2
3
İstanbul Bakkaliyesi'nin kapısında Ebe Zehra Hanım, hemen öğleye kadar Tevfik'i bekledi. Emine geceki rezaletten sonra İmam'ın evine iltica etmiş ve şayet İmam kendisini içeri almaz ise orada canına kıymaya yemin etmişti.
Kızının inadını pekâlâ bilen ihtiyar, sabaha karşı Zehra Hanım'ı bulmuş, Tevfik'e yollamıştı. Derhal boşamasını teklif ediyorlardı. Fakat boşansa da, Emine bir daha dükkâna dönmeyecekti.
Emine'yi ince yerinden vurduğuna kani olan ve nasıl kendini affettireceğini düşünen Tevfik, mümkün olduğu kadar dükkâna geç gelmişti. Kapı önünde çatık suratıyla ihtiyarı görünce şaşırdı. Kadın onu dükkâna çekip de vaziyeti anlatınca, şaşkınlığı büsbütün arttı. Her türlü sıkıntısına rağmen, Eminesiz hayat onca tahayyülü güç bir şeydi. Onda ne kadar serseriliğe, başıboş gezmeye alışkanlık varsa, o kadar da birine bağlanmak, birinin malı, kulu olmak ihtiyacı vardı. Annesini kaybettiğinden beri bu kadar yalnızlıktan korkmamıştı. Zehra Hanım, Tevfik'in ebesiydi ve onu çok severdi. Arkasını sıvadı, teselli verdi, Emine ile aralarını bulmaya çalışacağını söyledi, delikanlının gönlüne biraz ümit serptikten sonra çekildi, gitti.
Bu vak'adan sonra geçen ay Emine-Tevfik münasebetinde Sinekli Bakkal'a göre en romantik aydır. Kadınlara göre Leyla-Mecnun hikâyesi gibi bir şey, erkekler gene memnun değil.
Tevfik evvelâ bozuk imlasıyla Emine'ye her gün feryatnamelergönderdi, sonra kapısının önünde dolaşmaya başladı, daha sonra kafesin altında yüksek sesle karısına ilanı aşk etti.
Bundan bir netice alamayınca, akşamları içmeye, çeşme başında kadınlara dert yanmaya kadar döküldü. Dükkân hep kapalı... O, sokaklarda yıkıla yıkıla dolaşıyor. Herhalde Tevfik'in vaziyetiâdetâ "Adab-ı umumiyeyi ihlal" ediyordu. Mahalleli Komiser'e şikâyet ettiler.
Komiser, bir gün onu mahalle karakoluna çağırdı.
Kendi dindar, muhafazakâr ve İmam'ın vaazlarına muntazamandevam eden bir insandı. Ona Tevfik, âdetâ kanı helal bir kâfir, başı ezilecek bir yılandan başka bir şey değildi. Birinci defaya mahsus olmak üzere karakolda, Tevfik'e temiz bir sopa çekti. Bir daha İmam'ın kapısında görür, kadınlara dert yandığını işitirse, vücudunda kırmadık kemik bırakmayacaktı.
Tevfik, dükkânını bütün bütün kapadı, Sinekli Bakkal'dan kayboldu. Fakat çok geçmeden Tevfik'in şöhreti tekrar mahalleyi çınlattı. Gene orta oyununda kadın rolüne dönmüştü. Bu defa Bakkal Çırağı isminde bir de oyun uydurmuştu. Bu, bir bakkal kadınla çırak olan kocası arasında bir maceraydı. Bütün İstanbul gülmekten kırılıyor, ecnebiler bile bu oyunu görmek için Göksu'ya gidiyorlardı. Değil büyük konaklara, hattâ Saray'a da çağırılan bir oyuncu olmuştu.
Bu haberi Emine, babasının evine döndükten sonra aldı. İşin en felâketli tarafı, Emine'nin dükkânı terk ettikten sonra anladığı, gebeliğinin hayli ilerlemiş olmasındaydı. Bütün Sinekli Bakkal açıktan açığa, "Bakkal Çırağı" oyunundaki kadının Emine olduğunu söylüyorlardı. Emine sokaktan geçerken külhanbeyleri birbirini dürtüp gülüyorlardı. Kısmen Emine'nin zorundan, kısmen de Tevfik'e gazabından İmam, talâk için mahkemeye müracaat etti.
Kadı huzurunda, mahkeme heyeti huzurunda, vaazlarını sönük bırakan bir talâkatla Emine'nin Tevfik'den çektiklerini anlattı. Hiç, Hâkim Efendi, kendi helâlini yâr u agyâr nazarındabütün mahremiyetiyle teşhir eden Müslüman bir erkek görmüş müydü? Hâşâ... Görmemişti.
Muhakemeyi dinleyenlerden, Tevfik'e tatlı saatler borçlu olanlar bile, İmam'ın sözlerinin tesiriyle Tevfik'e kızdılar. Tevfik Emine'yi boşamaya mecbur oldu. Fakat vak'a bununla kapanmadı, dedikodu çoğaldı. Din, iman gidiyor, şer'-i şerîfe mugayirşeyler oluyor, diye önüne gelen Padişah'a jurnal veriyordu. Efkârı teskin için Saray, Tevfik'i bir zaman İstanbul'dan ayırmaya karar verdi. Tevfik'i idareten Gelibolu'ya sürdüler.
Bir sene geçmeden şen ve vefasız İstanbul, vaktiyle o kadar sevdiği sanatkârı da, sanatkârın günahını da unutmuş gibiydi. Yalnız Sinekli Bakkal, Emine'nin kucağında Tevfik'in kızını görünce onu hatırladı. Tevfik'in kızının adını Rabia koymuşlardı.
4
Rabia, zamanındaki bütün akranları gibi, beş yaşında tabla dökmeye, kahve fincanı yıkamaya başladı. Yedi yaşında adamakıllı ev işi gören bir kızdı. Hele büyükbabasının hizmetine hep o bakardı. Bunlar Sinekli Bakkal'da her kız çocuğu için o zaman tabiî olan şeylerdi. Rabia'yı öteki çocuklardan ayıran şey, İmam'ın tesirine bu kadar erken maruz olmasıydı.
Başka çocuklar, o yaşta nasıl bayram salıncağı, kukla oyunu ile aşina iseler, Rabia da o kadar cennet ve cehennem denilen yerlerle aşina idi. İmam Hacı İlhami Efendi torununa bu iki yeri kendisine göre bütün husûsiyyetleriyle tanıttı. Cehennem onda daha derin alaka uyandırdı. Büyükbabası söylerken dişleri kilitlenir, arkası ürperirdi. Fakat gözlerini açar dinlerdi. Evvelâ İmam, Dante'yi solda sıfır bırakacak bir dehşetle bu ukubetdiyarını canlandırıyor, sonra babasının, ezelî yurdu orası olduğunu, şüphe götürmez bir katiyetle söylüyordu. Kız, cehennemden korktu, fakat İmam'ın tarif ettiği cenneti de pek cazip bulmadı. Muhayyilesinde, ortasından sessiz bir dere geçen bir çayırlık canlanıyor, orada büyükbabasına benzer kocaman sarıklı, asık suratlı imamlarla, annesine benzer yaman yüzlü kadınları el ele vermiş, sabahtan akşama kadar, makamı insana uyku veren, bir ilâhî söylediklerini görüyordu. Dimağının ilk tasavvurları bu kadar çetin olan bu küçük kız, hayatının ilk senelerini etrafı memnuat duvarlarıyla çevrilmiş, böyle bir muhitte geçirdi. Belki bundan dolayı çocukluk hulyâlarını kafasında saklamaya, yüzünün ifadesine kadar hâkim olmaya, yani iradesini kendi kendisine terbiye etmeye mecbur oldu. Bu devirde muhitine bir tek isyanı oldu. O da bebek dikmeyi "suret halk etmeye" müsavi bir günah addeden büyükbabasının emirlerine rağmen, mısır püskülünden yapılmış uzun saçlı, mavi boncuk gözlü bir tek kırmızı boncuktan ağız konulmuş bir bez bebek dikti, sakladı. Emine'nin keskin gözleri bu günahını keşfedince büyükbabasıyla karşı karşıya geldi. Hacı İlhami Efendi'nin mektep hocalığı günlerinden kalma, değnekle yediği ilk ve son dayağı seneler geçtikçe unuttu. Fakat bebeğin çamaşır kazanının altında yanması, mavi boncukların beyaz bezden ayrılması; bunları sahiden bir çocuk yanmış gibi hissetti. Boğazında acı bir yumru, gözleri kupkuru, yüzükoyun mutfağın taşlarına kapandı, uludu.
Bu meşhur vak'adan sonra anasının ve büyükbabasının şikâyet edebileceği bir yaramazlık yapmadı. Artık etrafındaki kuvvetleri, ölçmüş, kendi aczini sezmişti. O kadar uslu oldu ki mahallede her ana onu kızına numune diye gösteriyordu. Nefsini müdafaa için etraflarının rengini alan kuşlar ve böcekler gibi o da yüzünü, tavrını ve sesini, muhitinin gülmeyen, eğlenmeyen sıkıntılı ifadesine uydurmuştu.
Hacı İlhami Efendi, Emine-Tevfik macerasından ağzı yandığı için torununu mahalle mektebine göndermedi. Rabia'nın ilk tahsilini kendi eline aldı ve derhal bambaşka olduğunu anladı. Namaz surelerini bu kadar çabuk ezberleyen bir hafıza henüz görmemişti. Bir taraftan da Emine, çocuğun bir defa işittiği bir şarkıyı tatlı ve yaşına göre kalın bir sesle, iş görürken söylemesine dikkat etti. Baba kız aralarında düşündüler, taşındılar, kızı hafız yapmaya karar verdiler. İmam İstanbul'da hafız yetiştirmekle meşhur değil miydi?
Bir zaman Rabia her sabah büyükbabasının önünde küçük bir rahleye diz çöküyor, zayıf elleri dizlerinde, büyük, bal rengi gözleri İmam'ın gözlerinde, iki tarafa sallana sallana Kuran'ı ezberliyordu.
Evvelâ bilmediği bir lisanda bu kadar uzun ezberleme ona biraz güç geldi. Fakat bu da çabuk geçti. Arap dilinin ahengi,tilavetin icap ettirdiği yarım seslerden geçen makamların tesiri, âyet sonlarında hummalı bir nabız gibi sesin son heceye vuruşu, bunlar, hep onu gaşyeden bir mûsikî heyecanı verdi. Yeşil benekli, altın gözlerini duman bürüyor, ince yüzü sararıyor, dudakları kuruyor, ta kalbe giden pürüzsüz sesi, şelaleden dökülür gibi ahenk döküyor ve küçük vücudu bu ahenge uyarak geniş zaviyelerle yandan yana, önden arkaya bir saat rakkası intizamıyla sallanıyor, sallanıyordu.
Tevfik'in kızı on bir yaşında hıfzını dinletti ve İstanbul'un en küçük, fakat latif üsluplu ve en yanık sesli hafızı olarak tanındı. Büyük mevlidlere aşır ve ilahî, selatin camilere Ramazan'da mukabele için büyük ücretlerle çağrılıyordu.
İlk Ramazan'da, İmam'ın iki senede kazanamadığı parayı kazanıverdi. Hacı İlhami Efendi sevincinden ellerini ovuşturuyor, her yerde kızın Tevfik'den ziyade kendine çekmiş olduğunu iftiharla anlatıyordu. Bu günlerde Rabia da memnundu. Camilerde etrafına yığılan cemaatten, sesinin uyandırdığı heyecandan bilmeyerek muvaffak olan bir sanatkâr hazzıduyuyordu.
İlk muvaffakiyeti ve tanınması, Valde Camii'nde olmuştu ve Selim Paşa'nın karısının dikkatini de orada mukabele okurken celb etti.
5
Hayır sahibi bir kadın, merhametli ve atıfetli, sağ elinin verdiğini sol eli duymaz... Bu, Selim Paşa'nın karısı Sabiha Hanım'ın bir cepheden görünüşü. Fakat onun dedikoduya sebebiyet veren başka bir yüzü daha vardır. Saza, söze düşkün, başına bir sürü dalkavuk toplar, dalkavuklarından çarçabuk bıkar, bir dalda durmayan bir kadın! Dedikodu en ziyade bıkıp attığı dalkavuklardan çıkar. Fakat bunların hiçbiri Sabiha Hanım'ı müteessir etmez Kahkahası daimî, neşesi mikrop gibi yakınlarına geçer.
Yaşı ve içtimaî mevkii uysun uymasın her hoşuna giden insanla dosttur. Dostları vakitli vakitsiz konağa gelir ve Hanımefendi'nin odasına dalarlar. Bununla beraber mizacına uymayanlara, hattâ vükela karısı da olsalar, çok soğuk muamele eder.Fakat, gene de nazik ve terbiyelidir. Zamanının pek sıkı olan içtimaî protokoluna riayet eder.
Sabiha Hanım'ın ahbabı olmayıp sırf bayram, kandil günleri etek öpmeye gelenler arasında Emine ve kızı Rabia da vardı. Emine'den kadın hoşlanmazdı. Bu da İmam'ın suratsız, soğuk kızının meşrebine uymadığı için değil... Garip olarak, bu soğukluğun sebebi Tevfik'ti. Sabiha Hanım konağa gelin geldiği günlerden beri Tevfik'i bir mahalle çocuğu olarak tanımış, maskaralıklarını sevimli bulmuştu. Ekseriya arabasını durdurur ve oğlanı çağırır, söyletir ve eline bir çil çeyrektutuştururdu. Tevfik orta oyununa çıkınca seyrine en sık gidenlerden biri Selim Paşa'nın karısı oldu. Delikanlının, İmam'ın kızıyla macerasını ve akıbetini dikkatle takip etti. Tevfik sürüleceği zaman Paşa'sına, alıkoyması için rica etti. Fakat Selim Paşa, kadın sözüyle vazifesini ihmal edecek ricalden değildi. Tevfik gitti, Sabiha Hanım'ın da tiyatro merakı bitti.
Hanımefendi'nin Valde Camii'nde Rabia'yı gördüğü zamanlar, hayatının buhranlı bir devriydi. Yaşını almıştı. Kocası başta, herkes ona, artık vaktini ibadete hasretmek zamanı geldiğini, daha doğrusu ahreti düşünmek saati çaldığını ima ediyordu. Halbuki o, buruşuk yüzünü daha buruşturuyor, ahret düşüncesini hiç sevmiyordu. Solucanı, akrebi bol, rutubetli, kara ve soğuk topraklar... Şayet ruhu oradan cennete giderse? O da pek keyifli bir yer değil. Herhalde saz, söz, şaka, alay orada memnu...
Şakadan anlamayan, gülmeyen ve güldürmeyen bir hilkattenkadın, sadece korkuyordu. Belki bunun için Mevlevî tekkelerine devama başladı.
Şeyhleri hem şakacı, hem de ona, kulların zaafını anlayan, affeden ve seven bir Halik olduğunu söylüyorlardı. Bunların arasında bilhassa Vehbi Dede isminde Mevlevî bir mûsikî-şinâstanıdı ve meşrebine uygun buldu. Vehbi Dede, ilâhî kâinataanlayan ve seven bir tebessümle bakıyor, hayatı ilâhî bir şaka gibi görüyor. Sabiha Hanım onu derhal genç halayıklara ve üvey kızı Mihri'ye mûsikî hocası olarak tuttu. Dede mütevazı,az söyler ve çok perhizkâr bir şekilde yaşar bir adam olduğu için, onunla pek sıkı konuşmazdı. Pratik kafasıyla biliyordu ki, Dede'nin yumuşaklığını konakta tatbik etmek evin intizamını bozabilir. Dede'nin İlahı'nın müsamahası işine geliyor, fakat Dede'nin sıkı hayatını yaşayamayacağını da biliyordu.
Halk türkülerini, oyun havalarını sevdiği kadar, en ağır dinî mûsikîyi de seven bu ihtiyar kadın Rabia'nın sesi ve üslubuyla gayşoldu. Onun, Emine'nin kızı olduğunu tanıyınca biraz hayret etti. Bayramlarda Emine'nin arkasına büzülerek odaya giren pısırık çocuk bu muydu? Demek kızda da babası gibi bir sanatkâr istidadı vardı. Bu güzel seste ne kadar insanın içini karıştıran, yalnızlık ve hüzün hissi veren bir şey vardı. Birdenbire ihtiyar kadın küçük kızın halinde oyundan, neşeden mahrum bir zavallı sezdi ve bu hal içine dokundu. Derhal kararını verdi. Akşam sofrada Selim Paşa'ya:
— Bugün Valde Camii'nde İmam'ın torununu dinledim. Otuz senedir böyle mukabele işitmemiştim. İmam'a haber yolla, akşamları kız gelsin, bana bir şeyler okusun. Sakın o solucan anası peşine takılmasın ha, dedi.
Sinekli Bakkal Sokağı'nın bozuk kaldırımlarında seke seke Şevket Ağa'nın fenerini takip eden Rabia, Selim Paşa Konağı'nın geniş caddesine çıkınca yeni bir dünya keşfetmiş gibi sevindi. İki tarafı büyük bahçeler içinde, bahçe ortalarında konaklar, her kapının üstünde büyük bir fener... Kapılardan birine uşağın ardı sıra girdi. Hanımelleri, yasemin ve akasya kokuları, fıskıyenin şırıltısı... Bunlar çocuğun yüreğine tatlı bir çarpıntı verdi.
Kâhya kadın taşlıkta bekliyordu. Rabia, kadının peşinde, çifte merdivenlerin tırabzanlarını tuta tuta çıktı. Küçük kafasında kendini çağırtan ihtiyar kadının hayalini canlandırmaya çalışıyor. Buraya onu niçin çağırmışlardı? Annesinin koltuğuna sıkıştırdığı ağır cilt, ona bu beklenilmeyen davetin sebebini hatırlatıyor. Kuran okuyacak, belki de ilahi okuyacak. Nereden baksa, bu acayip konağa gelişinin dinî bir cephesi var. Fakat etrafındaki hava hiç de ahret havası değil...
Birinci katta ayakları yumuşak halılara gömüldü. Tavanda ışık hevenkleri gibi asılı duran avizelerin aksettiği uzun aynalarda sıra sıra Rabialar beliriyor, kayboluyor. Bir kapının arkasında tef çalınıyor, ziller şakırdıyor, oynayan ayak sesleri. Bunların Kuran'la, Muhammediye ile ne münasebeti var?
Sabiha Hanım'ın odasının ortasında rüyadan uyanır gibi kendisine geldi. Mütereddit ve utangaç gözlerle minderde uzanan ihtiyar kadına baktı. O da dizlerinde yumuşak bir battaniye, arkasında yastıklar, olduğu yerden kendini süzüyordu. Yakından hiç de kibirli ve korkunç değil. Çene çene üstünde, deriler sarkık, yüz buruşuk, buruşukların arasına allık, düzgün yer yer toplanmış. Çocuk, bu nevi tuvaleti biraz garip buldu. Fakat bu acayip yüzün ona emniyet veren mütebessim, dost gözleri vardı. Zümrüt yüzüklü beyaz bir el öpülmek için Rabia'ya uzandı:
— Kitabını konsolun üstüne koy da gel şuraya otur.
Yüzüklü el sedirin üstünde yer gösterdi.
— Adın ne?
— Rabia cariyeniz...
— Amma yaptın ha... Sana Rabia Abla demezler mi?
İhtiyarın genç gözleri tatlı tatlı gülüyordu.
Cami kayyumları, başka kızların saçını çeken mahalle külhanbeyleri, hattâ kapıdaki satıcılar bile ona yarı müstehzî,yarı müşfik "Abla" derlerdi. Sabiha Hanım bunu nereden öğrenmişti? Gülmedi. Otururken entarisini kaldırmadığını hatırladı. Emine'nin sesi hafızasında "Gene mi yabanlıkentarini buruşturuyorsun?" diyordu. Kabahat işlemiş gibi kalktı, anasının mor feracesinden bozulup yapılan gron entariyidikkatle kaldırdı, tekrar oturdu.
— Bu ne katı, ne koyu entari, Rabia Abla! Kaplumbağa kabuğu gibi...
Rabia da o fikirde, fakat gülmek olmaz. Entarileri hep anasının, büyükbabasının eskilerinden bozulup yapıldığını ciddi bir sesle anlattı. Sonra İmam'dan işittiği, süs aleyhine nutuklardan birini tekrar etti. Gözleri halının çiçeklerinde:
— Peygamber Efendimiz yamalı esvap giyerdi, dedi.
Şen bir kahkaha...
— İmam Efendi evde de mi vaaz eder gibi konuşuyor?
Demek büyükbabasından böyle hafif bahseden insan da varmış... Gözlerini halının çiçeklerinden kaldırmaya vakit kalmadan daha acayip bir suale maruz kaldı.
— Evde hiç babandan bahsederler mi, Rabia?
Acaba ağzını mı arıyordu? Yüreğinin babasına gizli muhabbetini öğrenip haber mi verecekti? Yutkundu, renksiz bir sesle babasını soranlara İmam'ın ezberlettiği cevabı tekrar etti:
— Babam fenâ bir adamdı Hanımefendi, hiç camiye gitmezdi... Ölünce... Cehenneme gidecek.
— Fenâ değil, zebanileri güldürür.
Alayla, neşeyle parlayan kadının müstehzî, gözleri bulutlanmış uzaklara dalmıştı. Rabia'ya bu ani yumuşaklığın, hüznün babasıyla alakası varmış gibi geldi. Şimdiye kadar sormaya cesaret edemediği fakat küçük kafasını kurt gibi yiyen bir suali sordu:
— Hanımefendi, babam ölürse sahiden cehenneme gider mi?
— Niçin gitsin yavrum, kimseye ziyanı dokunmazdı ki... Ama bilinmez, Allah'ın hikmetine akıl ermiyor, bu yaşa geldim bizden ne istediğine daha akıl erdiremedim.
Sustu. Sonra yarı acı yarı müstehzî bir sesle ilave etti:
— Şeytanın ne istediği apaşikâr, herkesin aklı ona su gibi eriyor.
Herhalde bu bahis ihtiyar kadının tabiî neşesini bozuyordu. Hemen başka mevzua atladı. Romatizmalı dizlerini elleriyle ovarak biraz doğruldu. Tevfik'in küçüklüğünden bahsetmeye başladı. O, sokak maskaralıklarını, Göksu oyunlarını ne kadar tatlı anlatıyordu.
Kâhya kadın içeri girince Sabiha Hanım biraz evvel o kadar meşgul olduğu İmam'ın torununu hemen unutuvermişti; o erkân-ı harbiyesinden rapor bekleyen kumandan gibi her akşam kâhya kadının getireceği malûmata dayanarak konağı idare ederdi. Müzmin bir romatizma onu hemen hemen odasına zincirlemiş gibiydi. Mütehakkim, mütecessis, emri altında olan her ferdin ne yaptığını, ne düşündüğünü öğrenemezse içi rahat etmezdi. Kâhya kadına Rabia'nın o akşam anlayamadığı birtakım sualler soruyor ve kadının cevapları da Rabia'ya bilmece gibi geliyordu.
— Bu akşam sakallı ne yapıyor?
— Gene tahta oyuyor, sofadan testere sesi duydum.
— Oyun yok mu?
— Dürnev Hanım'ın kapısından geçerken öyle bir şey duydum. Kanarya da orada. Bu tazelerin hallerine akıl sır ermiyor ki...
Kâhya kadın gözlerini tavana kaldırdı. Dürnev ve Kanarya adlı tazelerin günahlarından Allah'a sığınıyordu. Fakat Sabiha Hanım başka bir mevzua sıçramıştı.
— Bıyıklı ne âlemlerde?
— Gene o iki küçükbeyle haremde piyano odasında. Kahve üstüne kahve ısmarlanıyor.
— Dinledin mi?
— Nasıl dinlemem? Kulağımı yarım saat kapıya yapıştırdım. Boynum tutuldu. Fakat bir şey anladımsa Arap olayım.
— Kadın mı konuşuyorlar?
— Yoook...
— Politika olacak... Saray lâkırdısı filan var mıydı?
— Aman ağzından o lâfı yeller alsın... Bizim Küçükbey hiç öyle lâf konuşur mu?
"Sakallı" Selim Paşa'dır. Zalim bir hükümdarın Zaptiye Nazırısıfatıyla vazifesi hem müşkül hem de naziktir. Boş zamanında sigara iskemlesi, köşelik, sandal ağacından arka kaşağı yapar. Kaşağılar bilhassa zariftir. Bunun haricinde husûsî bir iptilası yoktur. Resmî Selim Paşa'dan nefret eden halk, onun husûsî hayatı hakkında söyleyecek bir şey bulamazlar.
O, iyi bir aile babası, ve bilhassa karısına merbuttur. Otuz yılı aşan müşterek hayatlarından karısının unutamayacağı bir tek acı vak'a vardı. O da hayli makûl bir sebebe atfedilebilir.
Paşa, her kendi büyüklüğüne inanan erkek gibi kendisine benzer bir erkek evlât istemişti. Halbuki "Bıyıklı" diye zikri geçenSabiha Hanım'ın biricik oğlu, hiç de babasına benzemezdi. Gerçi Hilmi, uslu ve zararsız bir çocuktu. Fakat nahif, çelimsiz, büyük gözlü, çocukluğundan beri mûsikîye düşkün, peltek bir oğlandı. Bilhassa bu son iki husûsiyyet Selim Paşa'nın sinirine dokunmuştu. Sabiha Hanım on senelik evlilik hayatından sonra başka çocuk doğurmayınca Paşa da gizlice bir buğday tüccarının kızıyla evlendi ve konaktan uzak bir semtte genç karısını yerleştirdi. Fakat ikinci karısı da evvelâ Hilmi'den daha çelimsiz bir kız doğurdu, iki sene sonra ölü bir kız daha doğururken kendi de lohusa döşeğinde can verdi.
İşte bu vak'adan sonra Selim Paşa kayıtsız ve şımarık Sabiha Hanım'ın ne kadar karakter sahibi olduğunu anladı. Kendisi daha içini dökmeye cesaret etmeden kadın, ona evlenmesinden haberdar olduğunu, hattâ oturduğu evi ve küçük kızın adını bile bildiğini söyledi. Hiç sitem etmedi. Yalnız anasız kalan Mihri'yi yanına alıp kendi evlâdı gibi büyütmeyi teklif etti. Paşa, belki ortağı olmak, bir kadın için nasıl bir izzetinefis yarası, ne acı bir kalp faciası olduğunu tahmin edemezdi. Fakat onu hayran eden şey, bir kadının iki sene bir sır gibi saklayabilmesi oldu. Ketumiyet, onca, erkeklerde bile az görülen bir faziletti,hele kadınlarda tahayyül etmemişti.
Kendi kendisine, hattâ gönlüne göre, bir erkek çocuk edinmek için bile bir daha karısının üstüne evlenmemeye karar verdi, hem de karısına karşı vaziyeti değişti. Şimdi onun fikirlerini ehemmiyetle dinler ve hattâ arada akıl bile danıştığı olurdu. Şayet erkek meclisinde kadınların boşboğazlığına dair lâkırdı olursa, o, gülerek başını sallardı.
Geçmiş günlere karışan bu vak'a istisna edilirse, Sabiha Hanım'ın ev hayatında ve kocasıyla münasebetinde itiraz edeceği bir tek şey yoktu. Onu arada üzen, düşündüren şey, oğlu Hilmi ile kocası Selim Paşa arasındaki fikir tezadı... Paşa, tamamen eski zaman adamı... Samimî ve kendi ölçülerine göre nâmuskâr.Saltanatı ilâhî bir hak diye tanır ve padişaha muhalif olanı –kim olursa olsun– akrep gibi ezmeyi, zaptiye nazırının vazifesi telakki ederdi. Onu, en çok çileden çıkaran şey; "Genç Türklük" lâkırdısıydı. En keyifli olduğu akşam, mutlak bir Genç Türk'e sopa attırdığı, işkence ettiği, vapura koyup sürdüğü günün akşamıydı. Kaç defa "Hilmi'nin Genç Türk olduğunu görsem, tabanlarını didik didik edecek bir falakaya çeker, sora Fizan'a sürerim," demişti. Halbuki Hilmi de bir taraftan annesine acayip bir şeyler okuyor, Genç Türklükten bahsediyor; hattâ padişaha dil uzatıyordu. Fazla olarak, arkadaşları pek garip, pek züppe gençlerdi. Kiminin saçı uzun, kimi hep Frenkçe konuşur... Bütün bunları Sabiha Hanım gençliğin geçici tezahürleri diye görmekle beraber, gene içine kurt düşmüştü. Ya Hilmi ihtiyatsızlık eder, başına bir bela gelirse? Paşa, himayedeğil, bilakis kendi oğlu diye, Hilmi'yi daha fazla ezecekti. Maamafih sıkıntılı düşüncelerle zihnini yormayı sevmeyen Sabiha Hanım, bu gizli endişesini de çabuk unutur, onun idaresi sayesinde konak, eski muntazam ve şen hayatını sürer, dururdu.
Rabia'nın konağa geldiği sıralarda, Sabiha Hanım'ın yeni bir üzüntüsü daha vardı; gelini Dürnev ile için için devam eden ve galibiyetin ne tarafta kalacağı tahmin edilemeyen bir mücadele. Dürnev'i Sabiha Hanım küçük almış, terbiye etmiş, iyi bir tahsil vermiş, oğluna nikâh edivermişti. Genç Çerkes'in dâima kendisine mutî ve ikinci safta kalacağını ümit ederek, dışarıdan gelin almamayı tercih etmişti. Filhakika kendisi konağın her köşesinde hazır ve nazır olduğu günlerde, gelinin sesi çıkmamıştı. Fakat romatizması onu köşe minderine bağlayalı, iş değişmiş, genç kadın ona sormadan sağa sola emirler vermeye cesaret etmişti.
Sabiha Hanım geline haddini bildirmek için müessir bir çare düşündü. Kanarya isminde sarışın, güzel bir Çerkes kızı satın aldı. Zâhiren kıza oyun dersi veriliyor ve Abdülhamid'in kadınlarından birine hediye edileceği söyleniyordu. Hakikattebu, gelini tehditten başka bir şey değildi. Halbuki, evvelâ Dürnev, ihtiyar kadının beklemediği bir yoldan, mukabil taarruza geçti. Kanarya'nın can dostu oldu, mûsikî ve oyun dersleriyle alâkadar oldu, ve mütemadiyen Saray'a gidecek kızın oyununu ve tavrını teftiş için kendisine dâima müşfik ve müsaadekâr davranan kayınbabasını odasına davete başladı.
Sabiha Hanım, Selim Paşa'ya bir genç halayığın üstü başı, oyunu ile meşgul olmanın ona yaraşmayacağını söylediği vakit, Paşa en ciddi tavrıyla:
— Ben zaten Zat-ı Şâhâne'nin emniyet ve salâmetini temin ile muvazzafım, Saray'a girecek her ferdi tetkikemecburum, diyordu.
İşte konağın bu karmakarışık iç işlerini iki ihtiyar kadın konuşurken Rabia'nın orada olduğunu unutuvermişlerdi.
Kâhya Şükriye Hanım nihayet:
— Vakit epeyce geç, çocuğu göndersek... dedi. Sabiha Hanım, Rabia'nın arkasını okşadı:
— Cumartesi akşamı mevlid kandili, misafirlerim var, gece gel, Kuran okuyacaksın... Seni yemekten evvel aldırırım, dedi, sonra çocuğun arkasından seslendi:
— Annene söyle, yatsıdan sonra o da gelsin!
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top