine tepine oynayarak Göksu'ya giden halkın şamatası... Hayat topraklardan fışkırıyor, yerde ve havada başlarını döndüren bir şiddetle atıyor.

Rabia, dinamo üstünde oturuyormuş gibi titredi.

Dünyanın yüreği gümbür gümbür atıyordu.

O akşam evin önüne çıktılar. Rabia, Osman'a bir koltuk indirdi, kendilerine bir halı serdi. Penbe dizlerini dikmiş oturuyor, Rabia, gözleri yıldızlarda sırtüstü uzanmış yatıyordu. Osman, oturduğu yerden, koya batan yıldızları görüyor, suyun üstünde bir altın yağmuru gibi yağıyorlar.

O akşam orada idiler. Bazân Rabia Osman'ın koltuğuna arkasını dayar, ud çalardı. Hep uzun, yanık taksimlerle başlar. Fakat hep söylediği şarkılar şen, hattâ tuhaftı. En çok tekrar ettiği, macuncuların, cuma günleri Sinekli Bakkal'dan geçerken söyledikleri "Çil horoz" türküsüydü.

"Horozumun kuyruğu güdük" diye başlar başlamaz, Penbe de azıcık kısık sesiyle bir ağızdan aldırırdı.

Osman'ın coşkun mizacını tadil eden Rabia'daki bu tuhaf muvazene her vakit onu memnun etmezdi. En ateşli dakikalarında kızın içinde onunla alay eden bir ifrit varmış hissini duyardı. Kendi kendini teselli etmek için, "Böyle ediyor ama, bilirim beni çok seviyor. Öteki, beni seven kadınlar daha ateşli, daha ihtiraslıydılar. Fakat onlarınki mevsimle gelip geçen şeylerdi. Rabia'nın bana bağlı, muhabbeti her gün için... Vefası yıllar için," derdi.

Arif'in ablası şimdi yalıya sık sık geliyor, onları rahat bırakmıyordu. Ay aydınlığı olduğu akşamlar, Rabia'ya şarkı söyletiyorlardı. O sene, Rabia'nın sesi Boğaziçi'nde en çok sevilen sesti. Bebek Koyu her taraftan gelen sandallarla doluyor. Bir defa Rabia gazel söyledi... Vehbi Dede'nin en klasik, en mistik gazeli. Bu ağır ve derin bir fikre istinat eden Fuzulî'nin gazelini, o akşam evde olan Mabeyinci'nin ricasıyla söylemişti.

Nice yıllardır ser-i kûy-ı melâmet bekleriz

Leşker-i sultan-ı irfânîz, velâyet bekleriz...

diye başladı.

Cîfe-i dünya değil kerkes gibi matlûbumuz

Bir bölük Ankâlarız, kât-ı kanâat bekleriz

yerine gelince halk coştu.

Kârvân-ı râh-ı tecrîdiz, hatar havfın çekip

Gâh Mecnun, gâh ben, devr ile nevbet bekleriz.

Sanmanız kim giceler bîhûdedir feryadımız,

Mülk-i aşk içre hisâr-ı istikâmet bekleriz...

mısralarına gelince, ah, of, yaşa sesleri Boğaz'ı öttürdü. Bu keyfetmeye çıkmış, karnı tok, sırtı pek, zevk arayan güruhun her biri, birdenbire Rabia'nın sesiyle ideal ardından koşanların, kafalarını taştan taşa çarpanların sırrî ihtiraslarınıduyuvermişti.

Haftada bir akşam Kanarya'da yemek yiyorlardı. Orada Rabia şarkı söylemeyi istemezdi. Boğaziçi'nde onun sesinden ziyade kendisiyle alâkadar olan bir Nejad Efendi vardı. Onu balkona götürür, yukarı aşağı dolaşırlar, konuşurlardı.

Onları oturduğu yerden seyreden Osman, artık kıskançlık duymuyordu. Rabia onundu. Ötekiler bir şaheser seyretmeye gelmiş yabancılardı. O günlerde onun içini zaferle, şevkle dolduran başka bir şey de vardı. Rabia'nın kalbinde onun bir tek rakibi Vehbi Dede'nin tesiriydi.

Rabia'dan bir akşam Dede, "Yine zevrak-ı derûnum" şarkısını istedi. Kız elini kalbine götürdü. Sesi özür diliyor, fakat gözleri gülüyordu.

— Bir daha bunun "kırılıp kenara" düşeceğine aklım ermiyor. Size "Boyun bosun yoktur a herif, şamamasın şamama" türküsünü söyleyeyim mi, dedi.

Osman kendi kendine, "Boğaziçi ve ben, nihayet Rabia'ya etten kandan halk edilmiş olduğunu öğrettik," diyerek seviniyordu.

Fakat o günlerde Rabia'nın ihmal ettiği yalnız Vehbi Dede değildi. Eski bağlarının hepsi gevşemiş gibiydi. Bebek Tepesine her cuma nefes nefese tırmanan zavallı cüce de biraz unutulmuştu.

Temmuz ayı ve ağustosun ilk haftası böyle geçti.

Rabia, ağustosun ikinci haftasında Sinekli Bakkal'a dönmek istedi. Ağustos onun hayatında belki başka bir dönüm noktasıydı. Selim Paşa, Tevfik'in cülûsta affedilmesi ihtimalinden bahsetmemiş miydi?

— İyi haber çabuk duyulur, Rabia. Ömrümüzde ilk defa yaşıyoruz, yavrum. Kuzum, kuzum ayın sonuna kadar gitmeyelim.

— Peki, Osman...

Peki ama, artık Rabia'nın ne kafası ne kalbi tamamen Osman'ın. Tevfik orada yerini istiyor. Biraz da işsizlikten bıkmış gibi. Artık yalıya inmiyor. Hep beyaz evde elinde sarı yapraklı eski tarihler, divanlar. Okumadığı zaman sabırsızlığı, sıkıntısı besbelli...

Rabia'nın böyle içi içine sığmadığı bir sabah Osman, onu aldı, zorla deniz kenarına götürdü. Rumelihisarı mezarlıklarının önünde bir kayanın üstüne oturdular. Sular ayaklarına geliyor, dalgalar tembel, ağır bir ahenkle çakıllara vurup çekiliyor. Deniz henüz tamamen uyanmamış.

— Bu dalgaları martta görmeli, Rabia. Kudurmuş gibi kafalarını kayalarda parçalarlar. Öyle yaman bir saldırışları, ahenkleri vardır.

— Bir gün sakin, telaşsız bir şeyden hoşlandığını işitmedim, Osman.

— Sükûn? Sükûnun denizde ne işi var? Düşün, kim bilir üstünde kaç milyon adam ölmüştür! Kim bilir şimdi üstünde kaç milyon avare, cesetsiz ruh dolaşıyor...

Osman'ın elleriyle havayı göstererek, sırf şairane bir lâf diye söylediği bu sözler, Rabia'nın muhayyilesini harekete getirdi.

— Buraya geleli perşembe, pazartesi ölülere Yasin okumayı bile unutuyorum.

— Ölülerle senin ne alışverişin var, Rabia. Sen diriler için okuyorsun... Sen...

— Her sabah namazından sonra inşaallah denizde ölenler için ayrı bir Yasin okuyacağım.

— Rabia, Rabia, bu eski, bu ölü şeylere gene dalma...

Fakat Rabia onu artık işitmiyordu. Hafızasında salan eski sevgililer, eski şeyler dirilmiş, ona sitem ediyorlardı. Etrafını sevmek, etrafını düşünmek, bu Dede'nin bilerek, Tevfik'in bilmeyerek ona öğrettiği biricik hakikat... Biricik, insana sükûn veren, haz veren şey. Halbuki o, tam bir aydır hep kendisiyle, kendi saadetleriyle meşguldü. Bu sabah o saadet, Rabia'ya biraz bayat, biraz tatsız geldi.

Ölülerle yaşamanın o kadar iyi bir şey olmadığını anlatmak onları teselli etmek istiyormuş gibi hafif hafif sallanarak, gamlı ve derin bir sesle, "Yeryüzünde hayat bir oyun..." diye başlayan ayeti okumaya başladı.

Evlerine bu ağır hava içinde döndüler. Evin önünde Osman karısının kolunu çekti:

— Gel şu çamların altına gidelim.

— Sen git yaprakların üstüne uzan, dinlen. Ben gelirim.

Osman'ın altındaki çam iğnesi tabakası ısınmış tuğla gibi sıcaktı. Üstündeki yeşil gölgede bile serinlik yoktu. Öğle yaklaştıkça, sıcaklık, ateşli bir nefes gibi havayı, yeri ısıtıyor. Osman arkaüstü uzandı, gözlerini yumdu. Dalarken uzak bir araba sesi işitti. "Mektebe olacak," diyerek uyuyakaldı.

Epeyce uyumuş olacak. Birisi yüzüne bakıyormuş hissiyle silkindi, uyandı. Rabia başucunda duruyordu. Arkasında siyah ipek çarşafı, elinde çantası, resmî ziyaretlerinin kıyafeti. Bu siyah bohçaya benzeyen siyah katların arasında yüzü, şakaklarına doğru çekilmiş gibi, dudakları kısılmış.

— Nereye gidiyorsun, Rabia?

— Sabiha Hanım, kâhya kadınla araba yollamış. Dün gece kalbi tutmuş. Beni istiyormuş.

— Bahane!

Osman'ın yanına çömeldi. Anlattı. Sabiha Hanım'ın hastalığına, aldıkları fenâ bir haber sebep olmuş. Hilmi, yazı Lübnan'da geçirmek için Vali'den izin almış. Tevfik'le beraber ailesini götürmüş. Fakat oradan Avrupa'ya kaçmış. Bir Fransız vapurunda ona yer temin eden, kadın kılığında vapura kaçıran Tevfik imiş. Zavallı, Sabiha Hanım az daha kederinden ölüyormuş. Çünkü Hilmi'nin cülûsta affedileceğinden eminmiş... miş... miş...

— Baban da kaçabilmiş mi?

— Hayır.

Rabia'nın eski çarpık tebessümü. Kaçmak şurada dursun, Tevfik'i Hilmi'yi kaçırdı diye Taif'e kalebent yollayacaklarmış. Çarpık tebessüm daha derin. Zehir gibi acı. Osman doğruldu. Kolları siyah bohça çarşafı sarmak istedi.

— Ne vakte kadar senin baban Hilmi'nin yüzünden ceza görecek?

Kız, omzundaki kolları bilmeyerek itti. Kalktı. Acı çizgiler dudaklarının etrafından silindi.

— Tevfik, Hilmi Bey'i çok sever. Sevmek demek, sevdiği için ceza görmeyi göze almak demektir, Osman! Kim bilir şimdi onu kaçırdığına nasıl sevinir. Oh, iyi etti de yaptı...

Tevfik'in fedakârlığını güzel bulmuş, sevmiş, sevinmiş... Fakat gergin yanaklarına uzun kirpiklerinden damla damla yaş akıyor.

— Ben de gelirim. Seni yalnız yollayamam, Rabiam.

— Hayır, hayır. Ben bu akşam Sinekli Bakkal'da kalır, yarın erken gelirim.

Gitti. Osman'ın içi hiddetle karışık bir teessürle doluyordu. Bebek'teki sayılı saadet günlerini bu vak'a artık kapatmıştı.

17

— Ah yavrumu bir daha dünya gözüyle göremeyeceğim... Hilmiciğim, Hilmiciğim...

Sabiha Hanım, Rabia'nın boynuna sımsıkı sarılmış, hüngür hüngür ağlıyor. Rabia bir çocuk yatıştırır gibi arkasını okşuyor.

— Neden göremeyeceksiniz, göz yummadan yıllar gelip geçiyor. Bir kere düşünün. Zavallı Hilmi Bey'e buraları zindan gibi gelirdi. Şimdi sabah akşam, kapı sürgülemeden, etrafı kollamadan, Genç Türklük konuşuluyor.

Rabia gülüyordu. İhtiyar da yaşlarının arasında güldü, sonra uzandı. Rabia, buruşuk yanaklarını sildi, üstüne battaniyesini çekti. Kadın gene doğruldu. Rabia'nın gözlerine kabahatli bir çocuk hicabıyla bakıyordu.

— Hilmi'ye lanet okuyorsun, değil mi Rabiacığım?

— Vallahi, billahi, kör olayım okumuyorum. Hem siz şimdi Tevfik'i düşünmeyin. O, Taif Kalesi'ni orta oyunu meydanına çevirir.

— Sahi... Sahi...

— Şimdi artık uyuyun. Doktorların sözünü dinlemeli. İlacınızı vereyim mi?

— Ben uyurken başımda oturur bekler misin?

— Beklerim.

Sabiha Hanım çarçabuk daldı. Rabia başında, sandalyenin üstünde bekledi. Zavallı kadın bütün gece saçını başını yolmuş, isteri içinde çırpınmıştı. Hilmi'nin kaçmasıyla yediği acı darbe yanında bir de Rabia'nın başına gelen felâkete sebep olmak azabı vardı. Zavallı çocuğun babasının başına hep Hilmi yüzünden felâket geliyordu. Ya Rabia, bir daha evlerine gelmezse... Ya beddua ederse... Hem o kadar Rabia'nın dostluğuna alışkındı ki, kaybederse onun yerini artık bir şey dolduramayacaktı. Şimdi Rabia'nın bu dost ve müşfik tavrı kadının hasta, yıpranmış kalbine doktorların ilacından fazla sükûn verdi.

Şükriye Hanım ayaklarının ucuna basarak odaya girdi. Rabia'yı, Paşa görmek istiyordu. Hanımefendi'yi o bekleyecekti.

Rabia, Paşa'yı odasında buldu. Elleri dizlerinde, gözleri yerde düşünüyordu. Paşa'nın boş vaktinde arka kaşağı oymaması, "Ten ten terani..." diye eski besteler mırıldanmaması o kadar gayri tabiî, o kadar acı bir manzara ki... Rabia onu bu kadar düşkün ve meyus görmemişti. Selim Paşa'yı böyle düşük ve bî-çâre görmek yüz senelik azametli bir çınarın yakılmasına şahit olmak kadar elim bir şeydi.

— Hanım nasıl, Rabia?

— Uyuyor.

— Oh, oh, şükür.

Kapanık yüzü biraz açıldı. Rabia'ya yabancı gelen bir tevazuyla sordu:

— Oğlum Tevfik'i gene mahvetti. Bizi affedecek misin, yavrum?

— Yapmayın... Babam Hilmi Bey'i ne kadar sever. Beni sevdiğinden çok sever... Eminim o kendisi hiç meyus değildir. Ne yapalım? Alnımızın yazısı.

Paşa, kızın titreyen elinin, genç alnında görünmeyen bir yazı üstünde dolaşmasına gülümseyerek baktı.

— Otur, kızım.

Karşı karşıya oturmuş birbirlerinin yüzüne bakıyorlardı. Paşa'nın elâ gözlerinin mânâsı garip bir şekilde değişmişti. İçlerine çökmüş olmalarına rağmen gene sönük değildiler. Bebeklerinde bambaşka bir ışık vardı. Bu gözlerin tahakkümü etrafını ezen gurur silinmiş, içlerinde yeni bir anlayış, bir teslimiyet hâsıl olmuştu.

— Hilmi için pek müteessir değilim, Rabia. Fakat Tevfik'i Taif'ten kurtarmak için her şeyi fedâ ederdim. Maalesef Hilmi'nin babası olmak elimi ayağımı bağlıyor. Padişah'ın bundan sonra artık ne yüzüne bakabilir ne de bir şey isteyebilirim.

— Hilmi Bey'e de kabahat bulmayın, Efendim.

— Bulmuyorum, zihnim biraz dolaşık. Vaktiyle dünyada bir şeye inanırdım: kuvvet ve kuvveti temsil eden devlet nizamı. Halbuki şimdi bana geliyor ki, insanların talihine, binbir tane başka kuvvetler de hâkim. Hükümdarların, hükümetlerin elinde bir karıncadan âciz görünen en zavallı bir insanda bile her zaman ezilmeyen, öldürülemeyen gizli kuvvetler var.

Sustu. Sonra daha alçak bir sesle devam etti:

— Kendi muhakememin salabetine artık pek emin değilim. Bunca yıldır inandığım şeyler, hizmet ettiğim şeyler doğru mu, değil mi? Fakat bilmek lâzım, Rabia. Şimdi her zamandan fazla bilmek lâzım. Çünkü sultanların padişahınahesap vermek günü yaklaştı.

Bunları söylerken Paşa'daki değişiklik daha kuvvetle hissediliyordu. Bin seneyi birden atlamış gibi görünüyordu. Fakat bu seneler onu bunatmamış, kafasını çürütmemiş, dumanlatmamış... Bilakis daha olgun, daha etraflı ve muvazeneli bir anlayış vermiş gibiydi. Öyle bir olgunluk ki, yetmiş yaşındakilere geldiği gibi yirmi beş yaşındakilere de gelebilir. Yaşamanın, düşünmenin ve nâmuskâr fikirlerin olgunluğu, Rabia tahlil edemiyor, fakat zâhirî zavallılığına rağmen ihtiyarda eskisinden daha derin bir kudret seziyordu.

Bu, Rabia'nın anlayamadığı bir kuvvetti. Paşa'nın eski, işlenmemiş demir külçesine benzeyen kudreti değil... Örs ve ateş altında dövülen, şekil alan demirin kudreti. Herhalde bu tecrübe ve bu tahavvül onun boş göğsüne bir insan yüreği koymuştu.

Rabia içini çekti.

— Alnımızın yazısı.

Zayıf parmakları tekrar genç alnının görünmez yazıları üstünde dolaştı. Paşa o gün, bu kelimenin tekerrüründen garip bir teselli duyuyordu. İlk defa olarak, Şark'ın bî-çâre ferdininhayat savaşında ezilmemesinde kadere inanışın bir amilolacağını düşünüyordu. Başlarında boza pişiren en kavî, en zalim hükümdarları hep kül gibi savrulmuş, geçmiş çınar gibi insanları deviren fırtına, zamanında baş eğmeyi bilen, nazenin sazlara benzeyen insanları köklerinden koparamamıştı. Ma'nevî kuvvetlere derunî teslimiyetin hilkatte en nafiz bir kudret olmadığını kim iddia edebilir.

— Ben istifa ettim, Rabia. Padişah istifamı kabul eder etmez Şam'a gideceğim. Dürnev'i alıp getireceğim. Biraz da yalnız kalmaya, düşünmeye ihtiyacım var. Tevfik'in mektubunda bahsettiği sürgünleri görmek, konuşmak istiyorum. Ama henüz hanıma bir şey söylemedim.

Elinde yemek tepsisi bir kız odaya girdi. Rabia kalktı, bir masa çekti. Karşı karşıya yemek yediler. İçlerindeki hüzne rağmen ikisi de iştahla yemek yediler. Yemekten sonra beraber aşağı indiler. Merdivenin alt basamağında Paşa durdu.

— Padişah altmışını geçti. Tevfik ancak kırkını geçiyor. İstikbalde onun daha çok hissesi var. Herhangi dakika ahval değişebilir, sen babana kavuşabilirsin, Rabia, dedi.

Sabiha Hanım uyanmıştı. Sedirin üstünde oturmuş çorba içiyordu. Yüzü dinlenmiş, zihni Hilmi ile muhabere tesisi için yol aramakla meşguldü. Acaba Osman'ın oralarda bir tanıdığı bir Frenk ahbabı bu işi temin edebilir mi? Bunları Rabia ile münakaşa ederken gözünün kuyruğuyla hep Paşa'ya bakıyordu.

İhtiyar, sakalını karıştırdı. Eski müstehzî sesiyle:

— Ben artık Zaptiye Nazırı değilim, siz istediğiniz fitneyi tertip ediniz, dedi.

Sabiha Hanım kaşlarını çattı.

— Ne demek istiyorsun, Paşa?

— İstifa ettim.

— Hata ettin. Ne olursa olsun, insan başındaki devletiayağıyla tepmemeli, Paşa!

— Öyle ama ben artık Genç Türklere falaka atamaz, süremez hale geldim. Bunları yapamayan adam bu devletin emniyetini elinde tutamaz.

Sabiha Hanım eğildi. Kocasının elini yakaladı ve dudaklarına götürdü. Rabia kalktı.

— Dönüyor musun, Rabia?

— Hayır, bu akşam Sinekli Bakkal'dayım. Yarın Rakım Amca'yı yollayacağım. Bizimkileri toplayıp getirecek.

Rabia ile Rakım mutfakta baş başa kahvelerini içtiler. Rakım:

— Keşke bugün gidip Osman'ı getireydim, diyordu. Rabia başını salladı. O akşam yalnız kalmak, sükûn içinde düşünmek istiyordu. Osman'ın telâşı, ateşi onun zihnini karıştırıyordu. Osman, Rabia'nın yalnız, yalnız kendisiyle meşgul olmasını istiyordu. Rabia'nın yanakları kızardı. Bu fikre isyan ediyordu. Gerçi o Boğaziçi günleri hayatında unutamayacağı bir sergüzeştti. Fakat insanlar sünnet çocukları gibi bütün gün "âlâ âlâ hey..." içinde yaşayamazlardı. Hele Rabia... Kaç kişi onun dostluğuna, vefasına muhtaçtı. O tevekkeli Sinekli Bakkal'da doğmamıştı! Sabiha Hanım, ömrünün sonuna gelen Selim Paşa, mahzun gözlü cüce Rakım... Hele onu ihmal ettiğini düşündükçe içi sızlıyordu. Fakat bunların hepsinden daha ziyade Tevfik vardı. Kadın gibi tatlı kestane renkli gözleri, uzun bıyıkları, her vakit gülen dudaklarıyla şimdi neredeydi? Tevfik ona mutfakta dolaşıyormuş gibi geldi. Selim Paşa'nın, yüreğine biraz ümit veren sözlerini gayri ihtiyari tekrar etti.

— Tevfik kırkını henüz geçti. Padişah altmışına geliyor. Herhangi gün devir değişebilir. Hasretliler kavuşabilir.

— Bunları kimsenin yanında sakın söyleme, Rabia. İnsanın babasına emniyeti yok. Duvarlar hep kulak. O kadar yıl sabrettin. Biraz daha sabret.

— Dut yaprağı sabırla atlas olur... Ah bir Tevfik'e kavuşacağımız gün gelse, Amcacığım.

— Belki o gün çok yakındır, Rabia. Balık baştan kokar. Tepemizdekilerin kokusu burnumuzun direğini kırıyor. Mutlak temizlik günü gelecek...

O akşam, saatlerce mutfakta oturdular. İkide birde ya Rakım ya Rabia bir darbımesel söylüyor, karşısındakine yürek vermeye çalışıyordu.

Osman, Rabia'yı beklerken karşısında Rakım'ı görünce Sabit Beyağabeyvârî sövdü:

— O kocakarıya Rabia, saadetimizi fedâ ediyor.

— Tevfik Taif'te kalebentken, Boğaziçi safası pek Rabia'nın içine sinmez.

— Hakkın var, Rakım. Ben hep böyle kendimi düşünüyorum. Hayvan gibi... Sinekli Bakkal'ın köpekleri bile benden daha insaniyetli.

Hiddeti geçti. İçi nedametle doldu. Şimdi hep karısını teselli etmek, onu avutmak, çareleri düşünüyor.

Penbe, çıkınları, bohçalan hazırlayınca yola düzüldüler. Köprü'den arabaya bindiler. Arabayı kapının önüne kadar götürmek için bahane olan bu bohçaları Osman elinden gelse öpecek. Kırık kaldırımlarda sendelemeden, toz yutmadan eve gitmek ne saadet. Hattâ loş sokağın üstündeki dar ışık yolunda vızıldaşan sinek bulutunda bile bir şiir var.

— Amca Bey... Hey Amca Bey!

Sabit Beyağabey köşede arabayı görür görmez elini sallayarak Osman'a bağırmaya başlamıştı. Osman arabadan atladı. Rakım'a:

— Rabia'ya söyle, ben biraz sonra gelirim, dedi.

Sabit Beyağabey'le köşede, çardağın altında bir kahve ısmarladılar. Ağabey içini açtı.

Mahalle heyet-i ihtiyariyesinin intihap zamanı gelmişti. Ağabey takımı eskici Fehmi Efendi'yi atlatmak, yerine Osman'ı getirmek istiyorlardı. Bu küçük vak'a mahallenin hayatında çok mühimdi. Tepelerindeki Padişah zulüm ve istibdadınarağmen –mahallede pek de mühim bir işi olmayan birkaç kişilik heyet intihap etmek hakkı– onlara kendi kendilerini idare edenlerin vakarını veriyordu.

Osman, Ağabey kadar heyecanlandı. Ve sözüne, nasihatine bu kadar bel bağlayan bu haşarı genç kitleyi, Fehmi Efendi'yi tekrar intihap etmeye ikna etti. Bu küçük, fukara sokakta bir simaolmak ona ilk evlendiği günler kadar cazip ve insanı göründü. Ağabey yumruğunu çarpık kahve masasına indirdi. Fehmi Efendi tekrar intihap edilecekti. Osman'la beraber dükkânın önüne kadar omuz omuza yürüdüler.

Rakım dükkâna yerleşmiş, alışveriş başlamıştı. Rabia merdiven başında, elinde Osman'ın terlikleri bekliyordu.

— Kuzum ayaklarını çıkar, merdivenleri bu sabah erkenden ovdum.

Merdiven ayağında ayak çıkarmak... Bu, Osman'ın hiç alışmadığı bir âdet. Tahta silindiği günler müstesna Osman odasının kapısına kadar potinleriyle çıkardı.

— Tahtalar tamamen kuruyuncaya kadar ben bir dolaşayım. Eskici Fehmi Efendi'yi görmek istiyorum. Ağabey'i gördüm.

— Konağa gitsen daha iyi olur... Rabia sözünü kesti: Zavallı Sabiha Hanım bitik... Mutlaka seni görmek istiyor.

— Bu akşam yemekten sonra beraber gideriz. Beni göreceğin geldi mi?

Rabia'nın omzunu okşadı, çenesini de okşamak istedi. Fakat o hayli huşûnetle Osman'ın elini itti. Yanakları gelincik gibi.

— Ben sana halk içinde okşamak olmaz demedim mi?

İşte gene eski dar kafalı, Sinekli Bakkallı hafız kız! Boğaziçi'nde biraz adama alışır gibi olmuştu!

Dükkândan çıkınca, Osman, Fehmi Efendi'nin dükkânına değil, İmam'ın evine gitti. Aylık günü üç gün geçmişti.

Baş örtülü, yaşlı bir kadın kapıyı açtı ve Osman'ı derhal tanıdı.

— Üç gündür İmam Efendi yatıyor. Çok hasta. İyi ki geldiniz. Ben sizi Boğaziçi'nde sanıyordum. Ben sevabına çorba pişirip getirdim. Ama bugün pek yalnız bırakılır gibi değil.

— Sen git Hanım, ben sen gelinceye kadar Efendi Baba'yı bırakmam.

Kadın'ın eline iki mecidiye sıkıştırdı. Yukarı çıktı. İmam'ın yatağı odanın ta ortasına serilmiş. Arkasına evdeki yastıkların hepsi üst üste yığılmış. İhtiyar âdetâ oturur gibi yatıyor. Fakat gene nefesi kısık.

Dizlerinde yazma bir yorgan, arkasında, belinden bir kuşakla kavuşturulmuş bir basma hırka. Takkenin altında beyaz bir çatkı. Şakaklarında ve alnında birer tümsek.

Gözleri sıtmalı, yanakları daha çökük. Kadavraya benzeyen simanın üstündeki burnu, Osman, tiyatrolarda kullanılan takma bir burna benzetti. Fakat delikleri kabarıyor, nefes almakta çok güçlük çektiği hissediliyor. Ve boğazında garip bir hırıltı var. Herhalde ihtiyar çok hastaydı. Fakat buna rağmen içine çöken gözlerinin içinde haşin ve eğilmeyen iradesi parlıyor. Başucundaki rahlenin üstünde biri açık duran üç cilt el yazması kitap İmam'ın hâlâ okuyabilecek kadar dimağına hâkim olduğunu gösteriyor.

Osman rahlenin altında, pul şişede tembel tembel dolaşan üç sülüğe baktı, gayri ihtiyari güldü. Odanın havasında lavanta çiçeği ile karışık soğan kokusu vardı.

İmam Osman'ı tanımış mıydı? Herhalde çok aksi sesiyle hırıldaya hırıldaya sordu:

— Ne istiyorsun?

— Hastasın, Efendi Baba!

— Nihayet geldin mi? Üç gün geciktin.

İhtiyarın içi rahat etsin diye Osman beş altını yorganın üstünde tespih çeker gibi kımıldayan parmakların arasına koydu. Parmaklar altınları hastanın gözlerine yaklaştırdı. Sonra göğsünden kesesini titreye titreye çıkardı. Ve kese göğsüne girip hırka kavuşuncaya kadar konuşmadı.

— Böyle yalnız hasta nasıl olur? Aşağıdaki kadını tutayım senin yanında kalsın olmaz mı?

— Estağfurullah! Kim para verecek? Çorbamı bile o pişiriyor. Yoksa para getirdiğini söyledin mi?

— Söylemedim.

— Kesemde altın olduğunu kimse sezmesin ha... Gırtlağımı koyun gibi keserler... Mel'unlar, haydutlar, kahpeler...

Göğsü kalaycı körüğü gibi inip çıkıyor.

— Ama ben bir doktor getireceğim, Efendi Baba. Merak etme, viziteyi ben veririm.

— Ne dedin, ne dedin? Hepsi kâfir, hepsi ilaçların içine şarap kor... Estağfurullah...

Sesi kesildi. Göğsü ve burun delikleri şiddetle işledi. Parmakları şakaklarını sıktı.

— Kafamı çekiçler dövüyor. Soğan bağladım kâr etmedi. Gece arkama sülük çekeceğim.

— Peki, peki, sen biraz rahat et. Ben beklerim.

Hasta gözlerini kapadı, başı yastığa düştü. Dudakları ıslık çalar gibi fısıldadı:

— Şeytan'a biraz ekmek ufağı ver.

Sayıklıyor muydu? Hayır. Yatağın yanında hakikat bir tabakta ekmek ufağı var. Osman pencereden bir "ciyk, ciyk" duydu. Başını çevirdi. Kafesin altından parmak kadar küçük bir serçe çıktı, pencerenin bu tarafına geçti. Kuyruğunu sallıyor, başı bir tarafta Osman'a bakıyordu. Osman yavaş yavaş ilerledi, ekmek ufağını pencerenin içine serpti. İhtiyata hiç lüzûm yoktu. Serçe, hep başı bir tarafta küçük kuyruğunu titreterek pencereden mindere sıçrıyor, odada kim olursa olsun, kaçmayacak kadar alışık olduğunu hissettiriyordu.

Sayıklar gibi hasta mırıldandı:

— Emine'ye kavuşmak günü geliyor.

— Rabia'yı görmek istemez misin, Efendi Baba?

— Ne dedin? Ne dedin?

Gözlerini açtı. Fakat Osman'ı değil eski günleri görüyordu. Biraz sonra daldı ve horlamaya başladı.

Osman'a dakikalar yıl gibi geliyordu. Öğle vakti gelmiş geçiyor, Rabia merak edecek. O bunları düşünürken, İmam eski mahalle mektebi hocalığının hatıratını sayıklıyor: "Falaka cennetten çıkma... Eti benim kemiği senin..."

Nihayet sayıklama durdu. Göğsünden şimdi yağsız ve bozuk makineden çıkan sesler çıkıyor. Ağzı kara bir çukur gibi açık...

Avluda kadının takunya seslerini duyunca aşağı indi. Kadına, İmam fenâlaşırsa haber vermesini tembih etti. Sokağa çıkınca saatine baktı. Saray'daki dersine geç kalmamak için eve yemeğe bile gitmeden koşmaya başladı.

O gece Rabia halsiz görünüyordu. Konağa giderlerken İmam'ın hastalığını söylemeye dili varmadı.

Konaktan döndükleri zaman mutlak söylemek istiyordu. Fakat nasıl başlayacağını bilemiyordu. Sabiha Hanım'ın lâkırdısını açmak istedi... Belki oradan...

Rabia kollarını sıvayarak,

— Aman Osman, yarın konuşuruz, uykudan gözüm açılmıyor. Namaz kılarken seccadede dalacağım, diyordu.

Osman yatağa girdi. Rabia'nın namazının bitmesini bekledi.

— Rabia, büyükbaban çok hasta...

Kız seccadeyi uykuda gibi topluyordu. Esneyerek:

— Allah şifalar versin, dedi.

— Gidip görsen fenâ olmaz.

— Aman şimdi seccadeden baş kaldırdım. Beni günaha sokma... Beni kovdurmak mı istiyorsun?

Annesini son gördüğü günün hayali kafasında yatağa girdi. Osman da ertesi sabaha kadar beklemeye karar verdi.

— Ne var Amca?

Ortalık henüz ağarırken Rakım kapıyı vurdu, Rabia' yı uyandırdı, Rabia yalınayak, kapının önüne koştu.

— Allah sana uzun ömürler versin, Rabia.

— Çabuk söyle, kim öldü, kim öldü?

Mutlaka, mutlaka Tevfik'i öldürdüler! Kız elleri göğsünde, gözleri yerlerinden fırlamış...

— Büyükbaban ölmüş. Yanında bakan kadın geldi haber verdi. Osman'ı uyandır.

Rabia, İmam'a ne derin, ne samimi bir minnet hissetti. Âdetâ ona, Tevfik ölecekmiş de onun yerine İmam ölüvermiş – Rabbim gani gani rahmet etsin.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top