18
13
Sağanak. Rabia koştu, köşe penceresini kapadı, perdeleri indirdi. Piyanonun üstündeki gül rengi abajurun altında, Osman rahat koltuğuna kurulmuş, dizinde Rabia'nın tekir kedisi mırlıyor.
O akşam yemekten sonra mutfakta biraz fazla eğlenmişlerdi. Rakım demişti ki:
— Osman, sen haftada bir olsun mahalle kahvesine çık. Konağa her gün uğruyorsun. Bizim sokak seni kibar, zengin defterine yazarsa Sabit Beyağabey Takımı'nın alayından baş alamazsın.
Penbe darılmıştı.
— Güvey gireli iki hafta bile olmadı. Acelen ne?
— Yarın akşam giderim, Rakım Amca. Sen ne dersin Rabia?
Rakım homurdandı:
— Bu gibi şeylere kadın karışmaz.
Fakat Rabia, kahveye çıkmayı, Osman'ın bir akşam sonraya bırakmasına memnun olmuştu.
Şimdi odalarındaydılar Osman, oturduğu yerden, Rabia'nın soyunmak için yüke girişini tembel tembel seyrediyor, kendi kendine gülüyordu. Kızın ne çocukça âdetleri vardı. İşte şimdi beyaz geceliği ile yükten çıkıyor, aynanın önünde örgülerinin firketelerini alıyor, arkasına salıveriyor. Nihayet uzun mindere arkasını dayayıp, ayaklarını uzatıp halıya oturuyor. Her akşamki gibi dizinde dikişi var, elleri dikişin üstünde hareketsiz.
Her akşam aynı yere, aynı dikişle oturur. Fakat dikmez. Başlamak için bir şey bekler. Beklediği şey Osman'ın pedalı kısıp hafif hafif bir fanteziden ötekine geçen piyano çalışıdır.
Fakat bu akşam Osman konuşmayı tercih edecekti.
Konuşmak onun kurtulamayacağı bir illet, âdetâ bir tiryakilik; ve Sinekli Bakkal'da aradığı biricik şey bu. Gerçi sokakta bir sürü kadın erkekle konuşuyor, evde Penbe ile Rakım'ın ağızları durmuyor, konakta Sabiha Hanım'la can dostu. Bütün bunlarda dostluk, sadelik var, hayata tuhaf bir tarafından bakış var. Kendilerine göre bir halk felsefesi var. Hepsi pek hoş, pek cazip. Fakat bunların biri Osman'la fikrî bir münakaşa yapamaz. Bu ihtiyacını ancak Vehbi Efendi dolduruyor. O da bir zaman için Konya'ya, evlendiklerinin haftası gitmiş, henüz dönmemiş...
Rabia konuşmayı pek sevmiyordu. Gerçi söylediği zaman canlı söylüyor, zekâsı bir elektrik feneri gibi, insana en ummadığı, en zengin hayat tasvirleri gösteriyor. Fakat belki kız metafizik, karışık münakaşalardan sıkılıyor. Osman öyle bir mevzua girdiği zaman anlamak için büyük bir kuvvet sarf ettiği alnında hâsıl olanburuşuklardan belli.
Osman terliklerini sinirli sinirli sallıyor, bilhassa bu akşam Rabia'yı böyle çetin bir mevzua sürüklemenin imkânı olmadığını hissediyordu. Demek piyano çalmaktan başka çare yok. Rabia, yem vakti gelmiş genç tay gibi yerde küçük kulaklarını kabartmış bekliyor. Osman kalktı, piyano iskemlesine oturdu.
Akşamları çaldıklarını hep kendi icat ederdi. Ve bu havalar Rabia'ya göre, kocasının Sinekli Bakkal'da aldığı yolun birer nişan taşı, mesafe ölçüsüydü. Minör perdelerin, Şark melodilerinin artması onun yeni hayatını ne dereceye kadar benimsediğini gösteren alâmetler. O semtte gece gündüz işitilen aşina sesler azalınca Rabia endişeye düşüyordu. Bir akşam evvel Osman çalarken sokak satıcılarını işitiyorum, zannetmişti. Fakat bu akşam o fantezilere bir tek aşina melodi girmiyor. Çapraşık, karışık bir armoni! Osman'ın başında yabancı bir rüzgâr esiyor. Belki Sinekli Bakkal'ı yadırgıyor, belki içine gariplik çöktü. Dikişi tekrar dizine bıraktı. Boğazına bir şey tıkanır gibi oldu. Mutlak, mutlak Osman, Rabia'nın ruh iklimine alışmalı, Sinekli Bakkal'a bağlanmalı. Ama nasıl?
Osman, Rabia'ya endişe veren yabancı makamlarda parmakları dolaşırken, dimağı evlilik hayatının iki haftalık bilançosunu yapıyor, büyük hadise. Fakat beklediği gibi değil. Hattâ Rakım, bir sirki hatırlatan cüceliğiyle, Penbe, panayır yerleri kokusu veren esmer yüzüyle bile hayatlarına fevkaladelik vermiyor. Vak'asız, günü gününe benzeyen bir hayat. Buna rağmen o, Rabia'ya eski düşkünlüğü ile hâlâ âşık. Yalnız, kız eski sevdiği kadınların birine benzemiyor. Hiç şüphe yok ki Rabia ona çok merbut. Hiçbir kadın Osman'a, Rabia'nın dikkatiyle, itinasıyla bakmamıştı. Âdetâ süt ninesini hatırlatacak bir itina. Eğer kız onu seviyorsa bu sevgide en hâkim cephe şefkat cephesi. Halbuki o Şark kadınlarını daha ne kadar başka tahayyül etmişti. Rabia belki daha ziyade Şimalli bir kadına benziyor. Serin mizaçlı. Ona rağmen sanatkâr ruhlu da. O ketum ve o hür ruh, Osman hakikat iyi bir şey çalarsa birdenbire Osman'ın ellerinde balmumu halini alıyor. İnsan karısında heyecan uyandırmak için mütemadiyen yeni havalar yaratıp piyano çalamaz ya! Piyano bitip de Osman azıcık taşkın bir sevgi gösterse derhal dudaklarında o çarpık tebessüm hâsıl oluyor. Acaba kızda bu mizaç serinliğini yapan yaş farkları mı? Osman piyano iskemlesini çevirdi, Rabia'nın yüzünü aradı.
Hâlâ eski yerinde, ne vaziyeti değişmiş ne de dikişine el sürmüş. Mütekallis bir yüz, kaşlarının, dudaklarının etrafında âdetâ haşin çizgiler var.
Osman yerinden kalktı. Karısının yanına, arkasını mindere verdi, bacaklarını uzattı, oturdu. Kız usul usul, yan yan ona yaklaştı, uzanan kolu belini daha rahat sarsın diye öne eğildi. Bu sırf itaatli, müsaadekâr bir kadının hareketi mi, yoksa Osman'ın yakınlığından haz duyan, seven bir kadının hareketi mi?
— Burada bu akşam yeni ve yabancı bir şey var, Rabia.
Osman'ın parmakları kızın alnındaki buruşuklukların üstünde dolaştı.
— Doğru, Osman. Senin çalışın bana öyle bir his verdi. Vehbi Dede'yi hatırladım. Bana bir gün "Osman'ın geçmiş hayatı belki aranıza bir uçurum açar," demişti.
Rabia'nın alt dudağı ağlamak isteyen bir çocuk gibi titredi, âdetâ büküldü.
— Bu uçurumu dolduralım, Rabia. Bana çocukluğunu anlat sevgili. Anneni, büyükbabanı. Bilhassa büyükbabanı. Onu en çok merak ediyorum. Görmek için bu cuma mescide namaza gideceğim.
— Onu bilsen merak etmezdin. Öyle korkunç bir adamdır ki...
Hakikat uçurumunun Rabia tarafı doluyor. O geçmiş yılları anlatıyor. İmam'ın bir gün bebeğini nasıl çamaşır kazanına attığı noktaya geldi. Bu âdetâ acıklı bir vak'aydı. Fakat Rabia ona birdenbire komik bir hal verdi. İmam'ın ayet, sûre okuyarak bu bebek yakışına nasıl dinî bir ayin şekli verdiğinin taklidini yaptı. Osman kahkaha ile gülüyordu.
— Haydi yatalım, Rabia. Yarın seni Bonmarşe'ye götüreceğim. Beğendiğin bebeği alacağım.
Yatakta yerleştikleri vakit Rabia'nın kulağına hafifçe fısıldadı:
— Belki bir gün kendinin canlı bir bebeği olacak. İhtiyar kocanla beraber oynayabileceğin bir bebek.
Rabia'nın sesi âdetâ bozuk:
— O bebeği kimse, kimse ateşe atamaz. Vallahi, billahi!
— Maşaallah, esvap yeni galiba!
— Evet, görmüyor musun, ipekli. İlk ipekli... Seninle sokağa beraber çıkarsak diye yapındım. Yünlü yeldirmemle çıksam, benden utanırsın, değil mi?
Hayır, utanmazdı. Ne giyerse giysin, her arkasına geçirdiği esvaba şahsiyetinden bir şey veriyordu.
Bugün ipekli, siyah bir çarşaf giymişti. Beli uçkurlu, pelerini dize değen eski biçim çarşaf. Fakat ne de olsa yeldirmesini bir gün için bile fedâ etmek onca mühim. Peçesini gene arkasına atmıştı. Bir kuvvet ona yüzünü örttüremezdi. Osman onun ince, penbe yüzünü bu siyah katların arasında bir rahibeye benzetti. Yeldirmesinin içinde işine giden bir amele tabiiliği ile yürüyen ince bacakları bu kalın çarşafın katları arasında bir rahibe gibi mütereddit ve beceriksiz. Osman dikkat etti. Yüzünün ifadesi o kadar ciddi idi ki hiçbir erkek ona söz atmadı. Cesur gözlerinin, korkmadan insanın yüzüne bakan gözlerinin üstünde peçe olsa belki ona da söz atarlardı. Rabia'nın her tavrı, cinsî tezahüratı olduğu yere, dört duvar arasının mahremiyetine hasrediyor. Hariçte onu gören cinsiyetini hiç düşünmezdi.
Osman bidüziye mektepten kaçmış bir çocuk gibi el ele tutuşup yürümek istiyor, fakat cesaret edemiyor. Kız, sokak adabının muhafazasına taassupla taraftar. Fakat o, Osman'dan daha mesut.
Galata Köprüsü'nü yürüyerek geçtiler. Tepelerinde İstanbul'un öz göğü bir Bizans mozaiki, bir tavus gibi mavi, bir tek bulut yok. Gökyüzünde kaynayan sarı ışık kazanı yere altın şua akıtıyor. Her şeyin üstünde bu altın aydınlık. Sol taraflarında Haliç. Üstünde yelkenler, direkler sarı ışıkta titreşiyorlar. Sağ taraflarında Boğaziçi vapurları, kayıklar, salapuryalar, yeşil suların üstünde oynaşıyor. Köprü'nün üstünden askerî bir bando geçiyor. Bütün halk ayağını uydurmuş arkasından yürüyor.
Nihayet Beyoğlu'na tünelle geçtiler. Osman ona birer birer dükkân camekânlarını göstermeye başladı. Rabia'ya elmas almak, ipek kumaşlar almak için çıldırıyordu. Fakat cesareti yoktu. Yüzgörümlüğü diye getirdiği zümrüt küpeleri –kulaklarının delik olmadığını bahane ederek– konsolun gözüne kilitlemişti. Penbe kulaklarını delmeyi teklif edince, "Allah küpe takmamızı istese kulaklarımızı delik yaratırdı," demişti. Şimdi büyük terzilere götürüp moda bir esvap ısmarlamayı teklif etse gene penbe dudaklarında o çarpık tebessüm hâsıl olacak – büyüklerin mantıksızlıklarına, deliliklerine sırf terbiyesinden, usluluğundan ses çıkarmayan bir kız çocuğunun tebessümü!
Doğruyol her cuma günü olduğu gibi şık hanımlar ve beylerle doluydu. Her geçen onlara vilayetli bir çift gibi bakıyordu. Karşılarında, uzun ökçelerinin üstünde yalpa vurur gibi yürüyen, iki genç kadın onlara yaklaştı. Çarşaflarının etekleri dar, pelerinleri kısa, inik peçeleri inceydi. İkisi de geçerken Osman'a selâm verdiler.
— Bunlar kim Osman?
— Asım Bey'in kızı Handan, Hüsnü Paşa'nın karısı. Öteki yeğeni.
— Ne kadar da Frenk karılarına benzemeye yeltenmişler. Rakım maymun taklidi yapsa daha çok benzetir.
— Kıskanıyor musun, sevgili Rabia?
— Kim? Ben mi? Ha ha...
Hakikat kıskanmadığı aşikârdı. Kendini onlarla mukayese etmeyi düşünmeyecek kadar daha iyi buluyordu. Onlara hakiki pırlanta diye geçirilmek istenen yalancı elmaslara bir kuyumcunun baktığı gibi bakmıştı.
Bonmarşe'de oyuncak kısmından bir türlü Osman onu ayıramadı. Boynuna dokununca sallanan, çıngıraklı, kül rengi bir eşek vardı ki bayılmıştı. Satıcı karnına dokununca anırmaya benzer bir ses çıkardı. Rabia derhal onu aldı. "Aynanın önüne korum," diyordu. Kahve renkli, mahzun gözlü bir maymunu Rakım'a satın aldı. Henüz İstanbul'a yeni gelen kadife tüylü ayılardan birini de Penbe Teyze için aldı.
O akşam Rakım'la Penbe'yi odalarına davet ettiler.
Osman'ın kahveye çıkacağını ikisi de unutmuştu.
Rakım, Penbe'nin ayısı elinde, kendi yüzü o kadar tam bir ayı kafası ifadesi almış ki, elinde oyuncak âdetâ yavrusu gibi. Rabia kuşağını çözüp cücenin boynuna taktı. Piyanonun üstünden tefini kaptı. Rakım, ayı oyununu, Rabia ayıcı Çingene'yi o kadar asıllarına mutabık bir şekilde oynadılar ki, Osman gözlerinden yaş gelinceye kadar güldü.
Osman artık mahalle kahvesine her akşam gidiyordu. Rabia memnundu. Hem bu kocasının Sinekli Bakkal'a alıştığını gösteriyor, hem de Rabia'nın biraz başı dinleniyordu. Çünkü Osman'ın istediği o fikrî, o ağır konuşuş onu çok yoruyordu. Bu biçim konuşuş, vaktini kaybetmekten başka neye yarıyordu. Bu Osman'ın hiç ölçüsü yoktu. Hayatta mütemadiyen yenilik peşinde koşuyordu. Fakat eline geçen her yeni şeyi çarçabuk yıprandırıyordu. Vehbi Efendi'nin Osman için söyledikleri ne kadar doğruydu. Osman hep gözüne, gönlüne hoş gelen şeylerin peşinde. Halbuki Rabia, sırf alışkın olduğu şeylere, kendisiyle beraber yürüyen, olgunlaşan aşina muhitlere, insanlara bağlıydı. Belki Osman itiyat haline gelen her şeyi bir zincir telakki edecek mizaçtaydı. Bir gün, bir gün belki de Sinekli Bakkal'ın her şeyinden hevesi geçecek, Rabia'yı bırakıp kaçacak. Ah, bu aksi düşünce olmasa Rabia odasında dikişiyle ne kadar mesut olacak. Neden Osman geleli kitap okumak âdetini terk etmişti?
Karşıki odadan Cevdet Paşa Tarihi'ni aldı. Osman'ın koltuğunda uykusu gelinceye kadar okudu.
— Rabia, uyanık mısın?
Yarı uykuda, yarı uyanık sıcak yatağından fırladı.
Osman lâmbayı yakmıştı. Aydınlık ve Osman'ın o canlı, çevik dolaşışı, uyumadan evvel düşündüğü şeylerin tortusunu bile dağıttı. İşte Osman gene eskisi gibi. Kim demiş bir gün gözünden kaybolup gidecek? Hayatının daimî arkadaşı...
Zihnine gelen sükûn onu ayakta tekrar uykuya daldırmıştı. Elleri Somnambol gibi Osman'ı soymaya, geceliğini giydirmeye çalışıyor.
— Beni soymak için neden yataktan kalkıyorsun, a çocuk? Ben soyunamaz mıyım?
Rabia cevap vermiyordu. Osman'ın sesi duvar arkasından gelir gibi uzak. Kirpikleri yanaklarının üstünde, gözleri hemen hemen kapalı. Buna rağmen becerikli elleri yeleği, gömleği devşiriyor, minderin üstüne koyuyordu. Osman'ın potinlerini çekmek, terliklerini giydirmek için ısrar etti. İtiraz beyhudeydi. Yalnız homurdandı. Fakat sıcak, uzun parmakların dizlerinde, ayaklarında dolaşışından haz duyuyordu. Ah, bu kocasına dâimâ kendi elleriyle bakmakta ısrar eden kadınlar! Bu da bir nevi tahakküm, tesahup değil miydi?
Bir sandalyeye oturdu, ayaklarını Rabia'ya terk etti.
Potinleri çekerken arada Osman'ın dizine başını dayıyor, bir an için kendinden geçiyor. Kumral başı nasıl kokuyordu. Yarı Edirne sabunu, yarı yonca, yarı genç, sıhhatli cildinin kokusu! Açık tarlalardaki taze otları, kuytu ormanların aralarında biten vahşi menekşeleri, tabiatın her temiz ve iptidaî kokusunu hatırlatıyor. Şimdi başı tamamen kocasının dizinin üstüne düşmüş, küçük memelerinin katılığını gecelik entarisinin arkasından bile hissettiriyor.
— Uyuyorsun...
— Hııı... diye uykulu bir ses çıkardı.
Osman lâmbayı söndürdü. Rabia, ona terliklerini giydirir giydirmez yatağa tırmanmış, yorganın altına uzanmıştı. Çoktan uyumuştu. Osman'ın kolları sıcak, fakat uyuyan bir vücudu sardı. Bu vücut bir kedi yavrusu mukavemetsizliği, yumuşaklığı ile kendini bırakmış, fakat içindeki Rabia çoktan uykusunun içine dalmış, bu vücuttan çekilmişti.
Kızın omuzlarını örttü, kendisi yatağın öbür ucuna çekildi. Uyuyamıyordu. Hep kulakları Rabia'nın hafif hafif nefes alışında.
Muhtelif yaştaki, muhtelif mizaçtaki ruhların izdivacı,imtizacı mümkün olabilir, fakat yaşları birbirinden çok farklı iki vücudun izdivacı kâbil olamaz. Osman böyle düşünüyor. Rabia henüz yirmi bir yaşında, kendisi kırkın ne kadar üstünde. Halbuki kızın kalbi Osman'dan daha olgun, dimağı daha selâmetle düşünüyor. Ve kalbi de, dimağı da Osman'ın. Daha ne isteyebilir?
O cuma eskici Fehmi Efendi, Osman'ı namaza götürmeye geldi. Rakım bermutat gitmedi.
Osman'ın namaza gidişinin ne kadarı İmam'ı görmek tecessüsünden ileri geldiğini bilmeyen Fehmi Efendi memnundu. Sinekli Bakkal'ın umumî ve içtimaî hayatına, her vesile ile karışan bu yeni komşuya çok müteveccihti. Ve heyet-i ihtiyariyenin hatırlı âzâsından olan Fehmi Efendi'nin bu teveccühü Osman için faydalıydı. İlk kahveye çıktığı akşamdan beri bu sakin adam Osman'a husûsî bir muhabbet ve dostluk göstermişti. Acaba Rabia'nın kocası diye mi, yoksa sırf şahsından hoşlandığı için mi? Burasını çok araştırmak lâzım değildi.
Yan yana yürürken eskici olan, Sabit Beyağabey Takımı'ndan sakınmasını, onlarla yüz göz olmamasını tavsiye ediyordu. Hiç şüphe yok ki, hepsi mert, hepsi tosun delikanlılar; fakat biraz haşarı, biraz edep ve terbiye dairesini taşıyorlardı. Osman bunları dinlerken, Fehmi Efendi'nin idare ettiği muhafazakâr kısımla, Sabit Beyağabey'in temsil ettiği haşarı gençlik arasında kendini dikkatle idare etmek, hiçbirine fazla mütemayil olmamak lüzûmunu hissediyordu. Fakat kalbi, gençlerin tarafındaydı. Öyle dinamik insanlar ki... Her birinin içinde yirmi beygir kuvvetinde işleyen bir makine enejisi var.
Sokağın üstündeki ışık yolu bugün ateş gibi, sokağın yanları, saçak altları daha loş, daha serin görünüyor. Sokakta hiç çocuk kalmamış, çeşmede geç kalmış bir tek kadın var.
Nihayet köşeyi döndüler, mescidin avlusuna geldiler. Şadırvanın etrafında birkaç kişi, âb-dest alıyordu. Ötekilerin bazısı mendilleriyle kollarını, ayaklarını kuruluyor, sonra kollarını indiriyor, pabuçları ellerinde camiye giriyorlardı. Avludaki tek, ihtiyar çınarın gölgesi ta camiye kadar salınıyor.
Osman avlunun ötesindeki mezar kümesine doğru yürüdü. Koca sarıklı, fesli yazıları silik taşların bir kısmı yerde yatıyor, bir kısmının başları kırık, hepsinin üstünü yosun bürümüş. Osman kendi kendisine diyordu ki:
— Bu topraklardaki ölüler hakiki ölü. Cesetleri yıkanıp toprağa gömüldükten ve başlarına bir taş, bir servi dikildikten sonra kimse onları hatırlamıyor. Gerçi ruhlarına o kadar Mevlid okunuyor, o kadar Yasin okunuyor. Fakat o okuyuşların mezarda çürüyen cesetlerle hiç alakası yok. Ölen vücutlar, halk için artık taştan, topraktan ibaret cansız madde. Belki ölülere karşı alınacak en doğru vaziyeti bu halk almış.
Fakat hâlâ hayata karışan, dirileri meşgul eden mezarlar yok değildi. Bunlar evliya mezarlarıydı. Onların, dirilerin hayatında rolleri henüz bitmemişti. Burada da bir tek toplu, bakımlı mezar vardı. Etrafı yeşil boyalı, tahta parmaklığa kırmızı güller sarılmış. Ve sarmaşıklar, serviler, taş yosunları arasında bu kızıl güller birer alev gibiydiler.
Avlunun duvarında açılan paslı demir parmaklıklı pencereye birçok bezler bağlıydı. Arkasında birkaç kadın yüzü görünüyordu. Belki evliyanın mezarının bu akşamki mumlarını onlar getirmişlerdi. Şimdi orada durmuşlar, bu ışık hediyelerine mukabil evliyadan istedikleri şeyleri çabuk vermesi için ellerini açmışlar, dua ediyorlar.
Fehmi Efendi kolundan çekti:
— Haydi camiye...
Perdenin önünde ikisi de ayakkabılarını çıkardılar, ellerine aldılar.
Kubbenin altında, dışarıdan girenler, bütün vücutlarına yayılan bir serinlik hissettiler. Sıra sıra dizüstü adamlar, sıra sıra çıplak tabanlar. Osman, Fehmi Efendi'yle ön safa geçti.
Tam mihrabın arkasındaydılar. İmam'ın sırtını loşlukta ancak seçebiliyordu. Müphem, hareketsiz siyah bir küme, üstünde kocaman bir tülbent yığını. Bu yığının arkasında İmam'a ait olarak yalnız iki kalkık kulak görünüyordu. Dikkatle sarıktan ayrılmış iki kulak. Bir taraftan öbür tarafı görünecek kadar cansız, renksiz, kansız kulaklar, ihtiyarın başının arkasına yapıştırılmış iki göz hissi veriyordu. Onların cemaati dinleyişinde, arkasındaki her şeyden o kadar derin bir hassasiyetle haberdar oluşu vardı ki... Osman bir zaman sade bu kulaklarla meşgul oldu. Sonra o kendisi de arkasında işitilmez, tutulmaz bir hareket hissetti. Bu belki ses çıkarmadan kımıldayan dudaklardan geliyordu. Osman'a âdetâ işkence eden bu sessiz hayat, arkasında, tılsımlı bir ormanda hissedilip de görülmeyen gizli hayatı hatırlattı.
Nihayet dizlerinin üstünde idiler ve İmam ağır ağır minberin merdivenlerini çıkıyordu. Yükseldikçe cüppesine ışık vuruyor, zamanla yeşil olmuş solgun yerlerini, yamalarını gösteriyordu. Fakat yüzünü cemaate çevirince insan onun zavallı fakir kıyafetini hemen unutuyordu. O kadar etrafına kudret hissi veren adamdı. İskelet gibi zayıf başına çökük göz evleri birer volkan ağzı gibi, içlerinde bir türlü soğumayan lavlara benziyorlardı. Yuvarlak beyaz sakalı dikkatle kesilmiş, bıyıkları kısa kırpılmış ve ağzının belki sesinden fazla gayiz ve şiddet püsküren bir mânâsı vardı.
Osman'a geldi ki, bu ağız açılır açılmaz içinden kaplan gibi dişlerini cemaate gıcırdatacak, hırlayacak. Fakat İmam dişsizdi. Ve bu siyah, çökük, dişsiz çukurdan tane tane Arapça kelimeler en klasik üslûpla dökülüyordu.
İşte Rabia'nın büyükbabasını görmeye gelmişti ve görmüştü. Başka daha ne istiyordu? Gidip Rabia'nın doğduğu evi görmek. Ve... Ve bu zavallı kimsesiz fakir ihtiyara yardım etmek. Minberin merdivenlerini inerken bilhassa ona daha çok acıdı. Cemaatle aralarında hiç muhabbet olmadığı besbelliydi. Tırabzanlara dayanışında öyle bitkin, öyle soluğu kesilmiş bir hali vardı ki. Fakat bu kimsesizliğine dair hiçbir alâmet yoktu. Gayzından, kininden kendi etrafına bir duvar çevirmiş, ortasından dünyaya meydan okuyordu. Osman kendi kendine dedi ki:
— Aşk ve kin, bunlar karanlık, aydınlık gibi birbirini itmam eden hakikatler... Bir taraftan öbür tarafa sallanan bir rakkasın ucu. Rakkasın üstünden geçtiği başka şeyler hep ikinci derecede. Yalnız aşk ve kin ebedî...
Biraz sonra hutbe bitti ve namaz başladı. Osman namaz kılarken kulakları İmam'ı dinliyordu. Bu cılız, yıpranmış, küçük vücudun neresinden bu kalın, kudretli ses çıkıyordu? Seda, mermer sütunlara muayyen bir ahenkle vuran bir çekiç gibi. Ne söylediğini Osman anlamıyor, fakat her kelimenin ardında İmam'ın ruhundan kopan bir gayz darbesi var. Hattâ rahmet, şefaatva'deden surelere bile küçük vücuduna sığmayan kinini, insanları hiç affetmeyen nefretini mezcediyordu.
Osman'ı öğle yemeğine bekliyorlardı. Mutfak kapısı açılmış, bahçe mis gibi kokuyordu.
Rabia acele yemek yedi. Vaniköyü'ne gidecekti. Yeni bir dersin günlerini kararlaştırması lâzımdı. Osman beraber geçirdikleri cuma gününde kendisini yalnız bırakmasına biraz içlendi. Fakat bir şey söylemedi. Hattâ ona camideki intibalarını bile sormamıştı. Âdetâ lâkırdı açmasını istemiyor gibiydi. Rakım dükkâna, Penbe konağa gitti. Onu kendi haline, kendi düşünceleriyle baş başa bıraktılar.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top