14
5
İkinci Mabeyinci Robert Kolej kapısının sırasındaki yalılardan birinde oturur. Ecdadından kalma iki yüz yıllık bir bina. Fakat birçok ilavelere ve tamirlere rağmen hâlâ yerli mimarînin sadeliği, husûsî vakarı, verdiği genişlik hissi bozulmamış. Arkasında, yumuşak yamacın ta tepesine uzanan büyük bir çam ve çınar korusu vardır. Ve korunun bitiminde sırtını yamaca vermiş, ağaçların arasına sokulmuş küçük, beyaz bir şelale vardır.
Birinci kanunun ilk perşembe sabahı Rabia bu yalıya gitti. İçeri girer girmez biraz Selim Paşa'nın konağını hatırladı. Sofaları büyük, merdivenleri çifte, pencereleri şâhâne, ışık içinde bir yalı. Eşyası daha mutena, daha ince bir zevkin eseri. Halıların, avizelerin adedi o kadar çok değil, fakat her eşya gibi onlar da birer şaheser. Sofalardan geçerken ikide birde duvarlarda Lale Devri'ni tasvir eden bir iki tarama resme gözleri daldı kaldı.
Bu yalıda Rabia'ya yepyeni gelen şey açık ocaklardı. İçlerinde yığın yığın odun yanıyor, şöminelerin hepsi renkli mermerden oyulmuş. Taze bir halayık onu karşıladı ve önünde yürüyerek yol gösterdi. Misafir salonuna yaklaşırken içerden oldukça iyi bilen birinin piyano çaldığını duydu. Halayık:
— Arif Bey çalıyor, dedi. Beyefendi'nin yeğeni. Komşu hanımların hiçbiri bizim küçükbeyden kaçmaz. Siz de belki aldırmazsınız.
— Tabiî.
Arkasında yeni lâhûraki siyah yeldirmesi, başında belden aşağı düşen beyaz örtüsü vardı. Her zamanki gibi uzun siyah peçesi arkasına atılmıştı. Pamuklu eldivenleri çantasını sıkı sıkı tutuyor. Bu kıyafetle o, orduların içine girebilir. Taze halayığın açtığı kapıdan her vakitki sükûnu ile salona girdi.
Bu muhteşem yalının hanımı, Mabeyinci'nin süt ninesi İkbal Hanım'dı. İkinci Mabeyinci Satvet Bey hiç evlenmemişti. Bu koca evde süt ninesi ve kendi büyüttüğü, yetiştirdiği yetim yeğeni Arif'le beraber yaşıyordu.
Yeşil gron entarili, kuru ve ufacık bir ihtiyar kadın, genç hafız içeri girer girmez, elindeki dikişi yere bıraktı, oturduğu koltuktan kalktı, kapıya doğru yürüdü. Bu İkbal Hanım'dı. Yüzü bumburuşuk, ağzında bir tek diş yok. Bununla beraber ihtiyar kadının kendine mahsus bir sevimi vardı. Yerden bir temenna etti, siyah gözleri Rabia'ya huşûyla baktı. İçinde uyanan hürmet nedense onda esaret günlerinden kalma bir âdeti ihya etti. Divan durur gibi ellerini göğsünün üstünde kavuşturdu. İhtiyar Çerkes, din kelimesinin mânâsını bilmez, Peygamber'in ismini doğru telaffuz edemez, hattâ namaz surelerini bile ezberleyecek kadar hafızası yoktu. Elli beş senedir İstanbul'da, hâlâ Türkçe'ye dili adamakıllı dönmeyecek kadar çetrefil kalmıştı. Bununla beraber şedit bir taassupla dindardı. İncir çekirdeği kadar dar beyninde karmakarışık duran Peygamber, meleklerden sonra şimdiye kadar âdetâ tapınırcasına hürmet ettiği, süt oğlunun dostu bir Vehbi Dede vardı. Rabia, belki onda daha fazla bir huşû ve hayret uyandırdı. Bu yaşta hafız, başlı başına Mevlid okumaya davet ediliyor!
— Oğlumun kız kardeşinin kızı Behire Hanım, efem, diye pencerenin önündeki koltuktan yavaş yavaş kalkan, daha henüz genç sayılacak bir kadını, Rabia'ya takdim etti. Rabia'nın gözleri camların arkasından coşup akan, kış Boğaziçi'sinin beyaz köpüklü yeşil sularına bir an takıldı kaldı. Sonra hemen kendini topladı, resmî temennasını çaktı. Odadaki üçüncü şahıs da Mabeyinci'nin yeğeni ve Behire Hanım'ın küçük kardeşi Arif'ti. İkbal Hanım onu belki henüz çoluk çocuk sırasında bulduğu için Hafız Hanım'a takdime lüzûm görmedi.
— İnşaallah üşümediniz, efem.
Buruşuk yüzü daha buruşuyor, içi kapkaranlık küçük bir kovuk olan ağzının ince dudakları, büzüldükçe, gözler daha da çok ufalıyor, genç hafızı şömineye doğru götürüyordu. Arif bir sandalye koşturdu. Sarı mermer şöminenin içindeki alevlerin karşısına oturttular. O, sırtını ocağa verdi, salonun ortasındaki küçük havuzda, parmak gibi ince, billûr bir fıskıyenin etrafında tembel tembel yüzüşen kırmızı balıklara tebessüm etti. "Bu genç adam haremde ne geziyor? Başka işi gücü yok mu?" diye düşünüyordu. Hakikat yoktu. Piyano çalmaktan başka bir işi yoktu. Gerçi Nejad Efendi'den sonra İstanbul'da en iyi Türk piyanist, o idi. Fakat mensup olduğu içtimaî sınıf mûsikî ile hayatını kazanmayı ayıp saydığı için işsizliğe mahkûm olmuştu. Belki de biraz tembel olmasından olacak. Herhalde dayısının yanında yaşayıp gidiyordu. Bazân çalışmak için bir arzu hisseder ve derhal Robert Kolej'e talebe yazılırdı. Fakat birkaç aylık hummalı fikri faaliyetten sonra tekrar eski boş hayatına dönerdi.
Arif, süt nineden fazla bir tecessüsle Rabia'yı tetkik ediyordu. Peregrini de, Vehbi Dede de ondan çok bahsetmişlerdi. Fakat onun muhayyilesi hafız deyince suratsız çirkin bir kız tasavvur etmişti. Rabia'nın etrafında dolaşıyor, onunla konuşmak için bir vesile arıyordu. Fakat ablası kızı lâkırdıya tuttuğu için piyano iskemlesine oturup nöbetini beklemekten başka çare bulamadı.
Behire Hanım da büsbütün başka sebepten Rabia'yı çok canayakın bulmuştu.
Behire Hanım mürebbiyelerle büyütülen kibar kızlara, aynı zamanda kendi harsları, kendi klasikleri de öğretilen bir devrin mahsulüydü. O da tıpkı Arif gibi Satvet Bey'in evinde büyümüş, oradan gelin gitmişti. Kandilli'de otururdu. Kocası tahsilini sade Avrupa'da yapmış bir mühendisti. Biraz da Avrupa'dan gelen her fikri gökten inme naslar diye telakkiye meyyaldi. Hattâ Behire'nin yeni yetişen kızlarını da Türkçe okutmaya lüzûm görmemiş, Fransız mürebbiyeler elinde yetiştirmişti.
İyi kızlardı. Fakat onlar da babaları gibi yerli olan her şeye dudak büküyorlar, anneleri alaturka bir şarkı söylese kulaklarını tıkayıp gülerek kaçıyorlardı. Hayatlarının serbest ve mesut olmasına rağmen Behire'nin içinde bu bir dertti. Belki de biraz aksülamel olarak onda yerli an'anelere, güzelliklere karşı mübalağalı bir temayül uyanmıştı. Seneler geçtikçe dayısını daha sık ziyaret ediyor, daha uzun kalıyordu. Bilhassa mevlidleri, alaturka sazları hiç kaçırmazdı. Kökleri ana toprağının en derin mâzisinde olan Rabia dimağında gayri ihtiyari ona biraz sun'i, biraz mukallitkızlarını hatırlattı. İçini çekti.
— Peregrini sizin çok iyi mûsikî bildiğinizi bize geçen akşam anlatıyordu.
— Ne kadar zamandır ben Peregrini'yi dinlemedim; alafranga çalmam ama çok severim. Bazân bir parmakla eskiden konakta Peregrini'nin havalarını çıkarmaya çalışırdım. Kalktı, piyanoya gitti. Arif'in omzundan eğilerek bir parmağıyla Chopin'innoktürnünü çıkarmaya çalıştı.
— A, ne tuhaf. Arif'in deminden çaldığı noktürn. Bizim evde kabare türkülerinden, valslerden başka bir şey çalındığı yok.
— Siz Peregrini'nin talebesi misiniz, Hanımefendi?
— Bizim gençliğimizde Peregrini'nin talebesi olmak moda idi. Hattâ bir zaman adamcağıza âşık olduğumu bile zannetmiştim (yan gözüyle İkbal Hanım'a bakıyor, Rabia'ya göz kırpıyordu). Fakat aksi herif, mûsikîye hiç istidadım olmadığını yüzüme karşı söyledi, beni başından def etti. Ailenin bütün mûsikî istidadı bu oğlanda toplanmış.
Arif başlamıştı. Rabia babası sürüldüğünden beri ilk defa piyano dinliyordu. Hilmi'nin odasında geçen akşamlar birer birer canlandı, Peregrini Chopin'i sevmez, çalmak istemezdi. Hilmi'yi kızdırmak için Chopin hakkında "Şekeri fazla kaçmış, fakat hiç tuzu yok," derdi. O, daha ziyade içinde ihtişam olan, ihtiras olan orkestrasyonu karışık eserlere düşkündü. Arif'in parmakları nereden bu eski hayalleri uyandırmıştı?
Dalgalar rıhtımı dövüyor, kırık kayaların arasına "fiiis, fiiis..." diye dalıp dağıldıkları hissediliyor. Rüzgâr uluyor. Noktürn fıskıyeden fışkıran suların tatlı hüznüyle dışarıdaki vahşi ahenge karışıyordu. İkbal Hanım ayaklarının ucuna basarak Rabia'nın yanına geldi.
Piyanonun bitmesini bekleyen genç halayık kapıdan, "Yemeğe buyurun," dedi.
Öğleden sonra İkbal Hanım onu doğru odasına çıkardı, akşama hazırlanması lâzımdı. Dili döndüğü kadar Rabia'ya Satvet Bey'in yalısında Mevlid okumanın ehemmiyetini anlatmaya çalıştı.
— Sofada bir kız bekleyecek, efem. Âb-dest suyu isterseniz.
Nihayet Rabia yalnız kalmıştı.
Üst katta denize nâzır bir oda. Rabia soyunmaya üşendi. Bir sandalye çekti. Pencerenin önüne oturdu.
Kafes kalkık. Camın ötesi Boğaziçi. Odanın üstünde rüzgâr saçakları, su borularını birbirine katıyor. Siyah bulut yığınları bir karanlık akıntısı gibi havadan geçiyorlar; barut renginde sular azgın azgın akıyor; karşı yakanın zarif kıvrıntıları, nemli ve kurşunî bir duman içinde hayal meyal seçiliyor. Kızın gözleri ve kulakları bunları takip ediyor, fakat kafası başka yerde.
Satvet Bey'in yeğenleri Peregrini'nin ona göre tehlikeli cephesini bugün çok yakına getirmişlerdi. Son günlerde, belki piyanosunu dinlemediği, mûsikî mübahaselerini işitmediği için, Peregrini'yi orta yaşlı, buruşuk yüzlü, eski bir dost gibi görmeye alışmaya başlamıştı. Halbuki Satvet Bey'in yeğenleri ona sanatkâr Peregrini'yi hatırlatıvermişlerdi. İçini her vakit garip bir şekilde rahatsız eden adam. Bir sene evvelisine kadar onun içini karıştıran, Peregrini'nin o kadar ihtirasla, kudretle yaşattığı sesler ahenkler, taşlarını kaldırıp mezarlarından çıkan tayflar gibi hafızasında dolaşıyorlar. O kadar ki rüzgârın ve suların uğultusunu bile işitemiyor.
— Müslüman olsa da beni alsa... dedi.
Bu adam eski evlere, bazân da kızların kalbine musallat olan bir tayfa benziyor. Ondan kurtulmak için belki ona varmaktan başka çare yok. Tevfik'i düşünürse belki ondan kurtulur. Filhakika babasının Şam'daki hayatını tahayyüle başlayınca içine biraz sükûnet geldi. Kalktı su istedi. Âb-dest aldı. İkindi namazını kıldı. Ondan sonra gene sandalyesinde, ellerini dizlerine vurarak doğum neşidesinin ilk satırlarını zihninde hazırladı. Majeurmakamlardan geçen, melodilerinde insani bir şevk terennüm eden dinamik, kadir bir doğum neşidesi başlangıcı! Bunda Peregrini'nin ne kadar tesiri olduğunu düşünmedi bile.
6
İkbal Hanım'ın hakkı vardı. Satvet Bey'in geçmişlerinin ruhuna Mevlid okumak adi bir vak'a değildi. Üç salonun birbirine geçen kapıları açılmış, Sinekli Bakkal Mescidi'nden büyük bir toplantı yeri hâsıl olmuştu. Birkaç yüz beyaz baş örtülü yer minderlerinde. Üç salonun tavanından üç ışık hevengisallanıyor.
Rabia'ya orta salonda, pencerenin önünde bir yer yapmışlar. Bir damasko yer minderi, önünde rahle ve mumlar... İkbal Hanım onu "destur, destur" diye yol açarak götürürken, beyaz baş örtülüler sağa sola eğilerek yüzünü görmeye çalıştılar. Arkasında krem zeminli, mor lâleli yünlü bir entari, aynı kumaştan parlak dikişli bir hırka. Orada hiç kimse böyle giyinmiş değil. Hepsinin etekliği, bluzu, yahut entarisi az çok zamanın modasına uygun. Fakat kimse onun esvabıyla meşgul değil. Kumral, ince derisi yüzünün kemiklerine yapışmış gibi, gözlerini şakaklarına çekiyor gibi. Bal rengi gözlerinin yeşil mevceleri gerçi yanıyor, fakat kendisi olanca iradesiyle dimağını cemaatten ayırmak, okuyacağı şeye bağlamak istiyor.
Dudaklarından ilk dökülen perdelerle beyaz baş örtülü cemaat papatya tarlaları gibi dalgalandı. Hafif hafif iç çekmeleri, tek hıçkırıklar, konser halinde ağlayışlar. Rabia bunlardan haberdar değil gibi, ağrı çeken bir kadının heyecanlarını, doğuran bir ananın zaferini kendi halk ettiği makamda söylüyordu.
Beyaz başlı cemaatin bu akşamki heyecanı dinî olmaktan ziyade insanî idi. Hepsi ve her biri ağrı çeken kadın heyecanını, doğurmanın zaferini ya yeniden tattılar ve yahut istikballerinin en büyük realitesi olacağını hissettiler. Doğum kısmı bitti.
Mevlidci "vefat"a başlamadan sağındaki salonun nihayetindebir perde gördü. Oradan birdenbire Enderun takımı ilahiler okumaya başladı. Rabia'nın yıpranmış asabını bu mûsikî dinlendirdi. Biraz Vehbi Efendi usulünde. Heyecansız fakat insanı murakabeye vardıran bir üslûp. Erkekler hep böyle okuyorlar. Sanatları gayri şahsi. Rabia böyle düşünüyordu.
Gülsuyu, ödağacı kokuları havayı ağırlaştırdıkça ağırlaştırıyor. Işık hevenkleriyle beyaz başlar arasında hafif bir duman var. Genç kızlar ellerinde güldanlar herkesin eline gül suyu serpmek için eğiliyorlar. Ta karşıda, kalabalığın arkasında üç iskemle var. Üstündekiler belki yere oturamayacak kadar alafranga, belki de... Ortada duranı Rabia nerede görmüştü? Mermer gibi bir baş, beyaz alnından altın kâhküller... Kaşın biri kalkık...
Enderunlular susmuştu. Mevlidci hemen "vefat"a başladı. Cemaatin üstüne ölüm gölgesi salmış gibi. An'anevi pes, yarım sesler, çeyrek seslerle ağır ağır, bir ilahi gibi okuyor. Bin üç yüz sene evvel ölen bir Peygamber için ağlıyorlar. Belki de kendileri için ağlıyorlar. Belki de kendileri için, ölümü tatmak, yok olmak hepsine, her birine mukadder olduğu için ağlıyorlar. Bu defaki heyecanlarında, gözyaşlarında, şevk, zafer değil korku var. Boğazlarını tıkayan bir korku. İki kadın gerildi, bayıldı, odadan çıkardılar. Havada maşerî bir isteri dolaşıyor.
Rabia artık tamamen tükenmişti. Sanatını, bütün ruhunu, son zerresine kadar cemaate dağıtmıştı. Ayağa kalktığı vakit dizleri titriyor; gözleri bomboştu. İki kadın koluna girdi, salondan çıkardı. O ne yanlarındakine ne de sofalarda onu görmek için toplananlara bakıyordu. Küçük bir odaya götürdüler. Ancak orada yanındakilerin yüzüne baktı. Biri Satvet Bey'in yeğeni Behire Hanım. Öteki, öteki...
— Kanarya Hanım, Kanarya Hanım... İnce kollarını kadının boynuna sımsıkı dolanmış, kuru dudakları kadının mermer yanaklarını öpüyor.
— Beni boğuyorsun, Rabia.
Arif'in ablası hafifçe öksürdü.
— Siz Nejad Efendi'nin hanımını tanıyor muydunuz, Hafız Hanım?
Biraz evvel salonda iskemle üstünde gördüğü kadın tevekkeli ona o kadar aşina gelmemişti. Demek Peregrini'nin sırrı bu idi.
Kanarya onu bir sandalyeye oturttu, serin bir el ateşli alnını sıktı.
— Biz eski kapı yoldaşıyız. Bir zamanlar hep aynı sofrada yemek yerdik. Değil mi Rabia? Sen o zaman bu kadar meşhur değildin, henüz efendilerin sofrasına oturamıyordun. İkimiz de kâhya kadınla yerdik değil mi? Ne tuhaf, bu kadar sene sonra gene bir sofra başında birleşmek.
Ortada yuvarlak bir masa, üstünde gümüş çay semaveri, iftar akşamlarını hatırlatan küçük tabaklarda bir sürü leziz şeyler. Arif'in ablası Rabia'nın önüne havyar tabağını çekti.
— Acıkmış olacaksınız...
Kır saçlı, genç yüzlü bir kadın teklifsizce kapıyı itti, içeri girdi. Anadolu şivesiyle konuşuyordu. Fakat başında örtü olmayan tek kadın o olduğu için Rabia onun Hıristiyan olduğuna hükmetti. Herhalde Nejad Efendi'nin hanımıyla da, Behire Hanım'la da pek dosttu.
— Beni getirdiğinize teşekkür ederim, Prenses. Rabia'ya döndü, elini yakaladı, sıktı:
— Bana Noel akşamı hissini verdiniz.
— Misis Hopkins, Efendi'nin Robert Kolej'den gelen İngilizce hocasının madamı, Rabia, benim çok dostumdur.
Rabia yerken düşünüyor. Kanarya'yı tekrar bulmak, Kanarya ile tekrar bir sofrada yemek yemek ne acayip şey. Fakat ne kadar başka bir Kanarya. İnsanlar karışık işlemelerde birbirine girip çıkan renk renk iplikler gibi. Ucunu, izini tamamen kaybettim zannettiğin biri birdenbire karşına çıkıyor, seninle birleşiyor, haydi yeniden şekil yaratıyorsunuz. Kim bilir, belki Tevfik de bir gün birdenbire böyle karşısına çıkıverecek. Tıpkı vaktiyle dükkânda olduğu gibi ona sarılacak, kucağına alacak, bir çocuk gibi aşağı yukarı gezdirecek...
— Çok değişmemişsin Rabia. Fakat nen var yavrum? Gözlerin doluyor...
— Bir şeyim yok. Sizi görünce çok şaşırdım da. Ama siz çok değişmişsiniz. Ne kadar güzel olmuşsunuz!
Güzelliği bir yük, bir zincirmiş gibi acı acı gülüyor.
— Çerkes kadınına mutlak güzel olmak gerek.
Misis Hopkins'den:
— Niçin?
Behire Hanım'dan:
— Çünkü padişah karısı olurlar.
Misis Hopkins:
— Sizi acaba niçin Abdülhamid almadı da yeğenine verdi, Prenses?
— Yaşlı başlı adamları elde etmek güçtür, hepsinin eski bağları, alakaları vardır.
Yer minderinde ud çalan sarışın, genç bir Çerkes kızı. Beyaz yanaklarına damla damla yaş akıyor, hemen işitilmeyecek kadar zavallı bir sesle "Gönül senden kimlere etsem şikâyet" şarkısını söylüyor. O kızın ıstırabının sebebini, Rabia bunca yıl sonra seziyor gibi. Arif'in ablası diyor ki:
— Hanımefendi, Efendimizin çok hatırını saydığı bir kadının halayığı idi. Belki onun için Hanımefendi'yi yeğenine vermiş olacak.
Misis Hopkins'in kaşları kalkmış, biraz müstehzî:
— Hükümdarlar böyle şeyler düşünürler mi? Siz ne dersiniz, Prenses?
Kanarya, Abdülhamid'i, Saray'ı unutmuş, tamamen kendi düşüncesine dalmış gibiydi. Kendini Hopkins'e cevap vermek için zorladı:
— Efendimizin düşüncesini bilemem ama, bizim hanım çok başka bir kadındır. Bir daha gelirse size tanıştıracağım, çok seversiniz. Saray'da küçük kızları hep evlât edinir, kendi terbiye eder, tahsil ettirir. Efendilerden birkaçının adamakıllı hanımları olması, onun sayesinde. Zavallı kadının bir tek sultanı vardı, küçük iken öldü.
— Abdülhamid'i ilk defa nasıl gördünüz, bunu anlatsanız ne iyi olur.
— Oh oh, masal söyleyeceğiz. Bakın nasıl oldu: Saray'a girdiğim ilk haftaydı. Bizim Kadınefendi evlâtlıklarını, bir sabah Hünkâr Dairesi'ne götürmemi söyledi. Her sabah onları götüren kız, galiba hastaydı. Her sabah bu çocuklar mutlak Hünkâr'a götürülürdü. Çocukları pek sever.
Misis Hopkins içinden:
— Kanlı bir hükümdarda ne garip merak, dedi. Kanarya devam ediyordu:
— Çocuk alayını önüme kattım, Hünkâr Dairesi'ne götürdüm. Hâlâ bugünkü gibi gözümün önünde... Dört köşe bir koridor, penceresiz. Bir kapısı dışarıya, bir kapısı Padişah'ın dairesine açılır. Gündüzleri bile avize yanar. Yoksa zifirî karanlıktır. Hünkâr Dairesi'ne giden kapının üstünde bir papağan kafesi asılıdır.
Kanarya durdu. Kuşu görüyor gibiydi. Ne mel'un sesi vardı, hiç sevmezdi. Yeşil kanadının altına başını sokar, tüneğinde uyur gibi durur. Fakat herkesten evvel Abdülhamid'in ayak sesini duyar. Birdenbire uyanır, küçük, kırmızı gözlerini açar, Hünkâr kapının altından geçerken kanatlarını birbirine vurur, üç defa, "Çok yaşa!" diye haykırırdı.
Burasını anlatırken Kanarya papağanın sesini taklit ediyor; sarı saçlarında kocaman kurdelelerle küçük kızların telaşını taklit ediyordu.
— Padişah beni görünce kaşlarını çattı. Galiba şüphelendi. Etrafında değişik yüz görünce fenâ halde sinirlendi. Hemen bizim Kadın Efendi'nin adamı olduğumu anlattım. Hemen tavrı değişti:
— Çocuklara iyi bakınız, dedi. Papağanla biraz konuştu; çekildi, gitti.
Kanarya hafifçe içinden bir "oh", dedi. O menhus sabahı tekrar yaşıyordu. Abdülhamid'i hiç sevmemişti. Badem gibi büyük siyah gözleri, boyalı sakalı, heybetli görünmek için boyanan yanakları, bilhassa kalın ve mütehakkim sesinden ürkmüştü. Saray'da kızlar onun güzelliğinden dolayı Padişah'a odalık olması ihtimalinden bahsetmişlerdi. O sabah (tacdar dahi olsa) o kadar korkunç gelen bu adam, kendisini beğenir diye içi titremişti. Güzel olduğuna ne kadar lanet etmişti. Onun için o gün de Abdülhamid'in nazarı dikkatini celb etmediğini anlayınca, böyle içinden bir "oh" çekmişti.
— Alın şu sıcak çayı için, Prenses. Biraz dinlenirsiniz. Mutlak Nejad Efendi'nin size nasıl âşık olduğunu anlatacaksınız.
— Saray deyince hep aşk düşünüyorsunuz, Misis Hopkins. Efendi bana ne âşık oldu ne de evlenmemizde güzelliğimin tesiri oldu. Saray güzel kızlarla doludur. Hepsi biraz isteriktir. Genç şehzadelere rahat huzur vermezler. Hele Nejad Efendi, zavallı hiçbir kadından hoşlanmadığı için onun yakasını bırakmazlardı. Geçeceği yerlerde dolaşırlar, kapı arkalarına saklanır, üstüne atılırlar. Hep konuştukları lâkırdı; Nejad Efendi'nin koynuna girmek için çare düşünmek. Bizim Efendi için Saray birbirine girer, zavallı çocuğa hiç rahat huzur vermezlerdi. Bir onu rahat bırakan ben oldum. Biraz da muhafızı gibiydim. Dişi mahlûkatın şerrinden muhafaza eden bir ordu gibiydim. Hah, hah, hah... Kızlar benim kıskançlığımdan Efendi'ye sokulamadıklarını zannediyorlar, halbuki...
Sustu. Çatalı, bu müz'iç kızların birinin kafasına batar gibi bir zeytin tanesine battı.
— Bir tek merakım var. Onu da teskin ederseniz artık bir daha sizi rahatsız etmem, Prenses.
— Eliniz değmişken sorun. Her zaman beni bu kadar lütufkârbulamazsınız, Misis Hopkins.
— Bütün efendilerin hepsi kapalı, arkalarında hafiye var da, neden sizler serbest dolaşıyor, istediğinizle görüşüyorsunuz?
Kanarya ikinci zeytin tanesini yuttu. Rabia'ya bir gözünü kırptı:
— Söyleyeyim mi, ne dersin, Rabia?
— Kuzum, kuzum...
— Bizim Efendi, babasının oğlu olduğu için.
— Bilmece mi söylüyorsunuz, Prenses?
— Size hakikati anlatıyorum. Efendi'nin babası çocuk tabiatli bir adamdı. Tuhaf tuhaf merakları vardı. Hiç saray entrikalarına karışmaz, hattâ aklı bile böyle şeylere ermezdi.
— Aman, bir merakını anlatınız.
— Mesela deniz ve vapur. Çamlıca'daki köşkün bahçesinde bir havuz vardı. Onun etrafına yalancıktan iskeleler yaptırmıştı. Beyleri gemici esvabı giyerler, kendisi biletçi olur, bu iskelelerden birine bilet keserdi. En büyük emeli bir vapurda kaptan olmak. Zavallı gözleri açık gitti. Güya bir defa Üsküdar'dan İstanbul'a giden bir vapurda kaptanlık etmiş. Ama ne kadar doğru bilemem.
Misis Hopkins içinden:
— Aptal dejenere, diyordu.
Kanarya da belki öyle düşünüyordu. Herhalde kendi kocasının aptal olmadığını ispat için hayli gayret etti.
— Nejad Efendi'nin bu kadar çocukça merakları yoktur. Fakat o da babası gibi saray entrikalarına hiç karışmaz. Hiç harisdeğildir. Bir tek merakı mûsikîdir. (Sesi biraz acı) Saray'da rahat etmek için bundan da muvafık merak olmaz. Bilhassa Alman mûsikîsini sever. Bir de babasını da, anasını da erken kaybettiği için bizim Kadın Efendi'nin evlâdı gibi büyüdü. Hünkâr'a bol bol piyano çalar. Konuşmaz. O kadar sıkılgandır ki yüzüne baksanız kızarır, kekeler. Görüyorsunuz ya, hiç tehlikeli bir adam değil. Hattâ komşumuz Kudret Bey gibi Saray'ca fenâ görülen bir şairden edebiyat dersi aldığını Hünkâr bilir de, sesini çıkarmaz...
Çay fincanını Misis Hopkins'e uzattı. Bir zaman hepsi çay içti. Kimse konuşmadı. Nihayet Kanarya gene Rabia'ya döndü:
— Biraz da sen söyle yavrum. İstanbul halkına Mevlid okumadığın zamanlar ne yapıyorsun?
— İstanbul Bakkaliyesi'nden soğan, sarmısak, peynir gibi kokulu şeyler satarım.
— Bizim eski hanım ne âlemde?
Rabia önüne baktı. Alçak ve biraz da kısık bir sesle:
— Konağa artık gitmiyorum. Selim Paşa babamı sürdükten sonra Hanımefendi'nin de yüzünü görmedim.
— Fenâ yapıyorsun. Paşa seni evlât gibi severdi. İnan ki iyi adamdır. Vazife diye bir şey tutturmuştur. Ona fedâ etmeyeceği bir şey yoktur.
Selim Paşa'nın vazife dediği şeyle Kanarya da çarpışmış ve mağlup olmuş gibi birdenbire yorgun göründü. Ocağın üstündeki saate baktı, yerinden fırladı:
— Ne kadar geç olmuş! Yarın sabah geleceksin, değil mi? Yokuşu yürüme diye sana arabamı yollarım.
Rabia'nın iki yanaklarını rikkatle öptü ve kapıdan çıkarken seslendi:
— Efendi de seni o kadar merak ediyor ki...
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top