İhanetin İçi B-30-
Sahneye konan oyunun adı; vicdan borcu muydu yoksa ihanet mi? Perde arkasında masumiyet mi vardı yoksa maraz mı?
İkili sanrılarından yola çıkarak birbirinden bağımsız olarak içten içe komplo teorileri üretiyorlardı. Bazen ateşi görmenize gerek yoktur yanan ateşin dumanı kendini bir şekilde gösterir. İki kadında yanık kokusunu bariz bir şekilde fark etmiş fakat birbirine itiraf edemiyorlardı; çünkü gözle görülmeyen gerçekten uzaktı… İlla ki kanıt isterdi… Onlar yaftayı yapıştırmak için kanıt arakan öte taraftan olay boş bir kuruntu olmaktan çoktan çıkmış bayır aşağı yuvarlanıyordu ve önüne kim çıkarsa alaşağı edecek güçteydi.
İlkem, anlatıyor, grupça herkes kendisini bütün varlığıyla olaya dâhil etmiş anı yaşıyordu. Bazen aşkın tatlı düşünü kuruyorlar, bazen merhamet duygusunun yumuşak dokusuna dokunuyorlar, bazen de alenen ihanete kin kusuyorlardı. Ben içimde kopan vesveseyi anneme belli etmemeye çalışıyordum. Tamam, anneciğim, bütün mesele Emel ablaya gidememen ise bu akşam birlikte gidelim. Uzun zamandır ben de gidemedim onlara, hem bu vesileyle özlem gidermiş de olurum. Maksadım annemi bir nebze sakinleştirmek olsa da bu işin iç yüzünü öğrenmek için can atıyordum. Emel ablaya gitme teklifime annem çok sevinmişti, neden bu kadar sevindiği garibime gitse de.
Tamam, kızım gidelim. Hem biliyor musun, bu gece baban da nöbetçi. Emel’e gitme fikri ne iyi oldu böylece kadın kadına rahat rahat sohbet ederiz, dedi.
Teklifim üzerine annem gidelim diye heveslenmişti ama akabinde gözleri pişmanlık yaşıyor gibiydi. Peki, gözlerindeki pişmanlık değilse neden durduk yere dudaklarını dişlemeye başlamıştı. Muhakkak onu rahatsız eden bir şeyler vardı. Ne oldu anne, diye sordum. Nedir seni rahatsız eden şey?
İlkem kızım, gidelim diyoruz ama ya gittiğimizi baban duyunca bize kızarsa?
Canım benim, hala bir şeylerden korkuyor ve hala bir şeyleri sorguluyordu; zaten dıştan bakıldığında bile tedirgindi hal ve hareketleri. Sesimin tonunu biraz alçalttım ve annemin dizinin dibine oturdum. Merak etme anne, ben zorladım annemi gitmesi için derim. Bana bir şey demez. Bilirsin sever beni.
Bir taraftan annemi korkmaması için ikna etmeye çalışıyordum ama diğer taraftan aklımı istila eden cevapsız sorular amansızca beynimi kemiriyordu. Esasında amacım annemin anlattığı şeylere bir kılıf uydurmaktı. Yoksa Emel ablayı özlemek işin bahanesiydi. Babam annemi neden engelliyordu? Annemin bilmediği ama babamın bildiği bir şey mi yaşanmıştı o evde? Ya da ortada bir yanlış anlaşılma mı vardı? Bütün bunları öğrenmenin bir tek yolu vardı; Emel ablaya gidip her şeyi olay mahallinde görmek.
Songül ellerini ovuşturarak, “Ay İlkem abla, olay mahalli deyince çok heyecanlandım. Yani sen bir dedektif gibi iz mi sürdün, dedi gözlerini süzerken.
İlkem, başını sağa doğru yatırıp sağ elini başının doğrultusunda açarak Songül’e cevap verdiğinde, “Eh, biraz öyle oldu!” dedi.
İlk defa Rüzgâr’ın yüz hatlarına alaycı bir gülüş yerleşmişti. Onun yüzünde açan bir gülüşü keşfetmek çok güzeldi. “Güzel yakıştırma dedektif İlkem, kulağa hoş geliyor öyle değil mi?” diye sorarken sırıttı. Genç adam için bu iyiye işaretti çünkü yüzünden tebessümü sileli yıllar olmuştu, tekrar gülümsüyor olmak onun iyileşmeye başladığını gösteriyordu.
Öğretmen Hanım, dudaklarını sarkıtıp omuz silkti, “Bana ne ya, benimle böyle dalga geçecekseniz anlatmıyorum işte…”
Ömür, olaya anında el koyarken, “Bakma sen onlara hocam, ben şimdi kızarım.” dedi. Ömür, ardından da başparmağını herkese ayrı ayrı sallayarak, “Karışmayın dedektif hocama dikkatini dağıtıyorsunuz çocuklar,” dedi muzırca.
“Ömür, sende mi?”
Ömür, “Şaka arkadaşım şaka,” diyerek tek gözünü kırptı. Uzun süredir sessiz kalan Sude, “Kızıyorum ama rahat bırakın arkadaşımı,” diye sesinin tonunu yükseltti.
Ömür, “Gerçekten şaka arkadaşım, hepimizi rehavet sardı bu şaka da iyi geldi doğrusu.” dedi. Bunun bir şaka olduğunu elbette İlkem’ de biliyordu, arkadaşlarıyla şakalaşmak cidden ona da iyi gelmişti. Şakalaşmanın sonunu getirip asıl olaya geri döndüler.
Biz anne kız eylem kararını vermiştik ve akşamın olmasını bekliyorduk. Akşam yemeğinden sonra eşim Arif’i televizyon kumandasıyla baş başa bırakarak biz belirlediğimiz adrese yollandık. Evin cümle kapısının önüne geldiğimizde kapı önünde bir çift asker botuyla karşılaştık. Bir saniyeliğine annemle göz göze geldik. Ben daha ne olduğunu anlayamadan elim kapı ziline gitmişti bile. Emel ablanın çocuklarından biri cılız çıkan bir ses tonuyla, “Kim o?” diye sordu.
Titrek ve çatallı çıkan sesimle cevap verdim, “Benim tatlım İlkem ablan!” Kapı arkasındaki çocuğun cılız çıkan sesi anında renk değiştirdi. “Aa, İlkem abla gelmiş,” diye heyecanlanarak kapı koluna yüklendi ve hiç bekletmeden açtı. Bizi karşısında gören ufaklık sevinç naraları atarak, “İlkem abla, hoş geldin!” deyip boynuma sarıldı. Onu yere bırakırken göz hizasına kadar çömelip, sağlı sollu yanağından öptüm. Öperken de kulağına fısıldadım. “Evde kim var?”
Çocuk yüksek sesle cevap verdi. “Bilmiyor musun İlkem abla, İbrahim amca var!”
Ben kısa süreliğine bir şok daha yaşarken annemin yüzü renkten renge girmişti. Kendimizi toparlamaya fırsat bulamadan çocuk bizi mutfak tarafına yönlendirdi. “İlkem abla, mutfaktayız yemek yiyoruz.” Çocuğun peşinden mutfak tarafına yürürken adeta dizlerim titriyordu. Kalbimin atış sesi bir kilometre öteden duyulabilecek güçteydi. Ben kendimi zor zapt ederken annemin ahvalini düşünmek bile istemiyordum. Elimden geldiğince onun gözlerine bakmamaya gayret ediyordum. Onun gözlerine bakarsam çektiği acıyı görebilirdim ve işte buna dayanamazdı yüreğim…
Şimdi terazinin bir kefesinde annem bir kefesinde babam vardı. Ben ikisine de eşit mesafedeyken taraf olmak beni yerden yere vuracaktı. Bunu düşünmek dahi istemiyordum. Babamı suçüstü yakalanmanın verdiği psikoloji ve bizi nelerin beklediğini bilememenin verdiği kaygıdan dolayı, düşüp bayılmamak için kendimi zor tutuyordum. Annemin iç dünyasında neler yaşadığını hesap bile etmek istemiyordum. Bütün çakralarım durmuş beynim iflasın eşiğine gelmişti. Resmen başıma geleceklerden korkuyordum…
Biz mutfağa geçmeden önce Emel abla, oğluna sordu. “Gelen kimmiş canım?”
Beni ve annemi beklemediği sesinin tınısından belliydi yani çok rahattı.
Genç öğretmen bir nefeslik ara vererek kuruyan dudaklarını bir yudum su içerek ıslattı. Annem ve ben mutfağın kapısının önüne geldiğimizde ortam buz kesmişti. Emel ablanın eli ayağına dolaşırken suçüstü yakalanmış aymaz bir çocuk gibiydi. Babam suskunluğunu koruyarak elinde yemek kaşığı öylece durup bize bakıyordu, sanrım tepkimizi ölçüyordu. Ben gerginliği azaltmak adına, “Aa, babacığım sen de mi buradaydın? Oysa annem, babanın nöbeti var demişti!” dedim ve gidip babamın yanaklarından öptüm.
Emel ablayı öpmek için eğildiğimde, “Ay ablacığım nasıl da özlemişim seni, uzun zaman oldu görüşemedik?” dedim.
Görüşemedik sözüm doğruydu ama sözlerim ne yalan söyleyeyim sahteydi. Oraya sırf annemin kuruntularının aslı astarı var mı yok mu, diye yerinde analiz yapmak için gitmiştim. Gördüğüm kadarıyla da tam yerine gelmiştim, isabet olmuştu. Babam, suçluluk psikolojisiyle olsa gerek açıklama yapma gereği duymuş olmalıydı. “Evet, doğru bu gece nöbetim vardı ama nöbeti bir arkadaşın yerine tutuyordum. Arkadaşım da işlerini halledip geri dönünce nöbetten erken çıktım. Eve geçerken buraya da bir uğrayıp hal hatır sormak istedim.”
Babam yüzünü Emel ablaya dönerek konuşmasına devam etti: “Ben yemeğin üzerine denk gelince sağ olsun Emel ablanız illa birlikte yiyelim diye ısrar etti. Öyle değil mi?” diye sordu sözlerinin doğruluğunu onaylatmak ister gibi.
Babam nöbet ve yemek konusunu kendince açıklığa kavuştururken, yüz ifadesine bakıldığında rahatlamış görünüyordu; bizim ilk geldiğimiz ana nazaran. Oysa muhatap aldığı kişiye bakarken gözlerindeki derin anlamı ben çoktan görmüştüm ama inanmak istememiştim çünkü kafamın içinde dönüp duran teoriden uzak gerçekleri beynim reddediyordu.
Emel abla babamın sorusuna karşılık yüzüne masum bir ifade takınarak, “He ya, öyle oldu. Sizin için bir mahsuru yoktur umarım? Buyurun hep birlikte yiyelim,” diye de ekledi. Onun davetine karşılık olarak, “Biz tokuz!” dedim.
İçimde huysuzlanıp duran deli taylara kement vurmak istiyordum bunu için de ortamdan uzaklaşmam gerekiyordu. Yoksa olacakların önüne geçemeyebilirdim. “Biz salona geçelim sizin yemeğinizi bölmeyelim!” Pişkin pişkin yüzümüze bakarken, “Olur, olur!” cevabı verdiler. Biz salona geçip oturduk ama kendi aramızda hiç konuşmuyorduk, konuşan sadece gözlerimizdi. İçine düştüğümüz durum karşısında afallamıştık. Annem gözyaşlarını akıtmamak için yutkunup duruyordu. Oturduğum tekli koltuktan kalkıp annemin oturduğu üçlü koltuğa geçtim. Şimdi ona daha yakındım ve uzanıp ellerini tuttum. “Anne yapma böyle, babamın her zaman uğradığı yer burası. Nolur bunun ardında art niyet arama!” Art niyet arama, dedim demesine ama benim içim vesvesenin istilası altındaydı. Çünkü şahide gerek yoktu her şey ayan beyan ortadaydı.
Annem, bana doğru eğildi ve fısıltıyla konuşmaya başladı: “Tamam kızım, her zaman geldiği yer orasını anladım da o zaman neden benim buraya gelmemi bir şekilde engelleyip duruyor. Bak gör eve varınca bana kızacak, bundan adım kadar eminim,” dedi yakınarak. İçimden babama kinlendikçe kinleniyordum.
Bir taraftan annemi ortada merak edecek bir durumun olmadığına ikna etmeye çalışıyordum. Evet, annemi ikna etmeye çalışıyordum bu doğru ama henüz ben kendimi ortada bir şeyin olmadığına ikna edemezken kadın, benim yavan sözlerime inanır mıydı? İnanmazdı elbette, kim olsa inanırdı ki…
Biz kendi kendimizle kendi içimizde savaş verirken o esnada babam halinden gayet memnun bir görüntüyle bulunduğumuz salona girdi ve tıpkı o evin sahibi kendisiymiş gibi geçip tekli koltuklardan birisine oturdu. Yine kendi evindeymiş gibi rahat bir tavırla, “Ee kızım, nasılsın görüşmeyeli? Arif oğlum, nasıl?” diye sordu.
Bana sorular soruyordu ama sanki ses tonunda bir geçiştirme vardı, öylesine laf olsun diye sorar gibiydi. Soğuk, samimiyetsiz ve biraz gergin…
Benden sonra anneme döndü. Tavırları annemin beklentisinin tam aksi yönündeydi. “Ben bugün uğramasaydım eğer yarın sana birlikte gelelim diyecektim. İyi oldu sizin de geldiğiniz!”
Neydi bu şimdi sanki günah çıkarır gibi? Kahretsin, şu kendime mukayyet olmayıp babamın boğazına var gücümle sıkasım vardı. Sanki karşısında çocuk vardı. Cidden onun yaptığına bir anlam verememiştim. Onun değişken ruh haline bakılacak olursa suçluluk psikolojisini yaşıyor gibiydi. Her şey iyi hoştu da neden kendini suçlu hissediyordu ki, muhtemelen bir suçu vardı yoksa durduk yere telafi yoluna başvurmazdı. Seni yaşlı kurt seni, diye geçirdim içimden. Kafamın içinde milyon tane soru vardı ve her biri ayrı telden çalıyordu. Yani sizin anlayacağınız kafam bir milyondu. Orta yerimden çatlamak üzereydim. Sanki gizli bir el beni boğuyordu. İçimden ona kadar sayıp rahatlamak için derin bir nefes aldım ve geri bıraktım.
Genç öğretmen, sözlerine ara verip bakışlarını arkadaşlarının yüzlerinde gezdirdi. “Sizlerin de tahmin ettiğiniz üzere gözlerimizin önünde yaşananlar bizim tarafımızdan henüz adı konmamış bir ilişkiydi.
Sude, sesinin tonuna öfke yükleyerek, “Peki, ya Emel ablanın tavırları?” diye sordu. Konuşmak için İlkem’in dudakları usulca aralanırken çehresine alaycı bir gülüş oturdu. Çok geçmeden Emel abla, elinde çay tepsisi yüzüne olanca samimiyeti maske olarak takıp gelmişti. Çayları yudumlarken havadan sudan bahsederek tatsız tuzsuz sohbet ediyorduk; annemi bilmem ama ben o sohbetin içinde değildim.
Sude, sinirden köpürürken, “İyi bile sabretmişsin ben olsaydım…” dedi daha cümlesini tamamlayamadan Zarife Hanım ile göz göze gelince sustu.
“Öyle uzaktan davulun sesi hoş geliyor Sude’ciğim. İnsanın kendi başına geldiğinde şaşkına dönüyor ve nasıl hareket edeceğini ne yapacağını bilemiyor; sanki basireti bağlanıyor,” dedi ve sustu İlkem. Sustu kendi içinden geçenleri dinlerken; hayat ne kadar garipti. Bazen elini uzatıyor ama kolunu kaptırıyordun. Her insan kendi çıkarına yontuyordu kamgayı; zaten bu dünyanın adı çıkar dünyası değil miydi?
İlkem, iç dünyasından sıyrılıp ana geri dönerken Ömür’le göz göze geldi. Kalbine yıllar öncesinin sızısı yayıldı. Kendisi diğer insanlar gibi hiçbir zaman ben odaklı yaşamamıştı. Bu adamı bir zamanlar çok sevmişti ama asla bencilce davranmamış onun olmayanı isteyip almamıştı. Ömür, desen zaten hiçbir zaman İlkem’e karşı farklı duygular içinde olmamıştı, onun kalbinde bir tek isime yer vardı ve başkası yoktu.
Genç adamın anılarına sızan düşünceler kafasını karıştırmış karmakarışık duyguları çehresine dem vurduğu için karakaşları kendiliğinden çatılmıştı. “”Affedersiniz hocam, sözünüzü kesiyorum ama bir şey soracağım. Hatırladığım kadarıyla İbrahim amca, hiçbir zaman sözünü dolandırmaz direkt söylerdi, acaba diyorum bir yanlış anlaşılma mı oldu aranızda?”
İlkem’in çehresi gölgelendi gölgede kalan yüz hatalarına buruk bir gülüş tahtını kurdu. Nefessiz kalan göğüs kafesini havayla doldurdu, “Bende öyle bilirdim lakin insanlar değişebiliyormuş be arkadaşım.”
Songül’ün evecen kimliği yine araya girdiğinde, “İlkem abla, çok merak ettim de gerçekten baban eve gidince annene kızdı mı?”
Bu kez genç öğretmenin keyfi yerine gelir gibi olmuştu. “Yok, Songül’cüğüm kızmadı. Birkaç saat oturduk ve hiçbir şey yokmuş gibi oradan ayrıldık, sonra da herkes kendini kendi yaşamının akışına bıraktı. Biz hafta içi çalıştığımız için ancak hafta sonu anneme uğrayabiliyorduk. Tabii hafta sonları annem güzel yemekler yapardı biz geleceğiz, diye. Bizde canımıza minnet koşa koşa giderdik.”
Olayın akışına kendini iyiden iyiye kaptıran Songül, “Ay, ne güzel!” diyerek imrendiğini vurgulamaya çalıştı.
İlkem, ne zaman Songül’ün yüzüne baksa dudağının kenarına bir gülücük konuyordu, zarif kanatları kırılgan mavi bir kelebek misali. Genç kızdan, bakışlarını çekti uzun zamandır aynı pozisyonda oturduğu için bacakları uyuşmuştu. Uyuşup karıncalanan bacağını hafifçe uzatıp diğer bacağını içe doğru büktü; şimdi biraz daha rahattı. Mahcup bir ifadeyle, “Nerede kalmıştık?” diye sordu ama anında hatırladığını ima etmek için işaret parmağını kaldığı noktada tutarak, “Tamam, şimdi hatırladım!” dedi.
Biz rutini bozmayarak hafta sonu annemlere yemeğe gitmiştik fakat annemin bir şeylerden huzursuz olduğu aşikârdı. Sonuç olarak bunca yıllık annemdi ve ben onun yüzüne yansıyan en küçük mimikten bile ruh halini anlayabiliyordum. “Anneciğim gel seninle mutfağa geçelim. Şöyle okkalı bir kahve yapıp anne kız karşılıklı içelim.” dedim.
Babam nöbetim var deyip eve gelmemişti Arif’te televizyon kanalları arasında sörf yapıyordu. Teklifim karşısında annem isteksizce geçti mutfağa, sanki ruhunda fırtınalar kopuyor gibiydi. Bakır cezvede üç fincan kahve yaptım. Bir fincanı biricik eşim Arif’e götürdüm ve ona sus payını verip tekrar mutfağa geçtim. Mutfak masasına karşılıklı oturduk ama Zarife Sultan’ın başı önde elindeki fincan tabağını çevirip duruyordu. “Zarife’ciğim neyin var? Gözlerine yine keder düşmüş, ruhunda bir huzursuzluk var gibi, hadi neyin var anlat bana?” diye sordum.
“Kızım bir şeyim yok desem yalan söylemiş olurum. Bazı şeyleri her ne kadar kafama takmayayım desem de takıyorum işte. Ne yapayım bu benim elimde değil…”
“Anneciğim neyi bu kadar kafana takıyorsun, ben hiçbir şey anlamadım doğrusu? Konu her neyse biraz açar mısın?” diye sordum…
Annem biraz düşünür gibi yapıp gözlerini hayali bir noktaya sabitledi. “Geçenlerde haftalık alışverişi yapmak için semt pazarına gittim. Bizim Emel’in karşı komşusunu gördüm. Ayaküstü merhabalaştık. Bana cevabını bilmediğim sorular sordu.”
Cümle içinde Emel, kelimesi geçince anladım her şeyi. Bizim kapandığını sandığımız ama aslında kapanmamış olan malum mesele…
Emel’in komşusu ne sordu annem, diye sordum. İster istemez sesim sinirli çıkmıştı, çünkü ‘Emel’ ismini artık ağzıma almak bile istemiyordum. Hatta o isimden nefret etmeye başlamıştım.
“Ben ona Emel nasıl iyi mi, diye sordum. Bunu bana neden soruyorsun eşin her vakit orada sana söylemiyor mu nasıl olduğunu. Senin bana Emel’i sormana vallahi çok şaşırdım, dedi.”
Peki, sen ne cevap verdin kadına, diye sorduğumda, “Ne diyeceğim kızım, sadece sustum. Sustum çünkü ona verecek bir cevabım yoktu.”
“Bu mu yani seni üzen şey, aman anne o dedikoducu kadına bakma sen. Belli ki senin ağzından laf almaya çalışmış. Bilmez misin öylelerini pireyi deve yaparlar.” Kendi ağzımdan çıkanlara kendim inanmazken, bir de kalıkmış annemi teselliye yelteniyordum. Tabii ki ne kendimi ne de annemi inandırabilmiştim uydurduğum dedikodu yalanına. Sözlerim bittiğinde annemim gözlerindeki boş bakışlara sahte bir tebessüm eşlik etti, başını olumsuz anlamında sağa sola sallarken benim onda gördüğüm içindeki yakıcı nefesin dudaklarını kuruttuğuydu. “Bu kadarıyla kalsa iyi kızım, başka şeyler de söyledi. Ben çok merak ediyorum eşin neden hep yalnız geliyor. Eskiden hep beraber gelirdiniz. Yoksa Emel ile aranızda bir tatsızlık mı var? Emel’i bana sorduğunuza göre öyle olmalı gibi bir sürü ipe sapa gelmez şeyler anlattı. Sence kadın durduk yere neden beni uyarma gereği duydu.”
Beynimi ele geçiren hoyrat serzenişler komşu kadının var bir bildiği diye bangır bangır bağırıyordu. Susturmak istediğim varsayımlarım varlığımı tehdit ederken alev topuna dönmüştü yüreğimin feryatları. Haddini aşmış, sınırlarımın hudutlarını zorlayan hiddetim bütün âlemi karanlığına boğmak için fırsat kolluyordu. Yalnız bir engel boynumu büküyordu, anaçlığı kendine ilke edinmiş ruhu iblisin tuzağına düşmeye ramak kalmış asil kadın. Onu bu oyununu dışında tutmak:
Boş ver anne aldırma kadının dediklerine. Hiç yoktan senin kafanı kaşıtırmış, vereydin ağzının payını, dedim. “Sen aldırma diyorsun ama kadının dedikleri yenilir yutulur cinsten değildi ki. Bir tatsızlık yok aramızda. Emel’e eskisi kadar sık gitmiyorum çünkü kendi başına kalıp kendini toparlanması lazım, dedim.”
Kimin annesi be! Bak vermişsin işte kadının istediği cevabı, dedim ama ziyana uğramış düşlerim beni hiçliğin koyununa süreklerken, nasıl bu kadar umarsız olabiliyordum anlamak cidden güçtü.
Sude, konuşmak için başını hafif bir açıyla yukarı kaldırdığında havalı burnunun altındaki kalp şeklinde tasarlanmış dudaklarını aralandı. “Kadının cevabını aşırı merak ettim doğrusu.”
Kadın, annemi alttan üsten süzerek göz devirirken, “Senin de dediğin gibi Emel, baya kendini toparlandı demiş…”
Songül’ün düz kirpikli göz kapakları ela bakışlarının üstüne birbiri ardına devrildi. Sağ eli çenesini kavradı avına odaklanmış yırtıcı bir kaplan gibi haşin bir o kadarda mıymıntı duruyordu, “İlkem abla, kadının sözlerinde sen çıkardın?” diye sorarken.
“Ne diyeyim Songül, kalbimin sessiz çığlığı göğüs kafesimi parçalayıp dışarı çıkacak kadar güçlü haykırışlar içindeyken, sırf annemi üzmemek için mülayim görünmeye çalışıyordum. Anneciğim, sen babamı bilirsin Ali amca desen onun en yakın arkadaşıydı. Hatırlasana babam daha ilk gün demedi mi, sizler bundan sonra bana emanetsiniz, diye. Belli ki babam Emel ablaya ve çocuklarına vefa gösteriyor ne var bunda? Onların evlerine gidip gelmesinde ne gibi bir art niyet olabilir? Lütfen annem, sen bunları kafana takma olur mu? Yorma güzel kafanı bütün bunlarla, dedim.
Fakat annem kendi kuruntularında ısrarcıydı. Ayağa kalktı mutfakta dört dönmeye başladı. Arada bir ellerini saçları arasında gezdiriyor tutam tutam çekiştiriyordu, doğrusunu söylemek gerekirse annemin bu haline anlam vermekte zorlanıyordum. Zorlanıyordum çünkü ikimizin de tezi varsayımlar üzerine inşa edilmişti, henüz ortada gözle görülür elle tutulur bir olgu yoktu. Bir süre mutfakta ileri geri yürüyüp garip hareketler yapan annem tam karşıma gelince durdu. Elinin birini yumruk yapıp mutfak masasının üzerine hızlıca vurdu. Belli ki annemin içinde biriken çok şeyler vardı, masaya inen yumruk ise bütün bunların dışavurumu gibiydi.
Masaya inen yumrukla istemsizce irkildiğimde, ödümü kopardın annem. Lütfen sakin olur musun, dedim.
Nefes alırken gözkapakları indi dışa verirken açıldı. “Sakin ol diyorsun kızım ama nasıl sakin olayım. Madem her şey senin dediğin gibi normal, benim içimdeki bu huzursuzluğun adı ne o zaman? İnan düşünmekten kafayı yiyeceğim!”
Nolur annem düşünme bu kadar. Kov içindeki vesveseyi. Haline bir bak. Ben hasta falan olacaksın diye korkuyorum dedim ama annem beni hiç dinlemiyordu. Kendince çokta haklıydı. Bana göre az bile tepki veriyordu. Onun tepkisi dışına taşıyor benimkisi patlamaya hazırlanan bir volkan gibi sessizce fokurduyordu. Yakında yanar dağ misali patlayacak ve küllerim herkesi yutacaktı. Sözlerimin bitiminde annem hırsla ayağa kalktı bana arkasını döndü ani bir kararla gelip tekrar karşıma oturdu ve başladı tırnaklarını kemirmeye. “Tamam, kızım bütün ihtimalleri eledik diyelim. Peki, baban neden bana karşı eskisi gibi değil? Evde varlığıyla yokluğu belirsiz. Evi sanki otel gibi kullanıyor… “
Kadınların sezgisi kuvvetlidir ve ben buna gerçekten inanırım lakin annemi bir şekilde sakinleştirmem gerekiyordu. Bunun için her yolu deniyordum. “Tamam, sen sıkma canını. Ben bir yolunu bulur bu meseleyi açıklığa kavuştururum, dedim.
Uzun süredir sessizce İlkem’i dinleyen Ömür, “Gerçekten aşılması zor bir mesele, insanın içine bir şüphe düşmeye görsün baş etmek zordur…” dedi.
Genç öğretmen arkadaşının kendi içinde geçeni gün yüzüne çıkardıktan sonra başını gökyüzüne doğru çevirdi çünkü mazi etiyle kemiğiyle gözünde canlanmış zihnini tarumar ediyordu. Gözlerimden akmayı bekleyen yaşları artık kurusun istiyordu. Uzun siyah saçlarını parmakları yardımıyla havalandırdı. Bu arada beyaz renkli inciler yağıyordu esmer tenine, vurgun yemiş aşkları dokunuyordu can evine. Cidden tuz buz olmuş ruhu, dünü unutabilir miydi; çünkü dahası vardı…
Bizimkiler dış dünyadan kendilerini soyutlamış kendi özlerine dönmek için uğraş verirken, bir çift göz onları kadrajı altına almıştı. Karanlık ve soğuk bakışları kendine vefa dağıtırken bir başkasının canını yakmak için zulmeti dişliyordu…
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top