12

İKİNCİ KISIM

1

Bir sürü kocakarı, sabahtan akşama kadar kızın yakasını bırakmıyorlar. Güya avutacaklar, babasını unutturacaklar! Nerede? Tevfik'in ağucuk dediği günlerden başlıyorlar. Biri kesince öteki aldırıyor, ta adamın sürgüne gittiği güne kadar... Can olsun da dayansın; Rabia bir canlı cenazeye döndü.

Tevfik'in, vaktiyle Rakım tezgâha yetişsin diye, eliyle yaptığı yüksek iskemleye oturmuş, başını bir taraftan bir tarafa sallayarak anlatıyordu. Kapıdan giren ışık kafasına vurmuştu. Dükkânın loşlukları içinde o kafa fotoğrafla büyütülmüş gibi görünüyordu. Bütün buruşuklukları, hattâ göz kuyruklarında en ince çizgiler bile seçiliyordu. Peregrini'nin gözleri bu geniş ve mustaripyüzdeki göz bebeklerinin hummalı ışıltılarına daldı.

Son cümle cücenin kuru boğazına takıldı, kaldı. Elleri ceplerini ve tezgâhın üstünü aradı. Parmakları titriyor, gözlerinin ışıltısı artıyordu. Peregrini cebinden sigara tabakasını çıkardı, uzattı.

— İki gündür sigarayı bıraktım, güya...

Parmakları tabakadan bir sigara kaptı, titreyerek dudaklarına götürdü ve misafirin çaktığı kibritle yaktıktan ve iki nefes çektikten sonra gene devam etti:

— Bundan böyle artık idare lâzım. Mirasyedilik sökmez. Tevfik'i Şam'da biz besleyeceğiz.

— Rabia Hanım para sıkıntısı çekecek mi?

— Dükkân işliyor. Belki çekmez. Bizim Tevfik'in veresiye illeti, alacaklılardan para istemeye yüzü tutmaması, işimizi bozuyordu. Şimdi artık bakkalbaşı ben oldum...

— Rabia Hanım, Selim Paşalara gidiyor mu?

— Gitmiyor. Aleyhlerinde de söyletmiyor. Dün Paşa kâhyasını yolladı. Aylık bağlamak istedi. Bizim kız kabul etmedi...

Sustu. Fakat yeni bir düşünce ile yüzünün birbirine sıkışan buruşuklukları açıldı. Her biri ayrı ayrı gülüyor gibiydi:

— Sabit Beyağabey de geldi. Hep dükkâna uğrar, ödünç para teklif eder. Herifin kömür deposu epeyce işlektir. Yazları da karpuz sergisinde kazanır. Neyse, iyi komşu.

Peregrini'nin kalın kaşları birbirine hücuma hazırlanan iki hamam böceği gibi çatıldı. Fakat sesi sakindi, azıcık müstehzî:

— Rabia Hanım'da gözü olacak.

— Hah, hah, hah. Amma da yaptın. Onun Rabia'dan ödü patlar. Kız istese, o, almaya korkar. Olsa olsa bizim Penbe Teyze'ye yanmış olacak. Tevfik gideli Penbe bizimle oturuyor. Fenâ da olmadı. Hem işe yarıyor. Hem de Rabia'ya bir can yoldaşı. Tuhaftır da ha!

Rakım'ın misafiri hâlâ başka şey düşünüyordu.

— Rabia Hanım iyi bir kocaya varırsa...

— Galip Bey gibi paralı ve adamakıllı bir kısmeti tepti. Hoş kimsenin de talip çıktığı yok ya. Yaş on sekizi buldu. Onun derdi günü Tevfik'e sürgünde sıkıntı çektirmemek.

Peregrini'nin keskin gözleri, dükkânın loş köşelerini tetkik etti:

— Bu dükkân hepinizi besler mi?

— Besler.... Hele Rabia sık iş bulursa haydi haydi besler. Fakat bu günlerde kızın boğazı ağrıyor. İki Mevlid oldu, ilahi okumaya çağırdılar, gidemedi. Ne ilahi ne de şarkı söyleyecek hali var. Dut yaprağı yemiş bülbül gibi...

İki mum alevi arasında, beyaz örtüsünün çerçevesi içinde uzun, ince bir kız çocuğu yüzü. Bal rengi gözlerinin içinde yeşil ışıltılar. Büyücek penbe dudaklardan, gizli bir sıtma nöbeti gibi atan bir ses... Dünyaya insanları hâkim kıldığı için Allah'a sitem eden meleklerin ağzından söylüyor... Gene o ses, gene o ses... Kozadan kelebeğe doğru büyüyen bir mahlûkun aldığı değişik şekiller gibi, o ses de günden güne, seneden seneye değişmiş, derinleşmiş, insan yüreğini alt üst eden bir güzellik, bir mânâ almıştı. Peregrini'nin hafızası, geçen yıllarda bu sesin aldığı şekilleri işitti. Rabia, onun için sadece bir sesti, belki. Arada sırada hilkatin,insanların kulağı, gönlü hoş olsun diye hediye ettiği bir ses. O nasıl kısılır? O melodi şelalesi nasıl kurur?

— Doktor çağırmalı, boğazını derhal göstermeli...

Peregrini'nin bu nevi coşkunluklarına pek alışık olan Rakım, artık dinlemiyordu. Rakım için Rabia, bir sesten çok başka bir şeydi. Kız onu dünyaya zincirleyen biricik insanî kıymetti. Hattâ Tevfik'den ziyade kızı o, bir köpeğin sahibini sevdiği gibi seviyordu. Onun hafızasında resmi geçit yapan Rabialar hiç de birer aksi sadâdeğildiler. Onlar o kadar canlı birer realite idiler ki...

Elinde sepet dükkâna ilk geldiği günden beri kaç yıl geçmişti. O ne harikulade gündü ve ne harikulade günler geçti. Ta, ta Tevfik'i zaptiyede görmeye gittikleri o feci güne kadar Rabia'ya taalluk eden hadiseler dimağında birbirini kovalıyordu. Paşa'nın dizlerinden kızı koparmak için çekerken onun zayıf omuzları nasıl hıçkırıklarla sarsılıyordu. Şimdi hâlâ parmaklarının ucunda, o sarsıntıyı hissediyordu. Bütün dünyanın gökleri bir araya gelse Rabia'yı onun çarpık çarpuk, cüce vücudundaki gönül kadar sevemez. Kendi kendine konuşur gibi diyordu ki:

— Ah bir kere ağlasa! Yaşları hep içine akıyor. Yüzünün birbirine o kadar yakın duran buruşukları açıldı. Fakat bu defa gülmek için değil. Bir şeye şaşmış gibi, açık ve ayrık yuvarlak gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Kocaman kafası Peregrini'ye ağlayan bir cüce, eski bir resim gibi geldi. Sesi çıkmıyor, kımıldamıyor... Yaşlar dökülüyor, fakat yüzü, içindeki ıstırapla gaşyolmuş gibi...

Peregrini müteessir oldu. Mutlak bir şey yapmak, Rakım'ı da, Rabia'yı da teselli etmek istiyordu.

— Vehbi Dede'yi bir göreyim de söyleyeyim. Sık gelsin, Rabia Hanım'a sözü geçer. Kederini unutturabilir.

— Vehbi Dede? Rakım'ın yüzü, gözyaşlarının arkasından sırıtıyor gibiydi.

— Vehbi Dede evliya gibi ama, insana huzuru, Mevlid dinlemiş gibi hüzün veriyor. Rabia'ya bu günlerde böyle ağır şeyler lâzım değil. Kız avunmalı, unutmalı, gülmeli... Gözleri Peregrini'yi aradı:

— Akşamları arada sen bize gelemez misin? Rabia seni görünce hep neşelenirdi.

Peregrini'ye bu sözler, önünde beklediği bir yüce hisarın kapılarını açıyor hissini verdi. İçinde zafer vardı. Demek o, Vehbi Dede'den ziyade bu harikulade çocuğun zihnini oyalayabilecekti. Bir daha gelirken Rakım'a mutlaka koca bir kutu kalıp sigarası getirecekti. Dünya kuruldu kurulalı bu kadar hikmet söyleyen bir cüceye sanat kitaplarında bile tesadüf edilemezdi.

— Yarın akşam gelirim, bu civarda dersim var.

Fakat ertesi akşam dersinden sonra Sinekli Bakkal'a uğramadı. Yemeğini yedikten sonra gece Vehbi Dede'ye oturmaya gitti.

Şahinağa Sokağı'nda, Galata Mevlevîhanesi civarında, küçük bir sokakta, büyük bir bahçe içinde ahşap bir ev. Sokağın iki tarafı bahçe içinde küçük küçük evlerin bahçe duvarlarıyla kaplı. Kaldırımlar bozuk, fakat tepede bir ay var. Onun için Peregrini zahmet çekmeden yolunu buluyor, kafası kendi düşünceleriyle meşgul olabiliyordu. Düşüncesinin bir tarafı, ona, kendini zavallı bir kıza yardım etmek isteyen yaşlı bir dost gibi gösteriyor. Öbür tarafı, on sekiz yaşında bir kızın derdiyle bu kadar dertlenmeyi şüpheli görüyor.

Vehbi Efendi'yi kırmızı bir bakır mangalın önünde buldu. Beyaz pöstekisinin üstüne bağdaş kurmuş, oturuyordu. Yanındaki rahlenin üstünde yeşil kaplı, sarı yapraklı Mesnevî'si açılmış. İki büyük mum yanıyor. Fakat o okumuyordu. Harmanisi omuzlarına atılmış, ağzında bir sigara, gözleri ateşe dalmıştı. Peregrini onu süzülmüş buldu. Gözleri her zamanki dost tebessümüyle piyanisti karşıladı, karşısında yer gösterdi.

Bir zaman konuşmadılar. Altı seneyi geçen dostlukları, onları bir araya gelince mutlak lâkırdı söylemek mecburiyetini hissettirmeyecek kadar birbirine alıştırmıştı. Peregrini bir zaman Dede'nin uzun takkesiyle, harmanisinin beyaz duvardaki gölgesini seyretti. Dede, arada gözlerini misafirine kaldırdı, bir şey söyleyecekmiş gibi dudakları kımıldadı, fakat bir şey söylemedi. Peregrini'nin gelişine memnun olmuştu. Metafizikmünakaşalar açacak, dervişin fikrini meşgul edecek ve belki onunla münakaşa ederken dervişin fikri o aralık saptığı çıkmazdan kurtulacak bir yol bulacaktı. Çünkü Vehbi Dede, Tevfik'i teşyi ettiği günden beri bir buhran geçiriyordu. On beş senelik bir riyazet ve fikir mücadelesinden sonra kurabildiği hayat felsefesi zaman zaman böyle sarsılırdı.

Kâinat Halik ressamın mütemadiyen çizip bozduğu, kendisiyle beraber her an baştan yarattığı hayaller ve gölgeler geçidi! Buna inandıktan sonra herhangi hayat fırtınasını sükûnetle seyretmesi lâzım gelirdi. Halbuki bazân bu gölgelerin öyle ezelî ıstırapları var ki... Bu insan yığınının öyle hakiki faciaları vardır ki... Vapurdaki manzara onun derûnî muvazenesinisarsmıştı. Yeni baştan düşünmek, eski sükûnunu, sual sormayan imanını bulmak lâzımdı.

Piyanist, doğrudan doğruya gündelik ve insanî bir mesele konuşmaya gelmişti.

— Dün Rakım'ı gördüm, diye başladı ve cücenin Rabia için söylediklerini biraz daha mübalağa ile anlattı. Gözleri mangalın ateşinde, kulakları Dede'nin cevabını bekledi. Fakat Dede bir şey söylemedi.

— Bunları anlatıyorum, çünkü hatırımda kaldığına göre insanlar, bilhassa kadınlar, kederli oldukları zaman ruhanîlerintesellisine muhtaçtırlar. Mesela annem... Kiliselerin kuytu köşelerinden ayrılmazdı... Galiba her hafta da günah çıkartırdı.

Ses, müstehzî olmak istedi, olamadı. Kafasında yanan ateşteki hayal içini sızlattı. Kederli kadınlar kafilesi... Başında anası, sonunda Rabia... Ortadakiler silik ve müphem birer tayf... Yalnız anası ve Rabia yaşıyor. Sabırsız, âdetâ hırçın:

— Niçin cevap vermiyorsun, dostum, dedi.

— Düşünüyordum. Sen bir Hıristiyan ve Avrupalı kafasıyla düşünüyorsun. Bizde ruhanîler diye bir sınıf pek yoktur. Allah'la ferd arasında vasıta lâzım değildir... Her ferd ancak kendi arzusuyla Allah'a dahil olur, teselli ve sükûn bulabilir.

— Bu işin nazariye tarafı... Fakat siz de bizim kadar ruhanîler nüfuzu yok mu, sanki... Tekkelere bir bak. Bana geliyor ki dinlerin, bilhassa Katolik dininin en çok çocuk ve saçma görünen tarafı insanların en çok bağlandıkları taraf. Mesela günah çıkartmak. Kendi hesabıma günah varsa onu papazın da, Papa'nın da çıkaramayacağından eminim. Fakat içimi rahatsız eden bir şeyi birisine mutlak kendimden kuvvetli birisine söylemek isterim. Mesela sana... Belki biraz annemin ruhunun rehberi olan bizim aile papazına biraz benzemenden... Her ne ise, şu dakikada sana söylemek istediğim bir şey var...

Vehbi Dede'nin açık kaşlarının ortasında bir çizgi belirdi, dudakları kısıldı. Peregrini onun elini uzatıp itiraf edeceği şeyi söyletmemek için ağzını kapayacağını zannetti.

Kısmen içini dökmek ihtiyacından, kısmen de Vehbi Dede'ye yapacağı tesiri anlamak merakından acele acele lâkırdısında devam etti:

— Mesela, Rabia Hanım için arada içime gelen garip his... Âdetâ âşık oldum gibi gülünç bir fikre kapılıyorum. Sonra bunun fikir halinde bile bir günah olacağını zannediyorum. Bunu sana kaç defa söylemek istedim...

Sustu. Dede'nin yüzüne baktı. Kaşlarının arasındaki çizgi geçmiş, dudakları eski sükûnunu bulmuştu. Gözlerinde çok hafif bir istihza da vardı.

— Günah diye düşündüğün hata... Sevmek hiçbir zaman günah değildir. Sebebi vücudumuz bu... Biliyorum, bir şeyler söylemek istiyorsun. Evet, sevmenin de marazî tarafı olabilir. Fakat o da gelir, geçer... Ona galebe kendi elinde. İnsan cambaz olmak için vücuduna akla gelmeyecek marifetler yaptırıyor. Ruhuna da riyazetle, irade ile tahakküm edebilir. Emin ol bir gün bu perhiz, bu riyazetten dolayı insan mükâfatını da görür. Gönlünün eski alevlerine, karlı dağdan volkan seyreden serin bir gönülle bakar.

— Sen hiç sevdin mi?

— Sevmesem insan olmam. Her zaman severim, hem de ne kadar çok...

— Bu iptidaî bir şey... Kimse kimsenin olamaz. Eşya bile bizim değil. Yani senin dediğin mülkiyet insan için de, eşya için de olmamalı. Sevdiğimiz her şey esasen bizimdir. Kalbimizin içindedir. Ona o kadar sahibiz ki, dünyanın orduları kalbimizden onu koparıp atamaz...

Peregrini içinden "İnsanların geçtiği ihtiras merhalelerini böyle bir zihniyete nasıl anlatmalı..." dedi ve sustu.

— Sen evlenmelisin, Peregrini. Bekârlık herkes için iyi bir şey değil. Hem sen aile içinde yaşamak için yaratılmış insanlardansın.

— Hayatıma bir daha kadın sokmak istemem.

— Niçin?

Peregrini'nin kafasında yine eski tayflar harekete geldi. Evvelâ on altı yaşında iken, kadının ve cinsiyetinin kudretine kendini kapıp salıverdiği günlerdeki kadınlar... Bunlar annesinin genç hizmetçileri. Sonra yeni yetişen erkek çocuklara düşkün, işsiz, güçsüz zengin isterik kadınlar... Bunlar hep Madrid günlerinde; hayat sofrasına bir köylü iştahıyla oturduğu, patlayıncaya kadar kendini zevke bıraktığı günler... Yirmi dört yaşında aşk ve cinsiyet ziyafetlerinden ne derin bir istikrahla kalkmıştı. Bu günleri düşünürken Vehbi Efendi'nin gözlerinin yüzünü nasıl tecessüsle tetkik ettiğini görmedi, yalnız onun mülayim sesinde şahsî bir alâka ile sorduğu suali duydu.

— Altı senedir tanışıyoruz. Kimsin, nesin bilmiyorum. Bir anladığım şey hayatını kazanmak için çalışmaya mecbur olan sınıftan olmadığın.

— Çok ferasetlisin, yani beni işsiz güçsüz, şımarık bir asilzade sınıfından addediyorsun!

— Sınıfınızın alâmetleri her memlekette bir... İstediğiniz şeyi, bahasına bakmadan elde etmek isteyen bir sınıf. En çok merak ettiğim şey de bu mizacınla niçin ve neden manastıra kapandığındır.

Müstehzî bir sesle başladı. Dede'nin yüzündeki ciddi alaka ile eridi ve bir çocuk sadeliği ile geçmiş hayatını anlattı.

Bir İspanyol grandisinin oğluydu. Madrid'de doğmuş ve büyümüştü. Babasını bilmiyordu. Anası onu büyütmüştü. Baştan nihayete kadar zıd ihtirasların elinde şekilden şekile giren bir adamdı.

— Herkesin güya iki şahsiyeti olurmuş, benimki üçtür.

— Herkesin iki, üç değil yüzlerce şahsiyeti vardır, Peregrini.

— Ben üçünü bilirim. Birincisi dimağım. (Eliyle kafasına vurdu.) Orada oturur. Hayat sofrasına benimle hiç oturmaz. Fakat dâima baş ucumda duran, beni seyreden, tenkid eden bir müşahittir. O, beni Darülfünun salonlarında, kütüphanelerde, her nevi bilgi kaynağı etrafında sürükledi. O, maddî zaaflarımla eğlendi, her şeyden şüphe etti, bir şeye inanmadı. Kilise lisanıyla, içimdeki ezelî şeytan! İkincisi ruhum. Yeri vücudumun neresinde bilmiyorum. O dimağının soğuk tahakkümüne boyun eğmez. Beni sanatkâr yapan, mûsikîye bağlayan, güzelliği sevdiren, dinsiz olduğum vakit bile beni gene bir şeye taptıran kudret odur.

— Üçüncüsü kalbim. (Eliyle sol tarafına vurdu.) Onun yerini pekâlâ biliyorum. O, ne dimağı ne de ruhu tanır. Sevgi ölçülerinin ne çirkinlik ne de güzellikle alakası vardır. İyilik fenâlık ölçülerinin adaletle, mantıkla hiçbir münasebeti yoktur. Sebepsiz sever, sebepsiz nefret eder, sebepsiz iyilik, sebepsiz fenâlık eder. Tamamen kendi başına buyruk bir kudret. Onun bir tek hâkimi oldu: Annem (Vehbi Efendi'nin yüzüne baktı gülümsedi). Görülecek bir kadındı. İpince, upuzun. Kafası eski bir madalyon gibi. Her hareketi kendine mahsus... Dâimâ başında siyah bir İspanyol danteli örtülü hatırlarım. Hep loş yerlerde dolaşır, dua eder. Dünyası onun kilisesinin içindeydi. Onu, onu unutmak için kalbimi kökünden söküp atmak lâzım gelse, hiç tereddüt etmem.

— Niçin?

— Çünkü beni sevgisiyle, diniyle mahvetti. Dinin haricinde hiçbir ihtirasa boyun eğmez, eğenleri anlayamazdı. Mesela mûsikî tahsili için Milano'ya gitmek istedim. Birçok itirazdan sonra kabul etti. Kendi de Madrid'deki konağımızı bıraktı, benimle beraber geldi. Milano'da yerleşti. Orada Madrid'den daha koyu bir kilise muhiti yaptı. Papa İtalyan'dır, diye İtalyan tabiyetine geçti. Sen, dostum hiçbir zaman dindar bir Katolik kadınının zihniyetini anlayamazsın. Sizin kadınlar daha çok muvazeneli, daha çok dünya ile alâkadardırlar. Katolik Kilisesi benim anamın bütün varlığını emdi, içine aldı. Işıklı siyah gözlerine, çenesindeki iradeye, başının latif çizgilerindeki mânâya bakınca insan onda çok kuvvetli bir şahsiyet sezerdi. Fakat onun için, şahsiyet ve irade birer şeytan tuzağıydı. Kıymet verdiği şeyler hiç normal şeyler değildi. Dünyada mevki, kudret, ün ve şöhret bunlar birer hiç. Biricik oğlu için istediği itibar ve kudret hep bu dünyanın haricinde... Gözümü açtığım günden itibaren böyle bir iradenin, muhabbetin kurduğu ağ içinde yaşadım. Belki doğduğum gün beni manastıra kapamayı düşünmüştü. Fakat ben dünyayı bırakıp rahip olduğum zaman sırf annemin tesiriyle oldum da diyemem. Yirmi dört yaşında dünyada tadılacak haz kalmadığına emindim. Vücudunu her şeyden mahrum etmek, perhizkâr bir hayat yaşamak, yalnız ruhu için yaşamak... İşte bunun için dünya kapısını kapadım, manastıra çekildim.

Kaşları gene birbirine hücuma hazırlanan iki kıllı böcek gibi çatılmıştı. Manastır günlerini tekrar yaşıyordu. Katı ve soğuk taşlar üstünde saatlerce dizüstü ettiği dualar, çan sesleri, günlük kokuları, org sesleri, kara taşları titreten derin ve uzun sesler! Sonra murakabeler, ateşli mizacının en küçük hamlesini kırmak için bitip tükenmeyen riyazat!

— Dimağının tahakkümünden, vücudunun suiistimalinden sonra ruhunun sefahati ha!

— Doğru. Fakat ruhanî sefahatten de usandım. Manastırın kapısını kapadım, dünyaya döndüm. Annem tabiî bir kadın olsaydı, ben de normal bir hayata dönerdim. İçimde yetişen bu üç zıd kudretin arasında bir imtizaç, bir ahenk hâsıl olurdu. Olamadı. Beni affetmedi... Şimdi o bir manastırda kapalı... Ne ise, bu memlekete geleli on beş sene oluyor. Emin ol, ilk defa ömrümde kendimi hür hissediyorum. Ne bir vazifem ne de bir bağım var. İstediğimi düşünüyor, dilediğim gibi yaşıyorum. Hayatımı da kazanıyorum, yani çalışıyorum. Bambaşka bir insan oldum. Yeni bir isim aldım. Şimdi memleketin tabiyetine de geçtim. İstersem kalbimle, istersem dimağımla, istersem ruhumla yaşarım... Beni bunlardan bir tekine bağlayacak bir kuvvet de yok. Yaşasın bizim yeni hürriyet.

Sesi biraz acıydı. Yeni hürriyeti de belki onu etrafından ayıran yeni bir tel örgüsünden başka bir şey değildi.

— Ecdadının İspanyol olduğunu söylüyorsun. Belki Müslümanları İspanya'dan kovdukları zaman Hıristiyan olmuş eski bir Müslüman ailesindensin. Belki de bir gün aslına dönecek, Müslüman olacaksın!

— Haklı olabilirsin. Bende Hıristiyan Kilisesi'ne karşı ırsî bir kin olabilir. Fakat bundan sonra hiçbirinin çerçevesine girecek değilim.

Ay batmış, sokaklar karanlıktı. Elleriyle duvarlara tutunarak yürürken içinde hemen düşmek üzere olduğu bir uçurumdan kurtulmuş olanların sevinci vardı. Kaç zamandır zihnini hummalı bir rüya karışıklığı ile işgal eden meseleyi bu akşam sarahatlegörmüştü. Kalbinde hâkim olmaya namzet yeni bir kadın vardı. Anası nasıl hâkim olduysa, belki ondan daha ziyade. Anası onu manastırın dar duvarları arasına kapamıştı. Bu el kadar kız, daha dün, başı piyanoya yetişmeyen çocuk, onu bugün Sinekli Bakkal'da ikamete memur bir sürgün, hürriyeti hudutsuz hayatından kopararak binbir şartlarla bağlı zavallı bir burjuva yapmak istiyordu.

Ayağı sürçtü sendeledi, eliyle duvara tutunmak istedi, tutundu, fakat avucu sıyrılmıştı. Başka bir günde, başka bir sokakta yerde yatarken gözlerinin, saçakların arasındaki altın, mavi ışık yolunun ışıltısı ile nasıl kamaştığını hatırladı. Yaz günüydü.

Kırmızı, yeşil kanatlı siyah sinekler... Yüzlercesi ışık yolunda dalgalanıyordu. Vızıltılarını hâlâ kulakları işitiyordu. Eliyle kalbine vurdu:

— Senin gösterdiğin yola gitmeyeceğim, mantıksız, tabiatsız, kör kudret, dedi.

2


On beş gün sonra, Peregrini'nin ellerinde üç kutu. Biri Rakım'ın sigarası, ötekiler Penbe ve Rabia'ya şeker. On beş gün Sinekli Bakkal'ın semtine uğramamıştı. Şimdi güya bir dostluk vazifesi diye gidiyordu, yahut dimağına kendini mazur göstermek için öyle söylüyordu. Neden bu kafasındaki her şeyden şüphe eden kudrete bu kadar mahkûmdu? Neden bir dostunun kızını ıstırap günlerinde aramasın? Artık etten, kemikten bir makine değil ya, o da insan.

Dükkânın peykeleri inmiş, kapısı aralıktı. İtti.

Dükkân karanlık. Mutfağa giden küçük sofada ışık var. Mutfaktan Rakım'ın sesi geliyordu. Kapıyı vurdu.

— Nerede idin ayol? Hani akşamları gelirim dedindi, on beş gündür semtimize uğramadın. Bu ne vefasızlık!

Penbe, elinde sigarasıyla mutfak kapısını açmıştı, Rakım kahvesini mangalın yanında bırakmış, fırlamıştı. Tavanda asılı kocaman fenerin içindeki petrol lâmbasının sarı ışığı içinde orada bir aile manzarası gördü. Ocağın üstündeki rafta bakırlar parıl parıl yanıyor. Mangalın etrafında üç hasır iskemle. İkisi boş, çünkü Penbe ile Rakım hâlâ ayakta. Üçüncüsünden Rabia yavaş yavaş kalktı. Arkasında parmak dikişli uzun bir hırka, çenesini beyaz bir tülbentle bağlamış. Beyaz çerçeve içinde yüzü daha süzük ve uzun, gözlerinin altı mosmor, içlerindeki ışık sönmüş gibi. Herhalde o, Peregrini'nin, babası sürüldükten sonra kendisini aramamasından müteessir görünmüyor.

— Hasta mısınız?

— Bademciklerim sık sık şişiyor.

Oturdu, şeker kutusunu dizine koydu. O, kutunun kurdelesini dalgın dalgın çözerken Penbe, fondanları ağzına atıyor, ağzını şapırdatıyordu. Rabia, kutunun kapağındaki maymun resmine bakarken ağzının bir tarafını aşağı doğru çeken çarpık bir tebessüm etti. Bal rengi gözlerinin iştirak etmediği bir tebessüm.

Rakım, dükkândan ona da bir hasır iskemle getirdi.

Penbe:

— Rabia'nın boğazına, zeytin dövdüm, ısıttım, koydum. Yatarken ıhlamur içireceğim, bir de terleteceğim, diyordu.

Peregrini iskemlesini Rabia'ya yaklaştırdı:

— Bana ateşiniz var gibi geliyor, Rabia Hanım.

Kız cevap vermedi. Cansız yüzünde bir şey bekleyen ve bir şey dinleyen bir mânâ hâsıl oluyordu.

— Buuuvv... Buuuvv... Buuuvv!

Hırçın bir poyraz fırtınası, bahçede dalları birbirine çarpıp hışıldatıyor, kapının önündeki çakılları karıştırıyor ve bu anî rüzgârın arasındaki kapı tırmalanıyor. Rabia kalktı, kapıya gitti. Kedisini içeri alırken, Peregrini'nin gözleri, aralanan kapının ötesinde karanlığı korkunç siyah bir dalga gibi gördü.

— Allah denizdekilere imdat etsin!

Penbe'nin çiçek bozuğu yüzü dua eder gibi, küçük siyah gözlerin arkasında yaşlar var. Hay aksi karı, Rabia'ya Tevfik'in deniz geçtiğini hatırlatmakta mânâ var mı? Kız, kollarının arasında kedi tutmuş gibi duruyor.

— Tevfik Beyrut'a varalı çok oldu.

Bu cüceden. Rabia iskemlesine döndü. Peregrini eski bir Beyrut seyahatini anlatmaya başladı. Nasıl çarşaf gibi bir deniz üstünde gitmiş, nasıl Beyrut'tan Şam'a seyahat etmiş. Havası portakal, limon çiçeği kokan, önündeki mavi denize ayaklarını batırıp oturan, yumuşak yeşil yamaçlı Lübnan...

Rabia hafifçe içini çekti. Dudağının bir tarafını aşağı çeken çarpık tebessüm hâlâ yerinde, fakat yüzünün gergin ifadesi değişiyor.

— Bu hafta Dede'yi gördünüz mü?

— Bu sabah uğradı. Bir iki güne kadar Tevfik'den mektup gelir, diyor. Ahbaplarından bir derviş geliyormuş, elden mektup alırsak, doğru havadis alırız.

Mutlak Rabia'nın zihnini Tevfik'den ayırmalı!

— Mûsikî derslerinize devam edecek misiniz?

— Zaten muntazaman ders almıyorum. Fakat şimdi biraz daha çalışmalı, diyor. Mûsikî dersi vermemi teklif etti. Dükkânda artık çalışmamı pek muvafık görmüyor.

Peregrini içinden:

— Hani kızı kendi haline bırakmalı, diyordu. Demek o da çocuğun zihnini meşgul etmek için bir şeyler düşünüyor. Fenâ değil, yeni simalar görecek, dedi. Fakat bir taraftan da kızın boğuk ve yırtık çıkan sesini düşünerek müteessir oluyordu. Her kelime ağzından çıkarken yüzünü buruşturuyor, boğazına bir şey saplanmış gibi elleri boynuna gidiyor ve yutkunuyor.

— Ramazan'da mukabele okumayacak mısınız?

— Sesim çatlak zurna gibi kalmazsa.

— Bir iki güne kadar bir şeyiniz kalmaz.

Gene içinden:

— Sesi böyle kalacaksa, ölsün daha iyi, diyordu. Fakat Rabia'nın ölümü fikri burnunun direğini sızlattı. Gözlerine hücum eden yaşları zor zapt ediyordu.

Dostluğun bu kadarı da fazla... O, sırf kızı biraz avutmak için gelmemiş miydi? Bununla beraber, söyleyecek bir tek lâkırdı da bulamıyordu.

Kâfi derecede de uzun oturmuştu. Fakat mutfağın bu ılık havasında uyuşmuş gibiydi. İçinde, uzun müddet yolunu kaybedip de sonra bulan bir çocuğun sükûnu vardı.

Dizlerindeki kedinin sırtını okşayan uzun parmakları tutmak orada öylece sessiz sessiz oturmak ne iyi olacaktı. Çocukluğundan beri, anasının dizinin dibinde oturduğu günlerden beri içinde bu kadar emniyet ve selâmet hissetmemişti. Artık kendini tahlil etmiyordu. Mutfağın havası, Rabia'nın yakınlığı, içindeki aman vermeden çarpışan zıd kuvvetleri barıştırmış gibiydi.

Nihayet kalktı. Kızın elini aldı, nabzını yokladı. Bir baba şefkati ile elini okşadı. İçinden taşan rikkat Rabia'ya da biraz sirayet etmişti. Süzük, solgun yanakları penbeleşiyor, gözleri uyanıyordu.

— Rabia Hanım'ın ateşi var. Hemen yatırın ve yarın sabah da mutlak doktor çağırın Penbe Hanım.

Penbe, piyanistin arkasından dilini çıkardı:

— Deli gâvur. Boğaz olunca insan doktor çağırır mıymış?

Rakım azarladı:

— Ama iyi gâvur. İnşaallah hak dininde can versin.

— İnşaallah.

Rabia'nın sesine, bir aydır hissetmedikleri eski sıcaklığı geri gelmiş gibiydi.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top