13

3

Artık Rabia'nın hayatı yeni bir intizama giriyordu. Günler hep birbirine benziyor. O, saatlerini mutfağın üstündeki odada mûsikîsine hasrediyordu. Boğazında bir şey kalmamıştı. Penbe, yemek pişirirken onun ekseri hicazkârdan tutturduğu şarkıları işitiyordu. Hep neşeli ve canlı şarkılardı, Çingene başını sallıyordu. Gençlik bu! Tevfik gideli daha henüz iki ay olmamış, Rabia neşeli neşeli şarkılar söylüyor.

Rabia'ya gelince, o, hayatında açılan yeni yolda eski azmiyle,eski muvaffakiyetiyle yürümeye karar vermişti. Vehbi Efendi haftada iki defa geliyordu. İlk fırsatta kendisinin bırakmaya karar verdiği talebeden birkaçını ona terk edecekti. Peregrini de, ders verdiği ailelere onu alaturka mûsikîsi hocası olarak tavsiye ediyordu. Fakat bu havadisi Rabia, Vehbi Dede'den almıştı. Çünkü Peregrini, o akşamdan sonra gelmemişti. Her esen rüzgârla dönen fırıldak! Bir gün insana en yakın bir dert ortağı, ertesi gün bir yabancı...

Bu günlerde Rabia'ya, helecena benzer bir şey veren Vehbi Efendi'nin ona baştan başa Mevlid okuyabileceğini söylemesi. Şimdiye kadar hep ilahi okumakla kalmıştı. Genç yaşında Mevlid okuyucu olmak gururunu tahrik eden bir şey. Fakat buna da sanatkârlığının yaratıcılığı, tahassüsü de karışıyor. Şimdiye kadar onun şöhreti ve muvaffakiyeti mukabele okumada olmuştu. Hep Arapça... Hep yarım ve çeyrek seslerle, hep ağır derin, tevcitli bir mûsikî. Mevlid, Türkçe. Sabahları rahlesinin üstüne penbe kaplı Mevlid'ini açıyor, bilhassa doğum kısmını dikkatle okuyor. Bunu alelade Mevlid okuyanlar gibi okumayacak. Hazin değil, tevcitli değil. Sevinçle, zaferle gümbür gümbür atan bir üslupla, kimsenin okuyamadığı gibi okuyacak. Sabah saatlerinde bütün varlığı ile Mevlid için yeni bir makam düşünürken hep Peregrini'nin vaktiyle çaldığı şeyleri de hatırlamaya çalışıyor.

Öğleden sonra nota yazıyor, müstakbel talebesine vereceği ilk basit peşrevleri ve türküleri ayırıyor. Akşamları da Rakım'a yardım olsun diye dükkânın hesaplarını tanzim ediyor.

Ama Tevfik'den hiç bahsetmiyorlardı. Unutmuş değildi. Şuurunun alt tabakasında hâlâ Tevfik hâkim, hâlâ onun yokluğu içini bıçak gibi kesiyor. Fakat o, çocukluğundan beri kadere, kazaya nafile bel bağlamış değildi. Sabır ve tevekkül denilen şeyi hayatının ilk yıllarından beri, nafile öğrenmiş değildi.

Penbe, Rabia ile beraber mutfağın üstündeki odada yatardı. Yükten yatağını çıkarır, kızın yatağının yanına serer, köşedeki mum iskemlesinin üstüne zeytinyağı kandilini yakar, yatağa girerdi. Fakat Rabia yatmadan uyumazdı. Kızın yatsıyı kılışını seyreder ve her akşam bu uzun zahmetli işi düşünmeden yapışına şaşardı. Kendisi ömründe namaz kılmış değildi. Bu dinsizliğinden değil, belki tembelliğinden ileri geliyordu. Hem o kadar büyük ve yükseklerdeki Allah zavallı bir Çingene'nin namazını ne yapsın! Eğer insanın Allah'tan bir dileği olursa, evliyalar ne güne duruyor? Türbelere kandiller yakmıyor mu? Pencerelerine bez parçaları bağlamıyor mu? Namaz kılmak, dua etmek Allah'tan bir şey istemek değil mi? Evliyalar dirilerin dileklerini Allah'a anlatmakla mükelleftirler. Buna mukabil diriler onlara kurban kesiyor, karanlık türbelerin ışığını temin ediyor. Penbe'nin bir isteği olunca bir taraftan da bakıcılar, büyücüler vasıtasıyla perilere, cinlere başvururdu.

Onlara ne kadar horoz götürmüş, ne kadar kırmızı krepte bağlı lohusa şekerleri taşımıştı. Penbe'ye göre, cinler, periler, dirilerle daha sıkı münasebette, her dakika her evin içinde, her işle alâkadardırlar. Onların gönlünü etmek biraz daha kolaydı. Çünkü göze görünmeseler de yaşıyor, dolaşıyorlar halbuki evliyalar türbelerinden hiç çıkmıyor. Garip olarak Çingene Penbe, perilere karşı biraz daha hürmetkâr, onlardan daha çok çekinirdi. Her lâkırdıda yakasına tükürür. "İyi saatte olsunlar," derdi. Fakat adak adayıp da bir şey istediği bir evliya işini çabuk görmezse homurdanır dururdu. Tezveren Dede'ye son gittiği zaman fikrini çok açık söylemişti.

— Güya adın Tezveren, hani ya? Cinler, periler daha çabuk iş görüyorlar. Tevfik beni alsın diye sana ne kadar mum adadım. Herifi bir de sürgüne yollattın. Bari herifi çabuk getir. Ben Çingeneyim diye yapmıyorsan Rabia'yı düşün. Beş vakit namazında bir hafız.

Penbe'ye göre, Rabia'nın tuttuğu yol bambaşka. O ne türbeye gidiyor ne de bakıcıya. Doğrudan doğruya kendisi dua ediyor. İşte gene seccadesini yayıyor. O, Rabia'nın herekâtını hep duvardaki uzun, ince gölgesinde seyreder. İşte namazda. Uzun, siyah gölge eğiliyor, diz çöküyor, başını yere koyuyor, kalkıyor. Beyaz badana üstünde bitmeyen, tükenmeyen siyah gölge oyunu! Nihayet dua ediyor. Rabia, dizlerinin üstünde, elleri açık, yüzü yandan, bıçak gibi keskin çizgileri ile nasıl bir dilek ateşi ile yanıyor? Nasıl "İşte vazifemi yaptım, sen de istediğimi ver," der gibi uzun uzun dua ediyor. Avuçları hep açık, gökten inecek inayeti kapmak için.

Penbe, bu ince gölgede kızın değişen arzularını, yahut arzusuzluğunu okumaya alışmıştı. Bazân bu gölgede müphemve yorgun bir mânâ vardı. Namaz bitince elleri dizlerinin üzerine iniyor, gölge yüz bir hayal gibi gülümsüyor. Penbe, her zaman, Rabia'nın içinden kopar gibi çıkan "amin"ine iştirak ediyor,akabinde de kızı lâkırdıya tutmak istiyor.

Rabia hemen namazdan sonra Penbe'nin yataktan açmak istediği lâfa hiç cevap vermezdi. Ya sükût eder yahut homurdanır, her vakit uzun uzun esnerdi. Çingene'nin açmak istediği bahis de hiç değişmiyordu: Konak ve Sabiha Hanım.

— Paşa ile Hanım Efendi, Hilmi Bey sürgüne gitti gideli konuşmuyorlardı.

— Sinekli Bakkal'da bunu bilmeyen mi kaldı!

— Evvelsi gün barıştılar. Hanımefendi düğün hazırlığı görmeye başladı.

— Bu kadar çabuk ha!

— İş içinde iş var, Rabia. Halayıklar Bilâl Bey'in etrafında pervane... Ondan başka haremde erkek denilecek kimse kalmadı ki. Bayılmalar, ayılmalar... Oğlan tasvir gibi. Ağlamış yüzlü Hilmi Bey'den bin kat ziyade küçükbeylik yaraşıyor.

— Sonradan görme köpek! Mihri Hanım ne âlemde?

Bu akşam Rabia'nın ilk defa Penbe'nin lâkırdısına cevap verişi, konakla alâkadar oluşu. Çingene, ballandıra ballandıra anlatıyor:

— Hep ağlar durur. Ne kadar çabuk düğün olursa o kadar iyi. Malûm ya, evde kalmış kızlar... Mihri Hanım gelin olursa evde kalmış kız bir sen varsın.

Cevap yok.

— Rabia, uyudun mu?

— Gene ne var, Teyze?

— Düğüne gidecek misin?

— Konağa bir daha ayak basmam demedim mi?

— Hanımefendi seni düğüne gelsin diye Eyüp Sultan'a kurban adadı.

Rabia müstehzî:

— Sana ne adadı, Teyze?

— Bir çift mercan küpe.

— Âlâ âlâ... Allah aşkına bırak uyku uyuyalım...

Çingene arkasını dönünce uyudu. Rabia, biraz uyanık kaldı. Penbe'nin hakkı vardı. Selim Paşa'nın kızı gelin olunca o civarda en yaşlı kız Rabia olacaktı. Nisan gelirse on sekizini bitiriyor. Halbuki Sinekli Bakkal'da on beş yaşından yukarı evlenmemiş kız yok. Fakat Rabia kime varabilirdi? Orada biricik muvafıkbekâr erkek Sabit Beyağabey. Rabia içinden güldü. Hakikat onun varabileceği bir tek erkek yok. Böyle diyor ama şuurunun en alt tabakasında bir sima var, her zaman vardı. Yüzü çizgi içinde bir küçük adam, gözleri kor gibi. Ve elleri... Şimdi onların insanı alt üst eden havalar çalarken piyanonun üstünde uçuşunu görüyor gibi. Herkes bir tek nağme, bir tek hava çalar. Hattâ Vehbi Dede bile. Fakat o eller kaç ayrı havayı birden çalıyor, nasıl adamı şaşırtan bir ahenkle hepsini birbirine meczediyor! Çok geçmiş yılların birinde on üç yaşında bir kızın Sabiha Hanım'a sorduğu suali işitiyor gibi:

— Bir Müslüman kızı bir Hıristiyan'la evlenirse ne olur, Efendim?

Bu kız Rabia mıydı?

4

Sinekli Bakkal'ın köşesini rüzgâr gibi döndü, İstanbul Bakkaliyesi'nin içine daldı. Akşam yaklaşıyor, İstanbul'un lodos günlerinden biri. Sokağın üstündeki ışık yolu erguvani. Ta köşelere sokulan bu kızıl aydınlık loşlukla karışıyor, dükkânın köşelerinde toplanan karanlığa nüfuz ediyor. Eşyalar turuncu bir karaltı içinde.

Akşam pazarı. Son müşteriler. Bir ihtiyar kadın iki çocuk.

Peregrini Rabia'ya bulduğu kârlı bir işi kendisi haber vermek istemiş, gelmişti. Rabia'nın arkasında gene bol yeni siyah yeldirmesi, başında yazma baş örtüsü sağa sola seğirtiyor, müşterilere hizmet ediyor. Kızın işi bitinceye kadar köşede bekledi. Son müşteri çıkınca elini uzattı.

— Ellerim kirli...

Ellerini yeldirmesine sildi.

Peregrini yüzünün bütün çizgileriyle sırıtıyor. Rabia'ya pek hoş gelen bir dost sırıtışı. Fakat ikisi de birbirinin yüzünü pek seçemiyorlar. Havadaki kızıllık sönüyor, sular birdenbire kararıyor.

— Gene bakkallığa mı başladınız? Amca, Teyze nerede?

— Yoklar. Ha sitem edeceğim. Bu ne vefasızlık! Kaç zamandır yine bizi arayıp sormadınız?

Konuşurken bir taraftan da dükkânı topluyor. Her eşyanın yerini ezberden biliyor gibi. Peregrini'ye geliyor ki –kızın sesindeki siteme rağmen– onda yeni bir sevinç var. Âdetâ gözlerinin ışıltısını görüyor. Bu piyaniste, karanlıktan birdenbire aydınlığa çıkanların ferahlığını veriyor. Herhalde Rabia'nın başına yeni bir hava esiyor. Değişmiş. Yalnız son gördüğü meyus akşamdan beri değil. Eski zamanlara nispeten bile değişmiş. O, insanların içindeki değişikliği vücutlarının temposuyla ölçmeye alışmış. Bugünkü Rabia çok çabuk hareket eden bir Rabia. Eski zamanlarda bile çevikliğine, becerikliliğine rağmen biraz yavaştı. Ona Peregrini andante derdi. Şimdi presto demek lâzım. Vaktiyle kendisinin Rabia'ya göre fazla çabuk olduğunu hissederdi. Halbuki bugün varlığını kıza uydurmak için daha seri bir tempo ile harekete mecbur.

Kız başını kapıdan çıkardı. Sokağı süzdü.

— Amca mal almaya gittiydi. Galiba Balık Pazarı'na uğradı. Tevfik gitti gideli ağzına rakı girmediydi. İnşaallah küfe ile getirmezler. Ah cüce Amca ah...

Gülüşü de aynı seri tempo ile.

— Rakım çok içer mi?

— Tevfik varken içerdi. Şimdi nerede? Sigara bile içmiyor. Siz hele şu kepenklerin ucunu tutunuz da dükkânı kapayalım. Göz gözü görmüyor. Mutfağa bir kendimizi atalım bir kahve içelim.

Rabia'ya bu derûnî neşeyi, hayatı ne vermişti?

Onun huzurunun bir dahli var mı? Kalbi presto presto atıyor.

Mutfakta Rabia hasır iskemlenin üstüne çıktı. Peregrini bir kibrit çaktı. Aralarında lâmbayı yaktılar. Mutfağı aydınlatan sarımtırak ışıkta artık birbirlerini iyice görüyorlar.

Rabia çok zayıflamıştı. Bir gölge gibi. Hareket ederken yıpranmış siyah yeldirme altında vücudunun iskeleti olduğu gibi seçiliyor. Dirseklerinin sivriliği, dizkapakları, hepsi. Fakat kemikleri olduğu gibi görünen bu vücudun kendisine mahsus bir sihri var. Âdetâ ruhanî bir zarafet. Belki de bu, derileri gergin uzun genç yüzdeki büyük gözlerden geliyor.

— Ben size iyi bir iş buldum, Rabia Hanım.

— Ya!

Altın gözlerindeki yeşil mevceler içinden yakılmış gibi.

— Ben Nejad Efendi'nin piyano ustasıyım. Saray'da üçlük bir alaturka orkestra yapmasını teklif etti. Kendisi alaturka mûsikî sevmez ama Hanım sever. Onun için kabul etti. Şimdi ben buraya günleri kararlaştırmak için geldim. Vehbi Dede de Hanım'ın mûsikî hocasıdır. Bu parlak fikir ondan evvel bana geldi.

Yüzündeki buruşuklara, şakaklarındaki kır saçlara rağmen hâlâ Rabia'nın arada kulağını çektiği çocuklar gibi. Kız burnunun üstünde o tatlı kırışıkları uyandıran eski gülüşü ile güldü. Ellerini çırptı. Fakat bir an sonra gözleri bulutlandı.

— Ama ben sarayları hiç sevmem. Adından bile ürkerim.

Peregrini içinden, "Belki babasının sürülmesini, felâketini saraylardan bildiği için," dedi sonra ilave etti:

— Giderseniz görürsünüz. Hiç ürkülecek bir yer değil.

— Bu ne uğurlu hafta!

Şimdi Rabia'nın zihni sarayda ders vermek mevzuundanayrılmış, daha parlak bir vak'aya atlamıştı.

— İkinci Mabeyinci'nin konağında her sene Mevlid okuyan Hafız Peyami Efendi ölmüş. Vehbi Dede beni tavsiye etmiş. İlk Mevlid'imi okuyacağım. Zavallı adama acıdım ama...

Artık Peregrini sözün aşağısını dinlemedi. Kalbi presto presto atmıyordu. Kızın bu neşesi onun sayesinde değildi. Neden o kadar gülünç bir çalımla buraya gelmişti? Durgun bir sesle:

— Âlâ. Nejad Efendi Mabeyinci'nin yalı komşusudur. İkisi de Bebek'te. Yeğenine ben piyano dersi veririm, dedi.

Rabia hesap ediyor.

— Perşembe akşamı Mevlid okuyacağım, gece orada kalacağım. Cuma sabahı gider Nejad Efendi'nin hanımını görürüm.

Şimdi raftan kahve tepsisini indiriyordu. Fakat hep başını misafirden tarafa tutuyor. Dudaklarında bir tarafını aşağı çeken o çarpık tebessüm. Fakat üç hafta evvelki gibi sırf bir adale oyunu değil.

— Bu Mevlid'den biraz korkuyorum. Şimdiye kadar marifetimizi hep mukabele okumada gösterdik.

— Korkmayın, bu şehirde sizin sesinize ve üslûbunuza çıkışacak ne ses ne de sanatkâr var.

Piyanistin takdiri yüreğinden geliyordu. Kızın solgun yanakları altın başakların arasında açan iki gelincik gibi kızardı.

— Ne kadar güzel bir kız olduğunuzun farkında mısınız?

Hay şeytan hay! Bu cür'et ona nereden gelmişti. Rabia'nın yanaklarındaki gelincikler şimdi koyu lâl renginde eski bir şarap gibi bütün yüzünü kapladı. Sivri çenesine kadar. Kirpikleri yanaklarına indi, fakat içinden gözleri ışıl ışıl. Bu hiç de utandığından değil. Bilakis göze hoş gelen bir yüzü olmasına birdenbire çok sevinmiş olmasından. Peregrini dayanamadı. Kendisine kahve fincanı uzatan parmakları eğildi, öptü. Ona, uzun parmaklı genç el titredi gibi geldi. Köpek gibi pişman oldu. Ya kız onu terbiyesiz bir çapkın zannederse! Mutlak bu tesiri izale etmek lâzım.

— Bu günlerde siz bana hep annemi hatırlatıyorsunuz. Buraya evime geliyor gibi geliyorum.

Bu söylediği şeyler biraz doğru idi. Rabia mevzuu değiştirdi.

— Bu hafta olan şeylerin en iyisini henüz söylemedim. Şam'dan dün uzun bir mektup aldım.

— Ya, aman okuyalım.

— Penbe Teyze ile konağa yolladım. Hilmi Bey hakkında çok havadis var. Mektubu Vehbi Efendi'nin bir ahbabı getirdi. Tevfik, Hilmi Bey'le oturuyormuş. Pazarda bir dükkân kiralayacak, Karagöz oynatacak. Bunlar hep yeni masraf. Bir deri takım istiyor, dükkân kirasına ihtiyacı var. Bu Saray'daki ders tam yerinde...

Şimdi Rabia'nın gözleri ona yaşlı bir iyi dosta karşı hissedilen minnetle bakıyor. Peregrini ayağa kalktı. Dükkândan Rakım'ın sesini duydular:

— Rabia, neredesin?

Rabia da kalktı. Cevap vermeye vakit bulamadan cüce zenbiliyle mutfağa girdi. Keyifliydi, sarı ışıkta bir sirk cücesini hatırlatıyordu. Buruşuk yanakları kızarmış, açık gözleri parıl parıl yanıyor, abanî sarık arkaya atılmış.

— Oh oh, buradasınız ha. Ben de uskumru aldım. Kendim kızartacağım. Ne olur kalın, beraber lokma edelim.

Peregrini'yi orada bulduğuna sevinmişti. Dâimâ etrafına neşe saçan bir adam. Kızın yanakları al al, gözleri birer yıldız gibi. Kim bilir deli gâvur neler anlattı!

Peregrini kalmadı. Rakım cüppesini attı, kollarını sıvadı. Penbe'yi yemeğe beklemeyeceklerdi. Hanımefendi'nin alıkoyacağından emindiler. Çingene o gün koynunda mektup, azametli azametli konağa gitmişti.

Ümitlenmişti. Rabia'nın mektubu yollaması biraz yumuşadığına delalet ediyordu. Belki de düğüne gider. Yaşasın Lohusa Hoca'ya götürdüğü horoz. İşin ucunda yalnız mercan küpe değil kırmızı canfes entari de var. Hele Rabia'nın son günlerde hali. Artık hiç somurtmuyor. Talih yeniden İstanbul Bakkaliyesi'ndekilere gülüyor.

Rakım balıkları kızarttı. Siniyi hazırladı. Karşı karşıya yemek yediler. O, bidüziye anlatıyor, fakat kız pek dinlemiyordu. Gözleri içindeki bir hayale dalmış gibi. Sofrayı da Rakım topladı. Kız bulaşıklara yardım etmeyi teklif etmedi. Tembel tembel iskemlesinde oturdu, cüceyi seyretti. Kahve içerlerken sordu.

— Mevlid okuyanlara kaç para verirler acaba?

— Meşhur hafız olursa beş lira kadar alır.

— Bana o kadar vermezler değil mi?

— Belki de daha fazla. Sendeki ses kimde var?

— Doğru.

Kanaatle söylüyordu. Peregrini gibi ünlü bir sanatkâr da aynı şeyi söylememiş miydi.

— Beş yüz kuruşa deri bir Karagöz takımı alınır, değil mi?

— Elbet.

— Ben artık yukarıya çıkacağım, şu Mevlid'e bir daha bakayım.

Rakım mangalı çıkardı. Kızın önünde iki büklüm merdivenleri tırmanırken arkasına insan esvabı giymiş bir maymunu hatırlatıyordu. Odada lâmbayı gene o yaktı. Rahleyi mangala yaklaştırdı, üstündeki mumları yaktı. Rabia'nın namaz bezini başına örtüp oturmasını bekledi. Kız, Mevlid'in sarı yapraklarını çevirirken:

— Ben de şuracıkta otursam seni dinlesem, diye yalvardı. Hiç sesimi çıkartmam, seni şaşırtmam.

— Ama ben burada sigara dumanı istemem, Amca.

— Olsun.

Gene bir maymun gibi, beyaz patiska örtülü uzun yan mindere tırmandı, köşesindeki kırmızı basma şilteye bir dizini dikti oturdu. Ayrık gözleri Rabia'da, bekledi.

Vaktiyle Peregrini'ye dediği gibi, dinî ayinlerden sıkılır, âdetâ ürkerdi. Fakat Mevlid müstesna. O halk dilinin şaheseri olan bu doğum şarkısı onu bir binlik rakıdan daha çok, daha içinden gelen bir sarhoşlukla mest ederdi. Rabia'nın sesiyle dinlemek için sigarasını fedâ etmek o kadar kolaydı ki. Hem de, gene Peregrini gibi, Rakım da, başında beyaz bir örtü, iki mum alevi arasında görünen Rabia'nın, eşi olmayan ilahî bir temaşaolduğuna kaniydi. Kimsenin onun kadar güzelliğe karşı yüreği yufka olamazdı. Fakat kimse heyecanını, zaafını onun kadar şaka, alay arkasına gizleyemezdi.

Halbuki Rabia, onun mevcudiyetini derhal unutmuştu. Zihni Mevlid'i yeni bir makamda, kendi bulduğu bir üslubla okumayı düşünüyordu. Bir zafer, bir şevk nağmesi bulmak lâzımdı. Doğumdan büyük zafer kâinatta var mıydı? Vefat kısmını eski ananevi şeklinde okuyacak. Hüzünlü, ağır tecvitli bir okuyuş. Onunla meşgul olmak lâzım değil.

Gözleri Acem basması sarı yapraklarda, bir saat kadar mırıldandı, makamdan makama dolaştı. Kapı kapı dolaşan, arayan bir ses. Rakım onu, yolunu bulmak için yerlere vura vura giden körlerin değneğine benzetti.

Kız aradığı makamı bulduğuna emin olunca durdu.

Baş örtüsünün ucuyla nemlenen alnını sildi.

— Bana niye öyle tuhaf tuhaf bakıyorsun, Amca?

— Çünkü senin yüzün kadar güzel yüz görmedim, Rabia.

— Onu bana Peregrini de söyledi.

— Vay domuz vay! O güzellikten ne anlar? Onların karıları süpürge sırığı gibi!

— Ya öyle mi?

Gözlerini büzmüş eğleniyor. Gidi kahbe!

— Beni dinle Rabia, sen mutlak kocaya varmalısın. Yüzünü, sesini bırakacak çocuklar yetiştirmelisin.

— Öyle ama beni hiç isteyen var mı? Benim de pek koca istediğim yok ama çocuk isterdim... Hem de nasıl!

Sesi heyecandan kısıldı. Amine Hatun'un ağrı çekerken söylediklerini o, hiç bir peygamber doğumuna ait diye düşünmemişti. Bütün doğuran, hayatı çoğaltan kudretlerin realitesi... Bu onun yüreğinin bam teline dokunmuştu, bütün varlığını bu realite titretmişti. Eğildi. İlk satırları evvelâ gözleriyle okudu, sonra başını kaldırdı. Her kelimeyi kendi halk etmiş gibi sesi hasretle, vecdle, zaferle dalgalanarak söyledi. Rakım'ın arka kemiği üstünü alevden bir dil yalamış gibi ürperdi. Fakat homurdandı.

— Sanki ben kadınların doğururken ne söylediklerini bilmez miyim? Böyle şevkli şevkli konuşurlar mı dersin? Eskici Fehmi Efendi'nin karısı doğururken çığlığını çeşme başından işittim.

Rabia cevap vermedi. Kitabı kapadı. Baş örtüsünü omuzlarına attı. Son günlerde saçını başını topluyordu. Ortadan ayrılmış sımsıkı taranmış kumral başında iki ipek örgü kalın bir hâle gibi dolanmıştı. Artık aradığı ahengi, zaferi, şevki istediği gibi ifade edebilecek. Yanakları solmuş, derileri şakaklarına doğru çekilmiş, dudakları kurumuş, bütün ateşi gözlerindeki yeşil şulelerde.

Merhaba, ey asi ümmet melcei

Merhaba, ey çaresizler eşfaı!

— Sus, Rabia, içimi yakıyorsun.

Ayrık gözlerinden buruşuk yanaklarına yaşlar yuvarlanıyor, kocaman enfiye mendili ile bir gözlerini, bir burnunu şamatalı şamatalı siliyor.

— Peki peki, artık okumam. Başka şey konuşalım. Ama ne konuşalım?

— Kocaya varmak, çocuk doğurmak, konuşalım. Niçin Galip Bey'i istemedin, Rabia?

— Bırak şu sıkıntılı herifi. Onun karısı olsam esneme illetine tutulurum.

— Kocaların hepsi öyledir.

— Peregrini insanın kocası olsa hiç canı sıkılmaz.

— Bırak şu gâvuru...

Kızı azarlıyordu. Fakat hiddeti sun'i olduğu besbelli. Rabia'nın yüreğinde Peregrini'ye karşı tehlikeli bir zaaf olsa hiç bu kadar tabiî ve açık konuşur mu? Buna inansa bile bu akşam pek aldırmayacak kadar içi coşkun bir sevinçle taşıyordu. Rabia dünyada kimse ile onunla olduğu kadar teklifsiz değildi. Kızın âdetâ dimağının, ruhunun eşi.

Penbe, konaktan dönünce Rabia'yı yatakta buldu.

— Hanımefendi çok çok gözlerinden öptü. Mektubu okuyunca bir ağladı, bir ağladı.

— Paşa da okudu mu?

— O yoktu. Bilâl vardı. Ne vakit gitsem Bilâl, Hanımefendi'nin burnunun dibinde. Aralarından su sızmıyor. Düğün nisanda olacak. Hazırlık başlamış. Eğer sen konağa gitmezsen Bilâl Oğlan, Hanımefendi'nin gönlünde senin yerini tutacak, Rabia.

— Varsın tutsun!

— Kıskanmıyor musun?

— Ha ha, bir de güleyim bari.

Fakat kıskanmıştı. O akşam açgözlü gönlü hiç doymayacak kadar açtı. Bin kollu bir mahlûka benziyordu. Her kolunu başka bir sevgiliye sarmak, bütün sevgililere tek başına sahip olmak. İşte bu akşam içinde böyle hava esiyordu.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top