16

9

Feleğin çarkı dönüyor. İnsanlara kısmet dağıtıyor, talihlerinitespit ediyor. Fakat Selim Paşa'nın bostan kuyusundaki su çeken tahta dişli, köhne, gıcırtılı dolap değil. İstenildiği gibi yavaşlattırılan bir tahta çarh değil. Demirden, çelikten bir çarh. Yüzbinlerce beygir kuvvetiyle, durup dinlenmek bilmeyen, aman aralık vermeyen, kafa, yürek demeyip dişleriyle kemirip, ezip geçen çarh!

Rabia kendini böyle bir kör kudretin elinde, böyle korkunç bir talih çarhının dişleri arasında hissediyor.

Kader, bir Müslüman kızının gönlünü bir kâfire vermiş. Kâfirin de anası ölmüş, ortadan kaybolmuş. Belki bir daha dönmeyecek. Kim demiş feleğin çarhı kördür, sağırdır, kemirdiği gönül, ezdiği kafa bir tesadüf eseridir. Hayır, hayır. Her şeyde bir hikmet vardır. Peregrini'nin anasının ölümü, Rabia'ya gökten gönderilen bir alâmet. Tövbe etmesi, istiğfar etmesi gönlünün günahını çıkarıp atması için onu ikaz eden ilahî alâmet. Rabia'yı samedaniyet imtihan ediyor. İmanının kudretini, salâbetini deniyor.

Rabia, hayatta her olan şeyi, görünmeyen gizli bir kuvvete atfedecek hilkatlerden biriydi. Ölçüleri hiçbir zaman zâhirî olamazdı. Onun yaşadığı dünya bir ruh dünyası! Beşerin gözle görülen, elle tutulan bütün eserleri, bütün işledikleri bir gölge, asıl arkada hayata hâkim olan membaıngölgesi. Bu, dimağındaki ilk izler, ilk teşekküllerden vücuda gelen kanaatiydi.

Muhakemesini en evvel terbiye eden imam ve onun katı, gaddar ilahiyyatı bile maddeye istinat etmiyordu. Onun Rabia'ya tanıttığı ilk Halik'i Kahhar, Müntakim – fakat Halik. Bütün insanı sevinçleri, sevgileri kıskanır. Ve Peregrini hayatından kaybolunca şuurunun alt tabakasındaki bu korkunç itikat yavaş yavaş yükseldi. Bu eski inanışının tesiri altında bir hayli inledikten sonra, onları tadil eden, zehrini gideren, daha yeni bir tesirle teselli bulmaya çalıştı. Büyükbabasının kuru naslarını insanîleştiren Vehbi Efendi'nin telkin ettiği, seven ve müşfik bir kuvvete yüzünü çevirdi. Fakat birdenbire hurdahaş olan büyük dileğine hangi cepheden baksa aynı neticeye varıyordu. Peregrini'nin annesinin ölümü ona göklerden gelen bir alâmet. Onu seven bir Halik, günahtan halas etmek için bu ölümü vaktinde yapmıştı. Şimdi tövbeden, ibadetten başka çare yok.

İki uzun ay kızın kafasında, bu içini parça parça eden mücadele hüküm sürdü. Bereket versin günleri doluydu. Şehrin her köşesinde talebesi vardı. Şehrin bir başından öteki başına koşuyor, akşamları bitap, soluk alamayacak kadar yorgun ve sesi kısık eve dönüyordu.

Rakım'la Penbe, onun sessizliğini, somurtkanlığını yorgunluğuna atfediyor, kendi haline bırakıyorlardı.

İki kaşının arasında, eskiden sade düşünce dakikalarında peyda olan, şakûlî hat oraya yerleşmişti. Gözleri çetin bir bilmece halletmeye uğraşanların uzak, fakat sabit bakışlarıyla doluydu. Penbe ile Rakım derslerinden bazılarını bırakması için ısrar ettiler. Omuzlarını silkti.

Kızın geceleri, tahammül edemeyecek kadar fenâ geçiyordu. Kitap okumaya başladı. Derslerinden dönerken Babıâli'ye, yahut Bayezid sahaflarına uğruyor, koltuğunda bir alay kitap, eve geliyordu. Artık geceyarılarına kadar odasında gaz yanıyor, Penbe homurdanıyor, homurdanıyor. Fakat inatçı kıza lâf anlatamıyordu. Çok zaman Penbe dalıp uyandığı zaman hâlâ Rabia'nın kitap yapraklarını çevirdiğini duyuyor. Bazân da tanyeri ağarıncaya kadar okuyor.

Uykuya dalınca da Rabia pek dinlenemiyordu. Gözünü kapadığı andan açtığı ana kadar rüya görmek esasen onun âdetiydi. Fakat şimdiki rüyalarının ekserisi birer kâbustu. Onun benliğini vücuda getiren zıd kuvvetler mütemadiyen birbiriyle çarpışıyordu. Şuurunun alt tabakasında en korkunç ve karanlık düşünceler, hatıralar yavaş yavaş yükseliyorlar ve hepsinin üstünde Emine'nin başı görünüyordu. Bu, Rabia'nın en çok ürktüğü hayaldi. Bir hortlak görmüş gibi kalbi gümbür gümbür atıyor. Ne kadar çirkin bir rüyaydı. Her zaman Rabia'nın gözleri anasının ağzına bakıyor, tüyleri ürperiyor. Yüzün bir tarafından öbür tarafına uzanan, kısık, mor dudaklar. Bir tek, yeni kapanmış bıçak yarası gibi. Bazân bu ağız açılıyor, Rabia daha çok korkuyor. Ağzın tavanı da, içinden çıkarılan ve Rabia ile eğlenen dil de bir timsah dili gibi paslı, beyaz. İmam da bu rüyalardan pek eksik olmazdı. Onu, hep kendi odasında, köşe minderinde görür. Başında beyaz gecelik takkesi, vaktiyle Rabia'yı o kadar korkutan cehenneme ve ukubete dair ne kadar ayet varsa kalın, kudretli sesiyle, tecvitli, gunneliüslubuyla okurdu.

Sabahları, "Belki," diyor, "Emine'nin ruhu Fatiha istiyor. Elâlemin ölüsünün ruhuna Yasin okuyorum da anamı unutuyorum. Belki çektiğim hep anama isyanımdan."

Rüyasında onu tazip eden ruhu teskin için akşamları Yasin okumayı âdet edindi. Dükkânın üstündeki odanın köşe penceresinin önüne oturur. Emine'yi tabut içinde geçerken gördüğü yerde okurdu. Mahalle, onun sesinin o kadar yanık çıktığını hatırlayamıyordu. Sokak satıcılarına kadar gelen geçen, pencerenin altında durur, onu dinlerdi.

Çok bunaldığı geceler nadiren Vehbi Efendi de rüyasına giriyordu. Kestane rengi gözlerindeki merhamet, azıcık sükûn verirdi. Harmanisine sarılmış ayakta dururken, Rabia onun dizlerine atılır, çocukluğunda yaptığı gibi ellerini bulup öpmeye çalışır, yavaş yavaş, "Ne vakit gelecek, söyle de artık dönsün," diye yalvarırdı.

Fakat Vehbi Efendi onu ziyarete geldiği günler, hiçbir türlü ona, Peregrini'den haber sormaya cesaret edemiyordu. İkisi de birbirlerine unutturmak istedikleri bir ölünün lâkırdısını ağızlarına almamaya karar vermiş gibiydiler.

Bir ay, iki ay, üç ay geçti. Bahar, yaz, güz, kış birbirini kovaladı. Nihayet bir bahar daha başlamak üzereydi. Ve Rabia'nın içine sükûn gelmişti. Eğer kendini tahlil etse bu sükûnun ümitsizlikten, Peregrini'yi unuttuğundan hâsıl olmadığınıanlayacaktı.

Şuuru bu şekilde olmasa bile, artık mâzi olan gecelerinde vasıl olduğu bir kanaat ve bir karar vardı. Kanaat: Yaşamanın herhangi ilahiyata müstenit mütalaalardan, naslardan daha kıymetli ve tabiî olması. Karar: Gönlünün binbir kolundan biri mutlak bir gün Peregrini'yi yakalayacak. Onu Müslüman edecek, onunla evlenecek.

Mart ayının son günlerinde bir sabah Peregrini Sinekli Bakkal'a çıkageldi.

Rakım o kadar sevinmişti ki dükkânda çocuk gibi sıçrıyordu. Peregrini gideli ağızlarının tadı kaçmıştı. Çok şükür bir kederleri yoktu. Fakat Rabia âdetâ ihtiyarlamış, somurtkan, titiz olmuştu. Belki bu şen herif biraz eski neşelerini yerine getirirdi.

Peregrini'nin yanakları çökmüş, şakaklarındaki kırlar biraz daha çoğalmıştı. Fakat gözleri kor gibi sıcak ve belki o gözlerin mânâsından dolayı gençleşmiş görünüyordu. Rakım'a, eski verdiği ehemmiyeti vermedi. Belki onu İstanbul'dan ayıran aile kederinden dolayı taziyet etmediği için.

— Allah sana çok ömürler versin, kusura bakma, başın sağ olsun, demeyi unuttum. Bir senedir meydanda yoksun. Ne âlemdesin?

Gözleri, zihninin meşgul olduğu bir şeyde. Yarım ağız:

— Eksik olma, Rakım, dedi. Sonra tehalükle, "Rabia Hanım'ı bir iş için görmek istiyorum," cümlesini ilave etti.

— Hay hay. Odasında. Mutfağın üstündeki oda. Teyze çamaşır yıkıyor. Haber vermek lâzım değil. Çık, kapıyı vur.

— Re sol, la sol, re sol, la sol...

Omuzlarında atkı Rabia, bir dizini dikmiş, talebesinden biri için nota kâğıdına bir vazife hazırlıyor. Arada atkısını çekiyor, kurşun kalemini tükürüklüyor.

— Re sol, la sol, re sol, la sol... La sol! Gireceksen gir, Amca. Kapı vurmak da nereden çıktı. Re sol, la sol, re sol, la...

Yerinden fırladı. Kapı vurmayı, onun zihnini karıştırmayı o kâfir cüceye gösterecekti. Peregrini'yi karşısında görünce, itiyadınkuvveti, şaşkınlığına rağmen, ona atkısını örttürdü.

Peregrini yüzündeki ciddiyete rağmen gülmekten kendini alamadı:

— Ben sizin saçınızı hiç görmedim mi, Rabia Hanım?

— Gördünüz, gördünüz ama, Efendi'nin yanında baş örtmek âdet olmadığı için.

— Efendi'den bugün bahsetmeyelim. Ben sizi çok mühim bir mesele için görmeye geldim.

— Öyle mi, buyurun. Pencerenin önüne.

Patiska örtülü uzun minderin köşesini gösterdi. Kendisi öteki başında bir uca ilişti. Peregrini'nin yüzü çok ciddi, çok endişeli.

— Başınız sağ olsun... Vehbi Efendi'den duydum.

Mümkün olduğu kadar sesine, yüzüne, başın sağ olsuna gidenlerin takındığı sun'i matemi koymak istedi. Muvaffak olamadı. Damarlarındaki genç kanı, şeytan akıntısı gibi cevelân ediyordu. Hayatın istikbalde alacağı şekli bu dakikanın tesbit edeceğini biliyordu.

— Çok yalnız kaldım, Rabia Hanım.

— Allah sabırlar versin.

Bunu, kâfi derecede ciddi bir sesle söyledi. Dizlerinin üstüne koyduğu ellerine bakıyor, fakat kirpiklerinin altından bal rengi gözleri Peregrini'yi tetkik ediyor.

Piyanist bir senelik derunî mücadeleden sonra vasıl olduğukararı kıza nasıl söyleyeceğini günlerce ezberlemişti. Bu dakika, aklına bir tek kelimesi gelmiyordu.

— Ben sizsiz yaşayamayacağımı anladım, sizinle evlenmek istiyorum!

Hay şeytan hay! Bu ne biçim izdivaç teklifi?

Rabia'nın ipek kirpikleri birdenbire kalktı. Gözlerindeki samimiyet ve cür'et Peregrini'yi şaşırttı.

— Bana da sizsiz yaşamak çok güç geldi. Fakat nasıl evlenebiliriz? (Biraz durdu, Peregrini'nin bir şey söylemesini bekledi.) Dinlerimiz ayrı.

— Böyle şeylere ehemmiyet verilmeyen bir yere gideriz. Siz Müslüman kalınız. Ben hiçbir dinin çerçevesine girmek istemiyorum.

Renksiz fakat kat'î bir sesle cevap verdi:

— O halde kâbil değil.

Başını pencereye çevirmişti. Yüzünde bir damla kan kalmamıştı. Fakat sesinde, her şeyi etraflı düşünmüş ve kararını ona göre almışların vuzuhu vardı. Bu, Rabia'ya talihin son darbesi gibi geldi. Kafasının içinde vaziyetini göz kamaştıran bir aydınlık içinde görüyordu.

Rabia'nın bir ruh iklimi vardı ki oradan kendini koparmak imkânı yoktu. Peregrini Müslüman olsa bile onu başka yerlere, başka bir hayata götürmek isteyecekti. Halbuki Sinekli Bakkal ona, aşkından da, hattâ dininden de kuvvetli göründü. Kökleri orada, kendini oradan koparırsa, köksüz bir ot gibi kuruyacak.

Halbuki Peregrini böyle bir cevap ihtimalini de düşünmüş, kararını ona göre vermişti. Rabia'nın köklerinin bu kadar sağlam olması onu cazip yapan şeylerden biri değil miydi? Onu yabancı bir toprağa dikip yeniden filiz saldırmak imkânı yoktu. Halbuki Peregrini'nin kendisi ezelî serseri. Bütün maniaları atlayıp kıza ulaşmak ona düşüyor. Rabia'yı alacaksa yalnız onun dinini kabul etmek kifayet etmeyecekti. Onun yaşadığı sokakta, evde, aynı tarzda yaşamak lâzımdı. Bütün bunları gözüne aldıktan sonra, Sinekli Bakkal'a gelmişti. Rabia, eski sevgililerine benzemeyen bir sevgiliydi. Onlara karşı içinde en bariz şey hırs, cinsî iptila! Rabia'ya onu bağlayan bağ, vaktiyle onu anasına bağlayan bağ kadar sağlam. Bütün bir hayatın tatmin edemeyeceği, geçiremeyeceği bir rabıta. Kızın kafasındaki salâbet, kalbindeki doğruluk onda huşûa yakın bir hürmet uyandırıyor. Rabia'nın fakir muhitindeki insanî kıymetleri kendi zengin, medenî ve sanatkâr muhitindeki kıymetten yüz defa esaslı, devamlı ve elzem addediyordu.

Başka başka dinlerin, harsların, medeniyetlerin mahsulü oldukları halde gene Rabia ile onun anası arasında müşterek noktalar, benzeyişler buluyordu.

Rabia oturduğu yerden hiç kımıldamamıştı. Dâimâ önüne bakıyordu. Çocukluğunda, bilhassa hayatına Tevfik girmeden evvel, dudaklarının kenarlarında dâimâ duran çizgiler, kaşlarının arasındaki şakûlî hat derinleşmiş, yüzü sapsarı. Fakat ıstırabını göstermemek için o kadar kuvvetli bir irade harekete geçmiş ki... Rabia'nın genç yüzü üstünde Peregrini şimdiye kadar görmediği bir ıstırap maskesi gördü. Kafasına inen darbeye o kadar vakarla, cesaretle mukabele ediyordu ki, Peregrini'nin gözlerinden birdenbire yaşlar boşaldı:

— Rabia, Rabia, dinin, dinim. İstediğin yerde, istediğin gibi yaşamaya razıyım. Beni kabul eder misin?

— Evet.

Kalktı. Kızın elini öptü, başına koydu. Vehbi Efendi'ye gidecek, Müslüman olmanın husûsî ve resmî şeraitini tespit ettirecek. Yavaş yavaş:

— Vehbi Efendi bana bir gün ecdadımın belki Müslüman olduğunu ve benim de aslıma ric'at etmem ihtimalinibelki şaka olarak söylemişti. Onu bilmem ama sana, evine, vatanına, anasının bucağına dönen bir serseri gibi dönüyorum. Ne zaman evlenebiliriz? Ne zaman beni evine... Evime alırsın? Ne kadar çabuk olursa, o kadar iyi. Kapıdan çıkarken döndü:

— Bir kere annem beni dünyaya getirdi, bir kere de sen, bambaşka bir dünyaya beni getiriyorsun Rabia. Yeni adım ne?

— Osman.

10

Sinekli Bakkal'da cuma namazına gitmeyenler arasında yegâne hoş görünen Rakım'dı. Belki cüceliği, belki tuhaflığı onu mahallenin pek husûsî ve imtiyazlı simalarından biri sırasına koymuştu. Fakat bînamazlığın vergisini vermeye mecburdu. Yani cuma sabahları alışveriş etmemek için dükkânın kepenklerini yarıya kadar inik bulundurur; ancak namazdan sonra kepenkleri açar, alışverişe başlardı.

Cuma sabahları Rakım ekseri keyifli olurdu. İskemlesini kapısının içine atar, sokağı seyrederdi. Hemen herkes sokakta! Mahallenin cuma yüzü bambaşka... Büyüklerin, bilhassa erkeklerin evde pencerede hazır olması biraz çocuk gürültüsünü azaltıyor. Belki de anaları kulaklarını, ellerini, burunlarını sıkı sıkı temizlediği için, belki de yumurcaklar kendilerini azıcık olsun yadırgıyorlar da, siniyorlardı. Hangi burnu, kulağı temiz sokak çocuğu kendisini yadırgamaz. Ah, bu Sinekli Bakkal, Rakım'ın biricik dünyası! İstanbul Bakkaliyesi, dünyasının merkezi!

— Rakım Amca, annem sabun istiyor.

— Namazdan sonra gel.

— Öyle ama, annem bugün bekâr çamaşırı yıkıyor.

Başka günler hep zenginlerin mundarlığını temizliyor. Kadın ne yapsın? Bizim gibi kopukların cuması, pazarı olur mu?

Gözünün kuyruğuyla küçük müşteriyi süzdü. Muharrem'di, Çamaşırcı Boşnak Ayşe'nin oğlu. Sokağın en zıpır, en Allah'ın belâsı çocuğu. Mahalle ona, babasını hiç görmediği için "Sinekli Bakkal'ın piçi" lakabını vermiştir. Savurduğu küfürler Sabit Beyağabey Takımı'nın ağzının suyunu akıttıracak kadar orijinaldir. Rakım ona yüz vermez. Küfürleri, yaramazlığı için değil. Bu kısmından hattâ hoşlanır bile. Yumurcak, o, sokaktan geçerken taklidini yapar.

— Elin, yüzün temizlenmiş. Gelirken çeşmeye uğradın galiba. Yoksa şu kayıp babadan miras mı yedin?

— Ölüsü kandilli pezevenk... Elime diri geçse, on beş seneyi göze aldım... Hak tu... Gebermişse, kefeninin yakasına...

— Ağzını topla oğlan. Neredesin?

— Kusura bakma, Rakım Amca. Annemi bırakıp kaçan o herife bir kızıyorum, bir kızıyorum... Hele bir zanaat sahibi olayım, dükkân sahibi olayım...

— Nasıl olurmuşsun, bir anlat!

— Eskici Fehmi Amca'ya çırak yazıldım. Yarın sabah başlayacağım. Şimdilik gündelik yok ama, zarar yok. Amca moruklaşır, gözleri görmüyor. Hele ben bir zanaatı öğreneyim...

İçinden, "Kızını alır, dükkâna sahip olur kurulurum," diye hulyâ kuruyordu. İlave etti:

— Beni buraya çırak alsan, gündelik verirsin, değil mi be Amca?

— Bana çırak, mırak lâzım değil. Hele senin gibi küfürbazı. Muharrem'e kini erimişti.

— Bana bak, öğle vakitleri Fehmi Efendi izin verirse gel, şuraya, buraya mal götürürsün, eline beş on para veririm.

— Bir daha küfür edersem, ağzıma köpekler...

— Oldu, oldu.

Rakım kalktı. Horoz şekerleri duran rafa gitti, iskemlenin üstüne çıktı. Cuma günleri, arada gönlünden kopup bedava horoz şekeri verdiği çocuklar vardı. Fakat şimdiye kadar Muharrem, o imtiyazlı gruba dahil olamamıştı. Rakım iskemlenin üstünden seslendi:

— Kırmızı mı olsun, yeşil mi olsun?

— Yaşa be Amca! Yeşil olsun.

— Rabia evde mi?

Vehbi Dede, Rakım raftan horoz şekeri indirirken, köşeyi dönmüş, dükkânın önünde duruyordu.

— Siz buyurun. Rabia karşıya, Ebe Zehra Hanım'ı yoklamaya gitti. Şimdi çağırırım.

Vehbi Efendi eğildi, dükkâna girdi. Rabia'nın odasına çıktı. Muharrem horozun kuyruğunu yalaya yalaya sokağın karşısına sıçradı. Bir eliyle Zehra Nine'nin evinin tokmağına yapışmış, başı cumbada avazı çıktığı kadar:

— Heeey, Rabia Abla be, diye bağırıyordu.

Cüceyi, dükkânın önünde birdenbire bir düşünce aldı. Sabahki keyfi biraz kaçmıştı. Bu vakitsiz ziyaret onu azıcık meraka düşürdü. Acaba Tevfik'den uygunsuz bir haber mi var? Zavallı Rabia dün akşam âdetâ neşeliydi. Aylardan beri ilk defa mutfakta gecikmiş, Rakım'a renkli kâğıt oymuştu. Çünkü her ay İstanbul Bakkaliyesi'nin tavanını süsleyen oymalı kâğıtlar askılar değişir... Yalnız kendileri değil, şekilleri de.

Rabia karşıki kapıda göründü. Oğlan ona uzun uzun anlatıyor. Piç, Maliye'ye kâtip olmuş gibi sevinmiş.

— Hayır ola Amca, Vehbi Efendi gelmiş...

Eğildi, cücenin yüzünü aradı:

— Nasıl? Canı sıkılmış gibi mi?

— Ne bileyim; adam, kapalı kutu.

Kızın eteğini okşadı:

— Merak edecek bir şey yok, aklına esmiş, gelmiş olacak. Belki de yeni bir ders...

Kız çoktan çekilmiş gitmişti. Rakım tekrar iskemlesine oturduğu zaman artık sokakla alakası azalmıştı. Tevfik'i düşünüyordu. Acaba çıksa, kapıdan dinlese mi? Hay aksi şeytan, Sabit Ağabey geliyor...

— Safa geldiniz, Efendim.

— Safa bulduk, Rabia.

Vehbi Efendi pencerenin önünde oturuyor, bahçeye bakıyordu. Rabia odaya girince başını kapıya çevirdi. Yüzü fark edilecek kadar sararmıştı. Fakat gözler hep o sakin, dost gözler.

— Nisan geliyor, hâlâ havalar kış gibi. Bir türlü ateşsiz yapamıyorum. Bugün de mangal yaktırdım. İsabet etmişim.

Sokak kıyafetiyle dolaşıyor, ne yapacağını bilemiyor.

Nihayet mangalın yanına çöktü. Siyah yeldirmesinin içinde omuzları öne doğru eğilmiş gibi çenesinin altından düğümlediği beyazlı siyahlı yazma örtü içinde suratı, sabah ayazında penbeleşmiş. Ne kadar yüzü küçülmüş, gözleri ne kadar büyük görünüyor! Fakat o, bir türlü gözlerini ateşten kaldırıp Vehbi Efendi'ye bakamıyor. Heyecanı, maşa ile oynayan zayıf parmaklarından belli.

Niçin Vehbi Dede bir şey söylemiyor? Dakikalar yıllar gibi. İçinden, "Ne derse desin, gene Osman'a varırım," diyor. Fakat Vehbi Efendi'nin tam rızası olmadan evlenirse, saadetin bir tarafı sakat olacak, içinde bir zehir kalacak. Ondan bir şey istemeksizin, hayatını ihata eden bu şefkat, bu himayeye ne kadar muhtaç olduğunu, olanca şiddetiyle hissediyor. Vehbi Efendi hayatından çekilir, giderse, ömrü, liman görmemeye, ne zaman bora çıkacağı kestirilemeyen açık denizlerde dolaşmaya mahkûm bir gemiye dönecek.

— Dün akşam Peregrini bana geldi. Müslüman oluyor... Seni almak istiyor... Sana daha evvel uğramış muvafakatini almış.

Cümlelerini ortalarından kesip beklemesi, belki Rabia kendisi daha evvel bu havadisi versin diye. Acaba ona danışmadan muvafakat etmesine gücendi mi? Vehbi Dede'ye baktı. Gözlerinin içinde dilsiz bir dua, ondan af dilenen bir bakış. Vehbi Efendi rikkatle gülümsedi.

— Geçici bir hevese kapılmadığına emin misin, Rabia?

Rabia başını salladı. İçinden hem kendi kendisiyle eğleniyor, hem de kalbi gümbür gümbür atıyor. Dudaklarında yarı hüzün, yarı istihza.

— Bir karış kız olduğum zamanlarda bile hep o kâfire varmayı düşünürdüm, Efendim. Eğer beni almasa, ömrümün sonuna kadar kocaya varmayacağım.

Keşke almasaydı. Keşke Rabia hiç dünya evine girmeseydi. Keşke ruhu kara toprakların levsine zincirleyen zevkleri hiç tatmasaydı! Fakat sanatkârların sanatkârı Halik'in işlerindeki hikmetine hangi fânî akıl erdirmiş? İnsan denilen muamma resmini çizerken, kâinat ressamının neden bu kadar zıt boyalar kullandığını, hangi zekâ idrak etmiş? Küçük bir arka sokakta doğan bir Müslüman kız... Hem de hafız, eski bir rahip, bir asilzade... Bunlar niçin birbirine bağlanıyor? Nasıl bir netice, ne biçim yeni bir insan örneği vücuda getirilecek? Fakat böyle derin felsefî şeyler düşünmeye vakit yok. Vehbi Efendi Tevfik'e, Rabia'ya babalık edeceğine söz vermiş.

Yavaş yavaş Rabia'ya anlatmaya çalıştı. Birbirlerinin küfvüdeğildiler. Içtimaî fark, hars farkı, din farkı vardı. Peregrini'nin yeni hayatında geçmiş tesirler tekrar uyanabilir. Belki piyanistin mâzisi bir gün aralarında bir uçurum halini alabilir.

— Siz o kadar başka dünyaların mahsulüsünüz ki, yavrum. Bugün ona bu kadar şirin gelen Sinekli Bakkal bir gün onun başına dar gelir. Belki zannettiğinden daha çabuk bu hayattan bıkar. Anladığıma göre sen, burada yaşamayı şart koşmuşsun. Hiç olmazsa ona eski hayatını pek arattırmayacak bir semte, bir eve çıksanız. Nasıl bir aileden geldiğini ne kadar... Ne kadar servet sahibi olduğunu biliyorsun, değil mi? İncil'de bir lâf vardır: "Deve iğnenin gözünden geçebilir, zenginler..."

Rabia, yüzünde nihayetsiz bir sabırla dinliyordu.

Gene o çarpık tebessüm dudaklarının bir köşesini aşağıya doğru çekiyordu.

— Parasından, pulundan bana ne? Ben onun ne asaletinde ne servetindeyim. Beni isteyen, benimle, benim gibi yaşar...

Şahadet parmağı alnının üstünde dolaştı:

— Burada ne yazıldıysa onu göreceğim. Ne söylesen boş!

— İnşaallah hayırlar yazılmıştır, yavrum. İnşallah mesut olursun.

Bunu takip eden sükût Rabia'ya uzun gelmedi. Vehbi Efendi'nin gücenmemesi ona uzun bir nefes aldırmış, onu tekrar tatlı hulyâlarıyla baş başa bırakmıştı.

— Burada baban yokken, babalık bana düşüyor, Rabia. Nikâh gününe kadar birbirinizi görmemek lâzım. Ne yapalım, âdet. Müslüman olmak için lâzım gelen muamele çok sürmez. Anladığıma göre, artık Peregrini yok, Osman var.

Osman'ın Peregrini ile bağını bıçakla keser gibi kesmiş, atmışlardı.

— Hazırlık ne kadar sürer, Rabia?

— Bizim hazırlığımız ne olacak? Bir iki haftaya kadar olur biter.

Parmaklarıyla hesap etti. Hıdırellezde evlenmek istiyordu.

— Bu akşam ben babana yazacağım. Sen de uzun bir mektup hazırla. Bizim dervişlerden biri yakında Şam'a gidiyor; elden yollarız.

Vehbi Efendi odadan çıkar çıkmaz, yeldirmesini, baş örtüsünü çıkardı, yüke attı. Kapıya koştu:

— Amca, Amca...

— Ne istiyorsun, Rabia?

— A, aklımı aldın. Ne vakit merdivenleri çıktın? Gel, sana bir şey söyleyeceğim.

Rakım'ı yakaladı, odaya çekti.

— Ne söyleyeceksin?

— Kocaya varıyorum.

— Tuh yüzsüz, arlanmaz! Kime varıyorsun?

— Osman'a.

— Nejad Efendi'nin beylerinden olacak, oraya meşke başlayalı beri için içine sığmıyor. Gidi hasba seni...

— Bu, bey falan değil.

Odada aşağı, yukarı dolaşıyor. Çalımının yarısı alay, yarısı samimi:

— Beni almak için Müslüman oluyor.

— Ha, şu bizim küçük gâvur. Herif için din değiştirmekten kolay ne var? Zaten kilise kaçkını!

— Seni hasetçi cüce, seni. Sana bir daha Amca dersem, iki olsun.

— De, Rabia. Her vakit Amca, de. Sevindim. Şaka ediyorum. Söz aramızda, sen çok kartlaştın. Yirmi biri geçiyorsun, değil mi? Bal gibi evde kalmış kız.

Biraz düşündü, mütereddit, fakat ciddi bir sesle dedi ki:

— Darılma ama, azıcık da Vehbi Efendi'ye varırsın diye korkuyordum. Mübarek adam, bana öteki gibi değil. Bir türlü yüz göz olamıyorum.

— Seni yüzsüz Amca seni. Ben Vehbi Dede'nin pabucu olamam. Hem her sevdiğim adama varmaya kalksam, sana da nikâh olurdum.

Rakım'ı omuzlarından yakaladı. Eğildi. Buruşuk yanaklarından şapır şapır öptü.

Cüce yalancıktan kendini kızın elinden kurtarmaya çalıştı. Bir taraftan Rabia'nın öptüğü yerleri cebinden çıkardığı mendile siliyor, bir taraftan söyleniyor:

— O zavallı başına gelecekleri bilmiyor. Bilse, tası tarağı toplar, çoktan terk-i dar u diyar eyler.

— Sen, sen âdet olsa, sahiden hepimize varırsın...

Hepimizin burnuna kanca takarsın. Kız değil, tılsımlı kuyu. İçine maazallah ayağı kayıp düşeni dünyanın çengeli çekip çıkaramaz.

Homurdanırken gözleri Rabia'ya o kadar rikkatle bakıyordu ki. Fakat ona rağmen yakasına tükürüyor: "Allah yazdıysa bozsun. Allah düşmanımı senin şerrinden hıfzetsin!" diyor.

— Maşaallah, roman gibi konuşuyorsun, Amca. Rabia'nın birdenbire berrak, mesut gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Boğazında hafif bir hıçkırık. Gözünü, burnunu bir taraftan koluna siliyor, bir taraftan:

— Ah Tevfik olsaydı, ah babacığım olsaydı... diye inliyordu.

Rakım, elindeki kırmızı satrançlı koca mendili Rabia'ya attı:

— Murdarlığın lüzûmu yok. Al, burnunu şuna sil. Sen Tevfik için aldırma. O, Şam'da düğün günü, bizden âlâ zerde pişirir, keyfeder.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top