10
22
"Zat-ı Hazreti Şehriyari'nin uhde-i aciziye tevdi buyurdukları evrakı muzırre ithaliyle maznun şahıs veya eşhasın takibine mübaşeret edilmiştir. Dâhiliye Nazırı Beyefendi'nin ihbarları üzerine mahdum bendelerinin münasebette bulunduğu bilcümle eşhas göz hapsi altındadır. Bunlar arasında Fransız Postahanesi'ne sık devam eden piyano muallimi Peregrini'nin postahaneden çıkarken üstündeki evrak, elindeki paket yankesiciler tarafından çalınmıştır. Vak'aya şimdilik adi bir zabıta vak'ası süsü vermek için merkumun saati de aşırılmıştır. Şikâyeti üzerine bulunacağı vaat edilmiş, biraz sonra iadesi takarrür etmiştir. Mektuplar bir Fransız mûsikî-şinâsından; paketteki kitap İtalyanca'dır. Dante isminde bir herifin cehennem hakkında bir risalesi olduğu anlaşılıyor. Evrak ve kitap takdim ediliyor. Takibat esnasında ecnebi mümessil ve müesseseleriyle bir gûne mesele çıkarılmayacağı, kapitülasyonlar ahkâmınınnazarı itibara alınacağı arz ve..."
Bu, Selim Paşa'nın ilk raporu. İkincisi şöyle başlıyordu:
"Hilmi bendeleri göğsünden mustarip olan ailesini berayı tebdili hava Beyrut'a götürmek için müsaade talep etti. Bu müsaade kendisine verilmiştir. Arkasına iki sivil memur konulmuş, firara teşebbüs ettiği takdirde derhal tevkifi emredilmiştir. Beyrut'ta kimlerle münasebette bulunduğu tetkik edilecek, muhaberatı, sıkı bir teftişe tabi tutulacaktır.Mütecasirlerin beş on güne kadar ele geçirileceği arz ve..."
Paşa'nın Padişah nezdinde eski itibarını kazandığı o kadar aşikârdı ki bunu Sabiha Hanım da anladı. Fakat buna rağmen hâlâ yüzü endişeliydi, dalgındı. Bilhassa karısına karşı muamelesi çok garipti. Sabiha Hanım'la yüz yüze gelince başını çeviriyor, gözlerine bakmaktan çekiniyordu.
Bu vaziyet Beyrut'tan ilk şifreli telgrafı alıncaya kadar sürdü. Sonra biraz açıldı. Hilmi ilk günleri kimse ile temas etmemişti. Gerçi oğlunun hıyaneti tebeyyün ederse herhangi bir Genç Türk'e yapacağı cezayı –hattâ ziyadesiyle– ona yapacaktı. Bununla beraber oğlan bu işten alnı açık çıkarsa Eyüp Sultan'a kurban kesecekti.
Bu iyi ihtimal gün geçtikçe kuvvetleniyor ve Paşa ümitleniyor, ferahlanıyordu. Hattâ, o akşam çoktan terk ettiği eski bir âdeti ihya etti. Karısının odasında kahve, nargile içmeye geldi. Rabia ile şakalaşacak, ona bir iki beste söyletecekti.
Kız henüz gelmemişti. Hanımefendi adam yollamaya karar verirken geldi, fakat endişeliydi.
— Tevfik'i bekliyorum, Hanımefendi. Hâlâ gelmedi. Merak ediyorum.
— Nereye gitti?
Rabia güldü:
— Çocuk gibi. Kadıköyü'nde eski bir oyuncu arkadaşına. Aklı fikri hep oyun.
— Nasıl oyun?
— Tavan arasında eski bir sandığı karıştırdı, bir kadın kıyafeti çıkardı, giydi, kırıta kırıta gitti. Ahbabı yeni evliymiş, karısını kıskandıracakmış... Hastalığından sonra dökülüyor diye bıyıklarını tıraş etmişti. Görseniz siz bile kadın sanırsınız.
Paşa:
— Babana söyle, kadın kıyafetiyle yakalarsam falakaya çekerim, dedi.
— Bu günlerde kıyamazsınız. Hilmi Bey'in veda ziyafetinde köpüklü bir şey içirmişler, pek keyfine gitmiş, hep onu söylüyor. Zâti Bey çağırıp tekdir ettikten sonra çenesini bıçak açmıyordu.
Kâhya Kadın kapıyı açtı:
— Muavin Rana Bey selâmlıkta Paşa'yı görmek istiyor, dedi.
Rana Bey'in bu saatte konağa gelmesi yeni bir vak'a çıktığına delalet ediyordu. Herhalde mühim olacak. Selim Paşa gecelik kıyafetiyle selâmlığa gitti.
Muavin kuş gagası gibi uzun burunlu, kaçık çeneli bir adamdı. İçeriye gömülmüş gözleri kirpiksizdi ve bu çıplaklık ona bir yılan bakışı veriyordu. Çenenin o kadar kaçık ve küçük olması umumiyetle inandığı gibi Rana Bey'de iradesizliğe delalet etmezdi. Bilakis o hem görünüş itibarıyla, hem de mizaç itibarıyla yırtıcı bir av kuşuna benziyordu.
Paşa, mütebessim sordu:
— Hayrola, Rana Bey, sakın bu saatte kadın kıyafetinde bir erkek tevkif ettiğini haber vermeye gelmiş olmayasın!
— Nereden biliyorsunuz?
Paşa nefes aldı. Tevfik'i kadın kıyafetiyle yakalamışlar, polis zihniyetiyle ona esrarlı bir mânâ vermişler. Daha neşeli sordu:
— Kız Tevfik değil mi?
— Ta kendisi, fakat siz nereden haber aldınız?
— Küçük sokakta bakkaldır. Çocukluğundan beri tanırım. Zuhuri'de zenne rolüne çıkardı. Kadın kıyafetine girmek illetidir. Şimdi kızına takılıyordum. Kız elimde büyüdü, ben tahsil ettirdim... Herifin bir merakı daha vardır. Dâhiliye Nazırı'nın taklidini yapar...
Bu son merak Paşa'nın tasvip ettiği meraklardan olacak ki güldü. Muavini gülmedi.
— Mesele çok daha ciddi, Paşam. Herifi kadın kıyafetiyle Fransız Postahanesi'nden çıkarken yakaladık. Üstünde koca bir paket muzır evrak.
Selim Paşa midesine yumruk yemiş gibi içinde bir baygınlık duydu. Beyrut'tan aldığı şifrelerin uyandırdığı ümit artık solmuştu. O, zihninde bütün vak'ayı hakikatten pek uzak olmayan şekliyle tespit ediyordu. Hilmi bu bî-çâreyi davet etmiş, "köpüklü şey" dedikleri şampanyayı içirmiş. Sonra ne söylemişse söylemiş, muzır evrak kaçırmaya ikna etmişti. Ah sefil oğlan... Bir soytarının arkasına saklanmaya tenezzül eden, korkak, zelil erkek! Selim Paşa, izzet-i nefsine bu kadar büyük bir darbe yiyeceğini hiç hatırına getirmemişti. Hilmi hain olabilir... Sürülür... idam bile edilir. Bunların hepsi onun baba kalbini parçalayabilir. Fakat oğlunu korkak bilmek, zelil bilmek... Buna benzer ıstırabı taşıyan bir baba bu kubbenin altında mevcut değildi.
İçindeki bu acı şeylerin tesirini Rana Bey Paşa'nın yüzünde sezmedi. Bilakis o, iş saatlerindeki yavuz, uyanık Zaptiye Nazırı oluvermişti.
— Otur, Rana Bey. Vak'ayı baştan anlat.
— Malûm ya, Fransız Postahanesi'nin kapısında adamlarımız var. Biri de mahut kestaneci. Oraya dâimâ süslü hanımlar girip çıkıyor. Fakat siz emir verdiğiniz için memurlar dokunamıyorlardı. Bu defa yeldirmeli, eski biçim giyinmiş, uzun boylu bir kadın girmiş. Bu kıyafette kadının ecnebi postasına girmesi memurun zihnini gıcıklamış. Fakat belki küçük hanımlardan birinin dadısı diye bir şey yapmamışlar. Kadın çıkınca kestanecinin önünde durmuş, kestane almış. Ellerinin kılları nazar-ı dikkatini celb etmiş. Sonra para çıkarmak için eteğini kaldırınca ayaklarında erkek kundurası görmüşler. Derhal peşine düşmüşler. Tenha bir sokakta sarkıntılık bahanesiyle baş örtüsünü çekmişler, örtü ile beraber takma saç da ellerinde kalmış. Bugün akşama doğru zaptiyeye getirdiler. Evraka bir göz attım, mühim.
— Adresi var mı?
— Anlaşılan herif postahanenin içinde adresi imha etmiş. İtiraf ettiremedik. Hem de bizim "Gözpatlatan" Muzaffer'i işe memur ettik. Kadın kıyafetli bir herifte bu metanet çok garip. Hulasa netice alamadık.
Paşa ayağa kalktı:
— Beni bir iki dakika bekle, giyineyim, dedi.
23
Zaptiyenin bütün lâmbaları yanıyor, bütün memurlarında nadide bir av yakalamış avcıların neşesi ve gururu var... Avlarını iki iriyarı herif Selim Paşa'nın huzuruna getirdi.
Tevfik'in kıyafeti perişan, fakat hâlâ kadın esvabının bakiyesini muhafaza ediyor. Yüzünde düzgün, allık, sürme birbirine girmiş gözlerinden çenesine uzanan iki müvazisiyah, kırmızı, beyaz yol var –gözyaşı izleri–, yanakları, burnu, gözlerinin etrafı mor, siyah çürüklerle dolu, içleri her zaman bir kadın kadar yumuşak, kestane rengi gözleri, ömründe ilk defa gülmeyi unutmuş gibi şaşkın ve donuk. Arkasındaki siyah yeldirmenin aşağı kısmı parça parça, her tarafında çamur, omuzlarında biraz da kan lekeleri görüyor. Onu tanıyor mu? Anlıyor mu? Bunları kestirmek kâbil değil.
Tevfik'in dışını, içini perişan eden, aklını alan bu vaziyetinde Selim Paşa "Gözpatlatan"ın imzasını tanıdı. Kendisi, bir eli Tevfik'in omzunda, efendisinden emir bekleyen bir av köpeği inkîyadıyla, tehalüküyle Selim Paşa'nın gözlerine bakıyor.
Tehlikeli, siyasi maznunları istintaka memur edilen bu şişman adam, hiç de korkunç görünmüyordu.
Daha ziyade güreş meydanından çekildikten sonra, kendini yemeye içmeye veren bir pehlivan eskisine benziyordu.
Sıkı ilikli yüksek yakasından pırtlayan kat kat çeneli, sarkık yanaklar, düşünmeyen adamların etli alnı... İçine gömülü küçük dost gözlerinde bir fili hatırlatan dostluk. Halbuki pençeleri bir maznunun kulak tozuna indi mi, değil sağır, herifi kör bile edebilirdi. Ve bu eller Tevfik'in kulak tozunu birkaç defa okşamıştı.
— Bir sandalye verin, bir sigara verin.
Tevfik'i bir sandalyeye oturttular, eline bir sigara verdiler. Muavin Rana Bey kendi eliyle kibrit çaktı, fakat parmaklar sigarayı kavrayamadı, eller dizlerinin üstünde kaldı.
Muzaffer hizmete hazırdı:
— Herif yalandan yapıyor, bir şey değil.
Paşa sert bir sesle onu susturdu:
— Siz çekilin, herifi kendi haline bırakın. Rana Bey'le biz istintak edeceğiz.
Yalnız kalınca Paşa eğildi, Tevfik'in yüzüne yakından baktı. Ve Paşa'nın hafızası ona ilk defa vazife başında bir oyun oynadı. Ona çocukken bindiği ve anasından, babasından daha pek çok sevdiği eski bir tayı hatırlattı. Bir gün hayvan ayağını kırmış ve lalasıtayın kafasına bir kurşun sıkmaktan başka çare olmadığını söylemişti. Şimdi Tevfik'in gözleri yaralı tayın ondan istimdat eden bakışı ile bakıyordu. Eli gayri ihtiyari siyah yeldirmenin kan sıçramış omzunu okşadı.
— Bana her şeyi söyle. Seni bu kıyafetle Fransız postasına kim yolladı? Kendi oğlum olsa cezasını veririm... Biz burada Padişah'ın adalete memur ettiği adamlarız...
Şimdi bir an evvel ölü donukluğu ile duran yüzden bir hayat cereyanı geçiyordu. Belki Paşa'nın dediklerini anlıyordu. Fakat hakikat halde şuurunun en derin bir tabakasında bir hayal uyanıyordu. Orada, elinde köpüklü, tatlı bir içki, konuşan ve gülen bir Tevfik vardı. Dost bir ses, bir kardeş sesi kulağına eğilmiş:
— Benim seni postaya yolladığımı kimseye söyleme; adresi postahanenin içinde yırt, at, diyordu.
Şimdi o ses gene, bir defa dediklerini tekrar ediyor.
Tevfik'i titreten, söyledikleri değil, sesin kendi mânâsı. Tevfik'in insanlığına müracaat eden, onun vefasına, kardeşliğine, cesaretine, nâmusuna, canına emniyet eden ses! Daha birçok Tevfikler, daha!
Büyüklerin sofrasında içki içen, etrafını eğlendiren, güldüren Tevfikler... Fakat onlar hep birer soytarı... Kıçına tekme atılan, icabında yüzüne tükürülen bir maskara! Burnunda halka, boynunda zincir, pazaryerinde kalabalığı eğlendiren bir ayıdan, bir maymundan çok farkı olmayan Tevfik! Şark'ın ezelî sanatkârı... Halbuki bu ses bu sofradaki Tevfik bir insan... Herkes gibi...
Gözlerini kapadı, dudakları kımıldadı.
Rana Bey ve Paşa ikisi birden eğildiler, kulaklarını bu kımıldayan ağza yaklaştırdılar.
— Söylemem, söylemem, vallahi, billahi...
Paşa'nın kaplan pençesine benzeyen ince parmaklı elleri gene onun omuzlarını okşadı.
— Fakat bana söyle, Tevfik. Hele seni postaya yollayan oğlum ise hiç saklama. Hilmi mi? Söyle... Yemin ederim ki sana bir daha dayak attırmam... Hem cezan –söylersen– daha hafif olur. Seni yakın bir yere sürerim, aylık bağlatırım. Rabia'yı da senin yanına yollarım... Söyle, Hilmi mi?
Rabia'nın adı ağzından çıkar çıkmaz ellerinin altındaki omuzlar titremişti.
Paşa yine eğildi, Tevfik'in yüzüne baktı. Gözlerinden çenesine uzanan siyah, beyaz, kırmızı çizgilerin üstünden yaşlar akıyordu, morarmış dudakları oynuyordu. Fakat ağzından hiç bir ses çıkmıyordu.
— Rana Bey, bugün bu kadar yeter. Elini, yüzünü söyle yıkasınlar, arkasına insana benzer bir şey giydirsinler. Bana sormadan Muzaffer bir daha istintak etmesin.
— Evinden esvap getirtelim mi?
— Hayır, hayır, sokaktan alın. Ben parasını veririm. Kızı şimdilik haber almasın!
Tevfik'i Paşa'nın odasından aldılar, götürdüler. Ve Paşa hemen masanın başına oturdu, maznunun üstünde bulunan evrakı okuyordu.
Ekserisi İsviçre'de ve yahut Paris'te çıkan Türk gazetelerinden ve risalelerinden ibaretti. Bunlar, Selim Paşa'ya, baştan başa divanelik, bir kocakarı sayıklaması gibi saçma geldi. Fakat onu düşündüren gazeteler ve risaleler değildi. O, el yazısıyla, meçhul bir adama yazılmış bir mektuptu. Güya Padişah'ı hal'etmek için umumî bir kıyam hazırlanıyordu. Güya buna taraftar çok adam vardı. Hattâ hayli malûm isimler de zikrediliyordu. Belki bu bir hokkabazlıktan ibaretti. Kaç defa böyle şeyler yapılmıştı. Fakat ona rağmen Paşa büyük ölçüde tevkifat yapılacağını biliyordu. Gözpatlatan'ın memur edileceği bir hayli istintaklar olacak... Belki, belki de bunların arasında Hilmi de bulunacaktı.
Paşa evrakı bir tarafa itti. Masanın üstünde bir kalem seçti, ucunu dikkatle muayene etti ve Saray'a raporunu yazdı.
— Bunu bir memurla yolla... Sonra söyle, bana leğen, ibrik ve seccade getirsinler. Namazdan sonra şu koltuğa uzanır, kestiririm.
Sabah oluyor, İstanbul uyanıyordu. Paşa, namazı bitirir bitirmez koltuğa uzandı, başını koltuğun arkasına dayadı, içi geçti.
Sokakta gürültü arttı. Uzaktan bir laterna sesi geliyordu ve Paşa bir rüya görüyordu. Bayramdı. Hilmi altı yaşındaydı. Arkasında bir paşa üniforması vardı... Paçaları biraz düşük, omuzlarındaki apoletler fazla büyük... Belinde bir teneke kılıç, tavus yavrusu gibi kollarını sallaya sallaya dolaşıyor. Beyaz elleri yüzükle dolu bir genç kadın el çırpıyor. Ela gözleri parıl parıl yanıyor.
Laterna sesleri yaklaşıyor. Oğlan duruyor, sokağı dinliyor, sonra belinden teneke kılıcını koparıp atmaya çalışıyor, avazı çıktığı kadar bağırıyor:
— Ben laterna isterim... Laterna isterim...
Selim Paşa sıkıntıdan ter içinde. Bu şımarık oğlanı niçin susturmuyorlar? Niçin kendi bu arsız ağza iki şamar atamıyor?
Laterna sesleri kesildi. Güneş, Zaptiye Nazırı'nın başını yakıyordu. Gözlerini açtı, alnındaki ter taneleri yanaklarına damladı. İçinde fenâ bir sıkıntı vardı. Yarı uykuda, yarı uyanık rüyadaki çocuğa:
— Bu sefer senin cezanı vereceğim... diyordu.
24
Rabia, dört gün babasından haber almadı. Rakım, Tevfik'in Kadıköyü'nde oturan eski arkadaşlarını birer birer ziyaret etti. Tevfik onlara kadın kıyafetiyle dört gün evvel gelmiş miydi? Hepsi başını salladı, cücenin yüzüne garip garip baktı. Onu biraz kaçırmış addettiklerini Rakım anladı. Fakat en acı gelen şey dükkânın kapısında onu bekleyen bal rengi gözlerin iki alev gibi yanan ümit ışığını her akşam söndürmek oldu.
Sinekli Bakkal gene Tevfik'in macerası ile yeni bir hayat yaşıyordu. Gene bir dram hayatı. Her gün komşular dükkâna uğrayıp haber soruyorlar, her evde, sokakta ve çeşme başında Tevfik'in kaybolması konuşuluyor. Mahalle çocukları, "Tevfik Amca'yı dağa kaldırmak" oyunu oynuyorlardı.
Rabia eğer o kadar şaşkın olmasaydı Sabiha Hanım'ın tavrını pek şüpheli bulacaktı. Her zaman Tevfik'e taallûk eden şeylerle alâkadar görünen bu dost kadın şimdi âdetâ lakayt bir tavır almıştı. Kız ona derdini yanarken, Paşa'nın Tevfik'i buldurması için bir köpek gibi yalvarırken o, gözlerini tavana dikiyor, cevap vermiyordu. Ve dört gün Paşa'nın odasına koşan Rabia, kapıyı sıkı sıkı kapalı buldu.
Halbuki Sabiha Hanım Tevfik'in tutulduğunun ertesi günü Rabia'nın başına gelen felâketi öğrenmişti. Paşa'nın kendisine bu haberi Rabia'ya vermemesini tembihi pek o kadar gayri tabiî değildi. Fakat "şeriklerini öğrenelim de sonra söyleyelim" deyince şüphelendi. "Şerik" derken Paşa'nın gözleri neden birdenbire karısının gözlerinden kaçmıştı?
Ve kadın derhal anlamıştı. Padişah, devlet, vazife diye bir sürü kuru lâfa bağlanan bu adam kendi oğlundan şüphe ediyordu. Ah, Paşa'nın bu şüphesini Sabiha Hanım eğer paylaşmamış olsa neler, neler yapacaktı! Fakat şimdi içinde öyle bir korku var ki... Beş vakit namazında Tevfik'in şeriklerini ele vermeden ölmesi için... Dili tutulması için ne derin bir ihtirasla Allah'a yalvarıyordu. Rabia haber alırsa, babasını görürse belki bu şerikleri ele vermek için babasını ikna ederdi. Rabia haber almamalı... Ta ki Tevfik...
Konağın felâketli havası dört gün sonra sokağa da sirayet etti,hattâ bütün İstanbul'u sardı. Büyük ölçüde tevkifat başlamıştı. Kulaktan kulağa bu haber fısıldanıyor, kulaktan kulağa Selim Paşa'nın İstanbul'un en meşum, en zalim siması olduğu söyleniyor. Öyle ya, iki gözüm Padişahım hiç böyle şeyler ister mi? Hep etrafındaki adamlar onun evhamını körüklüyor. Kim bilir ne dalavereleri var? Gözlerini toprak doyursun, ne rütbeye ne nişana ne paraya doyuyorlar!
Sinekli Bakkal halkı bu tedhiş havasında fırtınanın yaklaştığını sezen hayvanlar gibi sinmişti. Köşe başında bazân yığılıp bu meseleyi fısıldaşırken, herkesin gözü etrafı kolluyor, bir ayak sesi duyar duymaz, herkes birden susuyor... Hele Selim Paşa'nın arabasının sesi köşede işitilince çeşmede su alan kadınlar duvarlara sürüne sürüne sıvışıyorlar.
Rabia'dan başka herkese Tevfik'in mevkûflar arasında olduğuna kanaat geldikten birkaç gün sonra Sabiha Hanım ona babasının başına gelen felâketi haber verdi:
— Paşa, masum olduğuna kani... Yaptığı işin ne olduğunu anlamadan sürüklenmiş olacak. Merak etme Rabia. Paşa elinden geleni yapacak. Daha henüz gösterirler mi bilmem ama, sen yarın sabah zaptiyeye biraz tütün ve çamaşır götür.
Ve ertesi sabah erkenden Rabia, koltuğunda bohça, Zaptiye Nezareti'nin kapısında belirdi. Rakım, yeldirmesinin eteğine sımsıkı sarılmıştı. O, mahalle kahvesinde, maznunlara yapılan işkenceleri, hattâ mübalağa ile, Gözpatlatan'ı bile işitmişti. Bunlardan Rabia'ya hiç bahsetmemişti. Fakat onun dizleri, içi boş iki lastik boru gibi göçüyor, çeneleri çarpıyordu. Buna rağmen sarığı perişan, gözleri evlerinden fırlamış, pabuçları bozuk kaldırımlarda sürçe sürçe Rabia'nın peşinden gidiyordu.
Zaptiyenin koridorlarında eli bohçalı, gözleri korku içinde, çeneleri kısılmış bir hayli kadın daha vardı. Kimse bu servi gibi uzun boylu, çocuk yüzlü genç kızla, eteğine yapışan zavallı cüce ile alâkadar olmadı.
Hademeler ellerinde kâğıtlarla, yahut kahve tepsileriyle odalara girip çıkıyor, fakat biri durup Rabia'ya ne istediğini sormuyordu.
Güler yüzlü, şişman bir adam, Rabia'ya yaklaştı:
— Kimi istiyorsun, hemşire?
— Hay Allah senden razı olsun, kardeşim. Kız Tevfik'i görmek istiyorum.
Şişman adam başını kaşıdı, file benzeyen küçük gözleri yanaklarının et katlarına bütün bütün gömüldü.
— Kimseyi görmesine müsaade etmiyorlar. İstersen bohçayı bırak, ben veririm.
— Ama ben onun kızıyım.
— Paşa'dan yazılı emir getirmezsen kızı da olsan, anası da olsan yanına koymazlar.
— Paşa Efendi buradaysa bana izin verir.
Kızın sesi ümit doluydu.
Şişman adam gene başını kaşıdı, gene gözlerini büzdü.
— Varayım bir Muavin Bey'i göreyim...
Önünde durdukları odaya dalıvermişti. Kıza uzun gelen bir dakikadan sonra çıktı, kapıyı açtı, kızı içeriye aldı, cüceye kapının arkasında bekleyecek yer gösterdi.
İşi başından aşan Rana Bey, Rabia'yı, sırf konakla münasebetini bildiği için yanına kabul etmişti. Fakat onu başından çabuk savmak kararı pek kat'iydi.
— Bugün babanı göremezsin, kızım. İzin çıkınca ben sana haber yollarım.
Bol yeldirmenin içindeki dal vücut biraz daha uzar gibi oldu, ince çene yukarı kalktı:
— Ben mutlak bugün göreceğim.
— Göremezsin... Ha, işte Paşa geliyor, bak ona söyle... İzin verirse gösteririm.
Rabia, Zaptiye Nazırı Selim Paşa'nın kendinin konakta tanıdığı nazik, hattâ müşfik ihtiyardan çok başka bir adam olduğunun hiç farkında olmadı. Bal rengindeki gözlerinin yeşil mevceleri ümitle tutuşmuştu. Mutlak bir emniyetle ona derdini açtı:
— Bana babamı göstermiyorlar, Paşa Efendi.
Siyah yeldirmenin içinde dalgalanan zavallı zayıf vücut, içleri yardım dilenen, Selim Paşa'ya emniyetle, muhabbetle bakan güzel gözler! Bunlar Paşa'nın Zaptiye Nazırı maskesini değiştirmedi, fakat biraz boğazını kuruttu. Öksürdü:
— Bugün olmaz, Rabia. Bohçayı bırak, git. Birkaç gün sonra... Ağlama... Ağlama... Ağlamasana!..
Paşa'nın sesi hiç sert değildi. Fakat o kadar kat'iydi ki kızın gözlerindeki ateşi derhal söndürdü. Gözlerinden su gibi inen yaşlardan etrafı göremez olmuştu. Birdenbire ayakları yerden kesilmiş, gözlerini duman bürümüştü. Boğazını yırtan hıçkırıklarla Paşa'nın ayaklarına yığıldı, zayıf kolları, boğulan bir adamın cankurtaran simidine sarılışı gibi, Paşa'nın dizlerine sarıldı:
— Gidemem, Paşa Efendi... Hiç olmazsa kapı aralığından yüzünü göreyim... Yalnız sağ mı... İşte o kadar. Yoksa siz... Siz babamı öldürdünüz mü?
Fesüphanallah! Bu müşkül, bu gülünç vaziyetten Selim Paşa kendini nasıl kurtaracaktı? Kapının aralığından Rakım'ın yüzüne gözleri ilişti. Eliyle işaret etti. Cüce bir lastik top gibi odanın ortasına sıçramış, kızın omuzlarından yakalamış, hem sürüklemeye çalışıyor, hem bidüziye:
— Paşa'yı kızdırma, Rabia, yine geliriz... Haydi yavrum, diye kızı götürmeye çalışıyordu.
Zavallı bir çocuğa teselli vermek isteyen zavallı bir ses! Çarpık çurpuk bir cücenin sesi! Rabia onu hiç unutmadı. Çünkü o büyük odada dizilip duran uzun boylu erkeklerin geniş göğüslerinin içleri, Rabia'ya, bomboş geldi. Onların arasında Rakım bir köstebeğe benziyordu, fakat yalnız onun göğsünün içinde atan bir insan kalbi vardı!
Rabia kalktı, eli cücenin elinde, omuzları düşük, odadan çıktı. Arkalarından Paşa cüceye sesleniyordu:
— Göreyim seni, bu sokakta sakın bir mesele çıkarmayın e mi!
Koridorda cüce onu değil, o cüceyi sürükleyip götürüyordu. Zaptiye Nezareti ona bir korkulu rüya hissini veriyor, bir ayak evvel bu rüyadan kurtulmak istiyordu.
Âdetâ içini yakan acının sebebini bile unutmuş gibiydi. Kapının önünde arkasından biri seslendi:
— Bohçayı bırak, hemşire. Tevfik tütün diye kıvranıyor, bir saat evvel tabakamı önüne boşalttım.
Kız, yıldırım gibi döndü, bohçayı uzattı. İnsanları birer zulüm aleti olan bu zebani yurdunda bir tek insana benzeyen adam bu şişman adamdı. Rabia'nın bal rengi gözleri ona minnetle baktı:
— Babama iyi bak, e mi kardeşim!
Tabiî; bakacaktı. Gözpatlatan Muzaffer –maznunlara, yalan, doğru, yukarıdan gelen emirle, muayyen cürümler itiraf ettirmek vazifesinin haricinde– herkesi hoşnut etmeye çalışır bir adamdı.
Nezaretin köşesini dönünceye kadar Rabia etrafına bakmadı. Yalnız öteki sokağa sapar sapmaz kızın dizleri kesildi, bir evin kapısındaki mermer basamağa çöktü, omuzları sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Geçenler onu –yanında cüce dolaştıran– bir dilenci zannettiler. Biri para uzattı.
Ondan sonra durmadan, kesilmeden Rakım'la eve döndüler. Bir daha ağlamadı. Minderin üstüne büzüldü, sustu. Sebebini anlayamadığı, fakat tahammül edemediği bir ağrı duyan hayvanlar gibi orada inledi...
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top