İçimdeki Vaveyla B-33-
Merhaba Temas ailesi!
Nasılsınız? Umarım iyisinizdir.
Sizlere keyifli okumalar diliyorum.
Oy verip yorum yapmayı unutmazsanız sevinirim.
Benim sizlerin desteğine ihtiyacım var. Sizlerin desteğiyle büyüyüp kocaman bir aile olabiliriz. Seviliyorsunuz çok:)
İlkem, yine kısır bir döngünün içine doğru çekiliyordu. Göğünde kopan kızılca kıyamet bir sonraki atacağı adımı yok ediyordu.
"Mesire yerinde uzunca bir süre sizleri izledim, pek bir mutluydunuz. Yalnız şunu unutmamanızı isterim; ne yaparsanız yapın benim gölgem daima sizin üzerinizde olacak. Ben yaşadığım sürece huzuru bulduğunuz anda kaybedeceksiniz."
Mesajı okumuştu ama aynı anda soluğu kesilmiş ve ciğerleri havasız kalmıştı. Bu nasıl olabiliyordu, adam burunlarının dibine kadar geliyor ve kendilerinin ruhu bile duymuyordu. Onun varlığını yanı başlarında hissetmek bir kez daha sarstı zavallı köhnemiş ruhunu. Ne yapması gerektiğini cidden bilmiyordu. Her an yine karşısına çıkabilir ve yine kendisine zarar verebilirdi. Nefesini yenilemek isterken göz kapakları usulca kapanıp açıldı. "Affedersiniz arkadaşlar bir mesajım var ona cevap yazıp hemen geliyorum."
Tuhaf bakışlar altında salondan çıkıp doğruca banyoya geçti, banyoya geçince kapıyı arkasından kapattı. Sık sık nefes alıp vererek kendine gelmeye çalışıyordu. Bu kez onun istediğini vermeyecekti. Bu kez korkup bir köşeye sinmeyecekti.
"Sizi bilmem ama ben hayatı ve yaşamayı seviyorum. Sizin muhatabınız ben değilim, zaten bunu siz de çok net bir şekilde biliyorsunuz. Size tavsiyem derdiniz kiminleyse gidin onunla uğraşın. İnanın bana masum insanların canını yakmak size hiçbir şey kazandırmayacak." yazdı ve gönder tuşuna bastı.
Bu saatten sonra olacakların önüne geçemeyeceğini biliyordu ama bir şekilde cesaret göstermesi gerektiğini de biliyordu. Bir başkasının yaptığı yanlışın cezasının kendisine kesiliyor olması her açıdan onu rahatsız ediyor ve ağırına gidiyordu. Oysa her birey kendi yaptığından mesuldü hiç kimse bir başkasının yanlışının bedelini ödememeliydi. Beklemesine rağmen mesajına bir cevap gelmeyince banyodan çıkıp tekrar salona arkadaşlarının yanına döndü.
Elinden geldiğince normal davranmaya çabalıyordu ama bunu ne kadar başarabiliyordu işte bu tartışılardı. Ne yaparsanız yapın iç dünyanızda yaşadıklarınız çehrenize yansır ve siz bunun önüne asla geçemesiniz. Sahte bir tebessüm takındı yüzüne, "Umarım gecikmedim," derken.
"Yok, kızım gecikmedin!" Zarife Hanım'ın sakin ve dingin çıkan sesi İlkem'in iç dünyasını biraz daha normalleştirdi. "Nerede kalmıştık, içinizden hatırlayan var mı? İlgim başka yöne çekilince ister istemez düşüncelerim dağıldı, umarım buna anlayış gösterirsiniz."
Songül, her zamanki gibi genç kadının imdadına yetişmişti. "Hatırladığım kadarıyla annenden sonra sıra sana gelmişti!" Genç kız, farkına varmadan esas temaya vurgu yapmıştı zira İlkem’in hikâyesi annesiyle başlayıp annesiyle bitiyordu.
İşaret parmağını Songül'e doğru sallayarak, "Evet, tam da orada kalmıştık. Aferin kız, gerçeği söylemek gerekirse hafıza hayran kaldım."
Salonun dizaynı iki kişiye göre tasarladığı için İlkem'e üçlü koltuklarda yer kalmamıştı. Ev sahabesi olarak ona masa başındaki sandalyelerden birinde oturmak düşmüştü. Konuşmaya başlamadan önce sol kolunun dirseğini masanın üstüne yerleştirdi boşta kalan elini de çenesinin altına yerleştirdi. Yorgun bakışları hayali bir noktaya sabitlenirken rujsuz biçimli dudakları aralandı:
Anneme destek olmak isterken bu kez de benim evliliğim çatırdamaya başlamıştı. Babam evden ayrıldıktan sonra hemen boşanma dilekçesi vermiş boşanma ile ilgili mahkeme kararı ise bir aylık süre içinde annemin eline geçmişti. Bu arada annemi bir türlü boşanmaya ikna edemiyordum. Her duruşmada babam boşanmak istediğini söylüyor ama annem boşanmak istemediğini söylüyordu...
"Ben kocamı seviyorum ve boşanmak istemiyorum!" diyordu. Belli ki annem kendince onlardan intikam almaya çalışıyordu lakin bir bakıma doğruyu da söylüyordu. Cidden annem babamı çok severdi.
Aylarca, hatta yıllarca süren mahkeme süreci annemi psikolojik olarak yıpratmış, sinirleri alt üst olmuştu. Her mahkemeden sonra sinir krizleri geçiriyor, doktora zor yetiştiriyorum. Üstelik hassas bir kişiliğe sahip olduğu için bu durum kaçınılmaz sondu onun için.
Onun terkedilmiş ruhu artık pes etmiş ve yorgun düşmüş bedeni en sonunda boşanmaya razı olmuştu... Bu kararı vermesinde sakinleştirici ilaçların büyük etkisi olmuştu. Dünya umurunda değilmiş gibi davranıyor ve ilaçların etkisi ile hiçbir şeyi sorgulamıyordu. Sürekli uyumak istiyordu. Önceleri geleceğine dair kaygıları ve korkuları vardı fakat ilaç almaya devam ettikçe ilaca bağımlı olan bünyesi kaygılarını da bir tarafa itmişti...
Rüzgâr, göğüs kafesine darbe almış gibi iniltiye benzer bir ses çıkararak derinden bir nefes alıp verdiğinde. "Ah, o ilaçlar! Onlarla da olmuyor, onlarsız da olmuyor!" diye serzenişte bulundu.
İlkem, arkadaşına cevap verirken onunla bakışları kesişti, "Bu konuda yerden göğe kadar haklısın çünkü damdan düşenin halinden ancak damdan düşen anlıyor!"
Ömür, gözlerini kısarak yüzünü buruşturdu ve birkaç saniye aynı pozisyonda kaldı. "Benim anlamadığım şey, sizin evliğiniz neden bitti? Yoksa Arif, babana mı taraf oldu?"
Bu soru genç kadının kalbine derin iz bırakan bir imza atmıştı. İmzayı atan kalemin sivri ucu kalbinin duvarlarına çizik atarken kalemden damlayan mürekkep kanına karışmıştı. "Ömür, keşke babamdan taraf olsaydı ama olmadı."
Onun canı pek tatlıymış. Ben annemin sorunlarıyla cebelleşirken Arif, kendi rahatı bozulduğu için kaygılıydı. Kendi ailemin sorunları benim evliliğime yansımıştı. Bu da Arif için sorun olmaya başlamıştı.
Ben doğal olarak vaktimin çoğunu annemle ilgilenerek geçirdiğim için arada bir uğrar olmuştuk kendi evimize. Bu durum ister istemez bizim de ilişkimizi yıpratıyordu. Sürekli annemlerde kalmamız özel hayat diye bir şeyimizin kalmamış olması Arif'i haklı olarak mızmızlanmaya itiyordu.
"Başka ne yapacaktın ki? Bu aşamada insan annesini yalnız bırakabilir mi? Keşke benim annem yanımda olsaydı. Hayattan başka bir şey istemezdim." Tabii ki bu sitemli sözleri sarf eden Rüzgâr'dan başkası değildi.
"Bilmiyorum. Belki Arif'te kendince haklıydı fakat bende iki arada sıkışıp kalmıştım. Karşımda yaşadıklarından dolayı depresyona girmiş kafayı yemek üzere olan bir kadın verdı. Üstelik benim de ruh halim annemden farksızdı. Sadece ayakta durmaya çalışıyordum. Sırası geliyor işime bile doğru düzgün gidemiyor, sık sık rapor falan almak zorunda kalıyordum.
Bütün bunlara rağmen Arif, bencillik ederek sürekli üzerime geliyordu. "Aşkım bu böyle olmaz. Bizim de bir hayatımız var. Kendini toparlamalısın."
Toparlan demesi kolaydır ama bunu uygulamak zordur. Bazen insana gerekli olan sadece zaman oluyor. Üzerime gelene kadar bencillik etmeyip keşke birazcık sabır edebilseydi ama asıl sabır etmesi gereken yerde inadına sabır göstermeyip olacakları bir an önce görmek ister gibi hareket ediyordu Arif .
Yine bir tartışma esnasında Arif, ya ben ya annen, diyerek beni seçim yapmaya zorlamıştı. Ben ona yalvardım. Bize biraz zaman ver dedim. Gün gelecek her şey düzelecek ve yoluna girecek dedim. Beni böyle fütursuzca seçim yapmak zorunda bırakma, dedim. Günlerce yalvarıp bize bir şans ver, dedim.
Genç kadının gözleri dolmuştu o günleri tekrar yaşarken. Kahretsin ki, onu çok seviyordum. Arif'in de beni sevdiğini adım gibi biliyordum. İkimizin de psikolojisi bozuktu ve sağlıklı karar verecek durumda değildik lakin o bozuk plak gibi sürekli aynı şeyi tekrarlıyordu. "Böyle olmaz İlkem. Bizimde bir hayatımız var İlkem. Olan oldu kendi yaşamımıza dönelim İlkem. Ben bıktım usandım annenin evinde sığıntı gibi yaşamaktan İlkem. Lütfen aşkım! Lütfen aşkım!"
"Şimdi ben hepinize soruyorum. Siz olsanız bu durumda ne yapardınız? Benim annem sırtından hançerlenerek aldatılmış bir kadındı. Bu psikolojik baskıya dayanamayan vücudu direncini kaybetmiş ve kaçınılmaz son olarak depresyona girmişti. Bir tarafta ruhunda dengesizlikler yaşayan biri, diğer tarafta sırf yaşam düzeni bozulmasın diye mızmızlanan biri vardı."
Ben annemi seçtim fakat Arif, buna gurur meselesi yaptı. Senin bana verdiğin değer bu kadarmış. Aşkın da sevgin de yalanmış, dedi bana.
Ayrıldık... Bozuk olan psikolojim daha da depreşmişti. Bozuk bir psikoloji ruhları depresyon çukurunda debelenen iki terkedilmiş kadın olarak kalmıştık baş başa. Benim evliliğimin sona ermesinden dolayı kendisini suçlayan annem iflasın eşiğine gelmişti. Her gün biraz daha soluyordu teninin rengi. Her gün biraz daha halsizleşiyordu. Ben bütün bunları yaşadıklarımıza bağlarken meğerse işin iç yüzü öyle değilmiş.
"Kızım benim sol göğsümde bir anormallik var!" İşte bu cümle beni zıpkınla avlamıştı. Beynim uyuşmuş işlevini yapamaz hale gelmişti. Bu düşündüğüm şey olabilir miydi? Allah'ım lütfen olmasın lütfen olmansın, diye içimden dualar ettim ama bu dualar boşunaydı çünkü aklıma gelen annemin başına gelmişti. Hemen annemi aldığım gibi hastaneye götürdüm. Bütün tetikler yapıldı sonuç; göğüs kanseri...
Sude, elleriyle ağzını kapatırken şaşkın bakışları İlkem ve Zarife Hanım arasında gidip geliyordu.
Beterin beteri var diye boş yere söylememişler. Biz kendi derdimize yanarken daha beteriyle baş etmek için uğraş vermeye başlamıştık. Annemin ameliyat olması gerekiyordu çünkü hastalığı dördüncü evredeydi. Kardeşim ve ben annemin yanından bir an bile olsun ayrılmıyorduk fakat onun hep bir yanı eksikti, babam. Ben felaketimize çanak tutan o adamın adını bile duymak istemezken annemin ameliyat günü bir de kalkmış hastaneye gelmişti.
Onu karşımda görünce deliye dönüştüm. Bu adama kim haber verdi? Sesim hastanenin duvarlarına çarparak koridor boyunca yankılanmıştı. Kinden ve öfkeden kızarmış gözlerimi kardeşim İlker'e çevirdiğimde, "Ben haber verdim!" dedi.
Onun yüzünden annem saatlerdir ameliyathanede canıyla cebelleşiyordu. Bunun sorumlusu tam karşımda üzgünmüş gibi rol kestikçe onun varlığına dayanamıyor zıvanadan çıkıyordum. Bir şeyler yapmaz içimdeki yangını bir yerlere kusmazsam eğer kendimi kaybetmek üzereydim. Sakince oturduğum yerden kaktım ve küçük adımlarla ilerlemeye başladım. Onun üzerine sabitli delici bakışlarımı bir milim dahi oynatmadan ceketinin yakasını iki elimle sıkıca kavrayıp İlker'i var gücümle ileri geri sarsmaya başladım. "Sen bize bunu nasıl yapabildin? Annem saatlerdir orada ve oradan sağ çıkıp çıkmayacağı bile belirsizken, sen bize bunu nasıl yapabildin?"
İlker, mahçup bir ifadeyle konuşmaya başladığında, "Son bir kere görevini yapsın istedim, unuttun mu o bizim babamız. Yanımızda olsun bize destek versin istedim."
İlker'in yakasını bırakırken onu silkeleyip geriye doğru ittirdim. "Bizim onun desteğine ihtiyacımız yok, bizden uzak dursun yeter." Hırsımı alamadığım için adımlarımı hızlandırıp koridorun başında duran ve beti benzi atmış adama doğru yürümeye başladım.
Karşısında buzdan bir heykel gibi dikildim ve sesimin çıktığı kadar avaz avaz bağırdım, "Senin ne işin var burada? Eserini görmeye mi geldin?" Sonrasını hatırlamıyorum, gözlerimi açtığımda kendimi kolumda serumla yatarken buldum. Meşakkatli bir sürecin ardından annem ve ben yine baş başa kalmıştık. Sonuç olarak doktorumuz ikimize de çevre değişikliğinin iyi geleceğini söyleyince işte biz buradayız...
Tabii bununla bitti mi? Gördüğünüz gibi henüz biten bir şey yok. Sanırım hayat devam ettiği sürece de hiçbir şey bitmeyecek. Buraya geldiğimiz süreçten sonrasını zaten biliyorsunuz.
Songül, kirpiklerini birbiri ardına kırparak konuşurken, İlkem abla, bana göre doğru kararlar almışsın. Seni anlamayanı sende anlama. Sal gitsin, " demişti. Genç kız, henüz hayatın başlarında olduğundan biraz erken konuşuyor da olabilirdi.
"Haklısın Songül, haklı olmasına da yalnız bunu başarabilmek insana pahalıya patlayabiliyor."
Bu esnada genç adamın sorgulayıcı bakışları genç öğretmenin üzerinde yoğunlaştı ama çekingenliği bariz bir şekilde hareketlerine yansıyordu. "Peki, ayrılalım diye direten Arif'e ne olmuş da şimdi geri dönmek istiyor? Yani o zaman aklı neredeymiş?"
Genç öğretmen, delikanlının bakışlarını üzerinde hissetti ama aldırmaz göründü. "Haklısın Rüzgâr da yaşadıklarımız büyük ölçüde Arif'i de olumsuz etkilememişti. Biz ayrılırken benim onda gördüğüm psikolojisi pek düzgün değildi."
İlkem'in gözü bir ara duvardaki saate takıldı. Saat 01: 30 geliyordu. Bakışlarını duvardaki saatten çekip Sude'ye çevirdi ve kaşlarını saatten tarafa kaydırarak ima yollu zamanın geç olduğunu anlatmak istedi.
Sude, arkadaşından tüyoyu aldığında boş bulunarak, "Eyvah, nasıl da unuttum. Yarın sabah erkenden yola çıkacağım ben."
Ömür'ün yüzü anında gölgelenmişti. Nasıl gölgelenmesin ki, yarın ayrılık vaktiydi ve yine yalnızlığına yalnızlık eklenecekti. Konuşurken ağız boşluğundan isteksiz çıkan kelimeler sevgiliye sitem gibiydi. "Haklısın, yarın senin yola çıkman lazım. Sohbet güzeldi onun için vaktin nasıl geçtiğini anlayamadık. O zaman hiç vakit kaybetmeden toparlanıp kalkalım biz."
Ortamı yumuşatıp durumu kurtarmaya çalışan İlkem, "Nolur kusura bakmayın, malum yarın yolcumuz var."
Ömür, anlayacağını anlamış umursamaz görünmeye çabalıyordu. "Hocam, ne kusurundan bahsediyorsunuz? Bizler arkadaşız ve aramızda ufak tefek şeylerin kusuru olmaz!" dedi.
Bu arada hep birlikte ayağa kalkarak vedalaşmaya başlamışlar, vedalaşırken de tekrar görüşebilmek adına
yine ve yeniden birbirlerine sözler veriyorlardı.
Ömür, verilen sözleri pekiştirmek ve unutulup gitmemesini sağlamak adına girişimde bulunduğunda esasında biraz da Sude'ye yükleniyordu. "Bizler tekrar görüşebilmeyi çok istiyoruz ama maalesef birilerini buraya gelmeye ikna edemiyoruz."
"Ben bu isteğimizin bir gün gerçekleşeceğine olan inancım tam. Yalnız biraz sabretmek gerekiyor," dedi ortamı yumuşatmak isteyen İlkem. Sude, suskundu. Kim bilir, belki de içi kan ağlıyordu. Nasıl açıklasın ki, içinde kopan kıyameti. Gerçekten de Sude için üzülmemek elde değildi. Bir kadının hiçbir zaman anne olamayacağını bilmek anlatılmaz bir duygu olsa gerekti.
Hem de yanı başında onu bir ömür bekleyen ve aşkla yanıp tutuşan bir kalp varsa, eminim Sude'nin acısı diğer arkadaşlarının acılarını ikiye katlardı. Bildiğim bir şey varsa eğer Ömür, bilseydi Sude'nin çıkmaz bir sokakta olduğunu asla böyle imalar yapmazdı, çünkü onun karakterine tersti bir başkasının canını yakmak.
Misafirler gittikten sonra yorgun ruhlarını dinlendirmek için odalarına çekilirken bir geceyi daha bilinmez hecelerin koyununa emanet etmişlerdi. Yükleri ağırdı, çünkü adı yaşam mücadelesiydi. Kimine zor gelir bu yükü omuzlarında taşımak. Kimileri vurdumduymazdır, hiçbir şey umurunda olmaz... Kendi yükünü sırtına yüklemekten acizdir kimileri ve bencildir böyleleri... Hep bir başkasının sırtına yüklenir ve onun enerjisini sömürür. Sırf kendi bencil ruhunu rahat yaşatmak için ama bencilliğin sonu daima hüsranla biter. Ben bunu bilir bunu söylerim.
&&&
Telefon alarmının en üst perdeden çalan sesiyle uyandı genç kadın. Hiç sevmiyordu sabahları erken ve rahat yatağından kalkmayı; ayrıca çok sevdiği uykudan vazgeçmeyi de sevmiyordu. Oflaya puflaya yatağından kalkıp doğruldu, önce sütun gibi düzgün hatlara sahip bacaklarını yataktan aşağıya doğru saldı. Uyku mahmuru gözlerle bir müddet halının desenlerini inceledi. Sonra ev içi terliklerini ayağına geçirip paytak adımlarla yürümeye başladı.
Garip ve tuhaf hisler içindeydi, sanki yapmayı unuttuğu bir şey vardı da hatırlayamıyor gibiydi. Ne olabilirdi ki? Koro halinde, "Günaydın uykucu güzeli!" diyen seslerle irkildi. Sağ elinin ayasıyla alnına vurdu. Tabii ya, nasıl da unutmuştu. Sude, buradaydı ve onu yolcu etmeleri gerekiyordu.
"Size de günaydın!" dedi bir türlü açılmak bilmeyen yarı kapalı gözlerle.
Yarı kapalı gözleri annesine kaydı, alnına sımsıkı bir tülbent bağlayarak biraz baygın bakıyordu. "Güzelim, yine ne diye bağladın alnına o tülbentti?" diye sordu çünkü bunun manasını biliyordu.
"Hiç sorma kızım, dün geçmişin tozlu sayfaları aralanınca baş ağrım tekrar nüksetti. Yaşadıklarım tekrar tekrar gözümde canlandı. Bütün gece baş ağrısından uyuyamadım."
Zarife Hanım'ın ne zaman başı ağrırsa böyle tülbentle sıkıca bağlardı alnını, iyi geliyormuş ağrısına öyle söylerdi hep. "Ay annem kıyamam sana!" deyip yanağına bir sabah öpücüğü kondurdu. "Keşke bir ağrı kesici falan alsaydın, bütün gece ağrı çekip uykusuz kalacağına."
"Ne bileyim kızım, açım diye almadım işte! Biliyorsun aç karnına ilaç alınca mideme dokunuyor. Kahvaltı yaptıktan sonra alırım bir ağrı kesici ilaç," derken o ara lojmanın dış kapısı telaşlı bir şekilde çalmaya başladı. "Tamam, anne ben bakarım!"
İlkem, kapıyı açmak için yöneldi ama sabahın köründe kim bu kapıyı çalan, diye de içten içe söylenmeden duramadı. Bu sabah nedensizce huysuzdu fakat bu huysuzluğun nedeni apaçık ortadaydı. Gece geç saatlere kadar uyumamıştı; zaten oldum olası uykusunu alamayınca sabahları huysuz olurdu.
Koridora doğru yürümeye başlayınca biraz üşür gibi oldu, portmantonun askılığından kırmızı renk hırkasını aldı ve acelece kollarından geçirip giyindi. Hırkasını giyer giymez sıcaklığını hissetmişti. Lojmanın dış kapısının arkasına gelince durdu ve "Kim o?" diye sordu. Tedbirli olmak zorundaydı daha dün yeni bir mesaj almış ve onun ruhi dengesini bozarak duygularını tarumar etmişti. "Benim!" diye cevap veren tanıdık bir sesle gözleri ışıldadı.
Kapı kulpuna hızlıca abanıp kendine doğru çekti ama kapı açılmadı. Tabii ya dün gece üç tur çevirerek kapıyı kilitlemişti ve kilidi açmayı unutmuştu. Şaşkın sende bu aralar iyice unutkan oldun, derken kendi içinden kendi unutkanlığına gülümsedi. Kapı ardına kadar açıldığında bizim genç öğretmenin gözü gönlü şenlendi. Sabahın köründe insan bu kadar karizmatik olabilir miydi? Ömür, bunu hep başarıyordu. Kesinlikle övgüyü hak eden bir kişiliği vardı.
"Hayırdır Ömür, bir şey mi oldu?" sorusuna yöneltti direkt olarak, İlkem’in sorusu üzerine bizim karizma çocuk biraz mahcup, başını öne eğdi. Onun mahcubiyeti sabahın erken saatinde insanlara rahatsızlık verdiği içindi.
Ömür, birçok nedenden dolayı mahcubiyet duyuyordu ama İlkem’in neden geldiğini sorması işin tuzu biberi olmuştu. Bilmiyordu ki, arkadaşının henüz uykusu açılmadığı ve de kendine gelmediğinden sebep saçmaladığını.
"Şey! Sude kalktı mı? Onu otogara götürmek için gelmiştim."
"Ay, aman ben bunu tamamen unutmuşum. Kusuruma bakma lütfen. Kalkmış bir de ne için geldiğini soruyorum. Sude, kalktı ama onun gitme saatine daha var. Sen çok erken gelmişsin."
Ömür, sol kolunu büküp kendine doğru çekti ve saatine baktı. "Evet ya cidden baya erken gelmişim ben."
Nihayet bizim genç öğretmenin uykusu açılmış ve en iyi arkadaşını kapı önünde beklettiğinin farkına varmıştı. "Yaptığına inanamıyorum. Kapı önünde durmuş bir de seni sorguya çekiyorum. Cidden kusuruma bakma. Üstelik dışarısı buz gibi soğuk. Buyur içeriye geç birlikte kahvaltı yapar sonra gideriz otogara."
"Ben size rahatsızlık vermeyeyim." İster istemez Ömür'ün hareketleri çekingendi.
İlkem, baktı ki kendisinden kaynaklı Ömür, çekingen davranıyor, kolundan tuttuğu gibi evin içine çekti. "Yapma Ömür, ne rahatsızlığı? Söylediğim gibi kahvaltı hazırlıyor bizimkiler. Bu kadar erken saatte kalktığına göre eminim sende kahvaltı yapmamışsındır. Kapıda beklettiğim için cidden kusuruma bakma, benim uykum biraz geç açılır da."
"Haklısın, geç kalmak istemediğim için evden aceleyle çıktım."
"Hadi o zaman doğru kahvaltı masasının başına," dedi tek kaşını havaya kaldırarak bir abla edasıyla. "Tamam, teslim oluyorum yeter ki kızma öğretmenim!" Botlarını çıkarıp tam salona doğru yürüyordu ki, "Bir dakika!" diyerek Ömür'ün ayakları dibine ekose desenli bir erkek terliği bıraktı İlkem. "Üşütüp hasta olmanı istemem arkadaşım!" Önüne bırakılan terliği ayaklarına giyen genç adam, koridordan çıkıp salon kapısına doğru adımladı.
Salonun kapısından başını hafifçe içeriye uzatınca kahvaltı masasının başında Sude'yi gördü, onu görür görmez yüzüne kocaman bir tebessüm oturdu. "Hayırlı sabahlar!" diyen Ömür, hala bir yere oturmamış ayakta bekliyordu.
Beklenmedik anda Ömür'ü karşısında gören Sude, önce dağınık saçını başını düzeltir gibi yaptı. Pijamalarla yakalınmış olmanın verdiği rahatsızlık yüzünden okunuyordu. Genç adam, biricik aşkının rahatsız tavrını görünce, "Gerçekten kusuruma bakmayın. İlkem, içeriye geçmem için ısrar edince onu kıramadım işte. Yoksa ben dışarıda bekleyecektim."
İlkem, içinden "sana kalsa bekleyecektin de ben senin paşa gönlüne bırakmadım. Tabi benim jeton biraz geç düştü ama her neyse sonunda kahvaltı yapmaya ikna ettim yakuşukluyu," diye geçirdi.
Genç âşıklarını birbirine olan nazını niyazını görünce daha fazla seyirci kalamayarak İlkem, hemen icraata geçti, "Ömür, ne diye çekinip sıkılıyorsun aramızda yabancı mı var?" Bir taraftan da Sude'yi rahatlatmak istiyordu. "Ne diye kızarıp bozarıyorsun kızım sende, zaten beğenen beğenmiş. Yani pijamalarınla görse ne olur görmese ne olur?"
Sessizce kahvaltı masasının başına geçip oturdular. Sude, çatalına batırdığı bir dilim beyaz peyniri ağız boşluğundan dilinin tam üzerine bıraktı ve birkaç defa çiğneyip yuttu. "İlkem'in içeriye geçmeniz için ısrar etmesi iyi olmuş. Malum mevsim sonbahar, sabahları soğuk olur. Bu soğukta dışarıda beklenmez tabii. İçeriye geçmeniz isabet olmuş. Ben sizi beklemiyordum birden karşımda görünce ondan şaşırdım."
Zarife Hanım, sessizce ince belli bardaklara tavşankanı çayları doldurdu. Hep birlikte kahvaltılarını yapmaya başladılar. İlkem, içten içe bu mutlu tablo bozulmasın diye dualar ediyordu, duasını bitirip yüzlerine karşı üfledi. İstedi ki, içinden okuduğu dualar uçsun ve kalplerine konsun, kalplerine konan dualar gerçeğe dönüşsün.
İlkem’in hareketlerine şaşıran Sude'nin şaşkınlığı diline pelesenk olup kelimelere dökülmüştü. "Ne yapıyorsun kızım ya, mum söndürür gibi yüzümüze üflüyorsun?"
"Bir dilek tuttum sizi de mum sandım, üfleyip söndüreyim dedim."
Zarife Hanım, bir yudum çayından alıp bardağı tekrar masaya bırakırken, "Ne dileği tuttun kızım, merak ettim."
"Kendim için değil anneciğim işin şakası o!"
Zarife Hanım'a bakıp gözleriyle Sude ve Ömür'ü işaret etti. "Bir gün bu güzel dostlarım bir araya gelerek sıcacık bir yuva kursun, diye dua ettim. Tabii duam tutsun, diye de yüzlerine karşı üfledim. Hani adettendir ya?"
Ellerini havaya açıp, "İnşallah güzel dileklerin bir gün kabul olur," diyen Ömür'den başkası değildi.
Sude, dudaklarını büzdü gözleri nemlenmiş neredeyse ağlayacak kıvamdaydı. "Böyle yapmayın ama," diyerek sofradan kalkıp gitti. İlkem de kalkıp peşinden gitti. "Canımın içi asıl sen yapma böyle? Yaradan derdi verdiği gibi emin ol dermanını da verir ama öyle ama böyle mutlaka verir. Yeter ki, sen bu kadar umutsuz olma," deyip sarıldı.
Sude'yi sakinleştirmeyi başaran İlkem, "Hadi bakalım acele toparlan umutsuz vaka," diyerek şaka yaptı. Sude ise ıslak kirpiklerini kırpıştırarak arkadaşına bakmakla yetindi.
"Canım arkadaşım, bak çocuk sabahın köründe kalkıp gelmiş onu daha fazla bekletme istersen, ayıp oluyor."
Sude, uyarıları dikkate almış olacak ki, suçlu bir çocuk gibi bakışlarını arkadaşına çevirdi. "Bak bu konuda çok haklısın arkadaşım, zaten bir saattir bekliyor daha fazla bekletmek olmaz."
Sude, tam valizini toplamaya başlamıştı ki, geldi ve arkadaşına sarıldı. "Affedersin, seni de zor durumda bırakıyorum. Ben senin ne yapmak istediğini anlıyorum ama elimden bir şey gelmiyor işte. Bu aşkın bir gün vuslata ereceğinden emin olamıyorum. Ne diyeyim, inşallah duaların kabul olur da bir çare bulunur bizim imkânsız aşkımıza."
"Bulunur elbette. Yeter ki sen umutsuz olma. Yeter ki bir şans ver aşkınıza. Bak sen benim sözümü dinle tayinini buraya aldır. Ömür, gerçekten sana aşk. Konuş onunla. Bir şans ver ona. Bu kadarını hak ediyor artık. Hem iki insan birbirini sevdikten sonra her şey hallolur, her zorluğun üstesinden gelinir."
Sude, melül melül arkadaşının gözlerinle baktıktan sonra İlkem’in ellerine uzanarak sımsıkı kavradı, "Öyle mi diyorsun, biz gerçekten bir şansı hak ediyor muyuz?"
"Her insan bir şansı hak eder Sude!"
Sude, gözyaşlarını daha fazla hükmedemeyerek yanaklarına doğru akmasına izin verdi. "Söylemesi kolay da zor olan şey, bunu karşı tarafa anlatabilmekte, ben bu konuyu daha kendi belleğime bile kabul ettiremezken ona nasıl anlatırım? Ya anlattığım zaman benden uzaklaşırsa? İşte o zaman ben daha çok yıkılırım. Bir de buraya geldikten sonra benden vazgeçerse, işte benim bunu kaldırmaya gücüm yetmez İlkem."
"Seni anlıyorum ama bunu denemeden bilemezsin."
Gözlerini bir müddet etrafta gezdirdi. "Haklısın, denemeden bilemem; ayrıca desteğin için de minnettarım sana, iyi ki varsın."
"Bak," dedi genç öğretmen, onun gözlerinin tam içine bakarak, "Sözlerimi sakın yabana atma konuyu düşün olur mu?"
"Tamam, sana söz veriyorum her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşüneceğim bundan emin olabilirsin ama şimdi toparlanmam gerek yoksa geç kalacağım. Konuğumuzu da daha fazla bekletmeyelim, olur mu?"
İlkem, büyük bir hevesle, "Hadi o zaman sen elini çabuk tut. Ben de gidip Ömür'e mazeret bildireyim," dedi göz kırparak.
Salona geçince her şey yolundaymış gibi gülümsedi, "Kusura bakma arkadaşım. Bizim kız yolcu ya olayı duygusala bağladı iyice."
"Ne kusuru hocam. Bizde Zarife teyzeyle laflıyorduk, sıkılmadım yani. Peki, Sude, iyi mi?"
"Merak etme iyi, zamanla daha da iyi olacak."
Ömür, iri kemikli elleriyle gür siyah saçlarını karıştırırken başını olumsuzca sağa sola salladı. Kısık gözleri arafta kaldığının göstergesiydi: "Umarım arkadaşım, umarım iyi olur. Sude'nin neyi var inanın bilmiyorum. Neden böyle dalgın? Neden her zaman gözleri hüzünlü? Neden her an dokunsan ağlayacak gibi? Sanki çözülmez bir bilmece gibi neyi var ah bir çözebilsem."
İlkem, her şeyi bilmenin buruk acısını yüreğinin en mahrem yerinde hissediyordu ama maalesef elinden bir şey gelmiyordu. "Unutma Ömür, her bilmece çözülmek için vardır. Sadece doğru zamanı ve doğru insanı bekler. Yani her şey zamanını gözler."
Bilinmezliğin karanlık dehlizlerinde kaybolmak üzere olan genç adam, sadece temenni etmekle yetindi çünkü sevdiği kadının gidişiyle artık içindeki umut kırıntıları da gıdım gıdım tükenmekteydi: "Umarım o dediğin gün bir gün gelir!"
İki arkadaş kendi kabuklarını kırıp o kırıklara umut tohumu ekmek için uğraş vere dursunlar Sude, salonun kapısında belirdi, "Ben hazırım!" Genç adamın duyduğu ses ayrılık çanlarının çalmaya başladığını haber veren sesti. Can çekişen ruhu ayrılığın yalnızlığa dönüştüğü yerdeydi kırılma noktasında, yani yalnızlıkla ayrılığın ayrıştığı sıfır noktasıydı orası. Ya gider de geri dönmezse?
"Kuzum yola çıkacaksın ama doğru dürüst kahvaltı bile yapmadın. Hadi bir şeyler atıştır da öyle kalkalım. Otogara gitmek için daha vaktimiz var," sesiyle içsel yolculuğundan arındı ve ana döndü genç adam.
Sude, sessizce kahvaltı masasına oturdu çünkü arkadaşı haklıydı gideceği yol bir hayli uzundu. Öyle olur olmadık yerde yemek de yiyemezdi zira midesi çok hassastı. Lokmaları küçük küçük alıp zorla yutuyordu. Yediklerinin boğazından geçmediği belliydi. Kahvaltıdan sonra hep birlikte otogara gittiler. İlkem, içi buruk uğurlarken Sude'yi Ömür, bambaşka âlemdeydi. Onun gözlerinde aşk vardı... Onun gözlerinde yılların hasreti vardı... Onun gözlerinde umutsuzluk vardı...
Otobüs hareket edene kadar beklediler. Sallarken havada asılı kalan eller ve dağılan duyguların ardından, İlkem, "Gidelim mi?" diye sordu.
"Gidelim!" dedi Ömür. Sessizce arabayı park ettikleri alana kadar yürüdüler. Ömür, arabanın ön sol kapısını açtı ve genç kadının binmesini sağladı; açık kapıyı geri kapattıktan sonra kendisi de şoför mahalline geçip oturdu. Bir süre arabanın içinde hiç konuşmadan oturdular. Sessizliği ilk bozan Ömür, oldu. "İlkem, sence Sude, geri döner mi?"
Bu soruya nasıl bir cevap verebilirdi ki, her şey Sude de başlayıp Sude de bitiyordu.
Genç öğretmenin bu soruya verecek bir cevabı yoktu. Onun için zaman kazanmak ister gibi yaparak, saçlarını toparlayıp sırtına doğru bıraktı. Omuzlarına düşen birkaç tel saçı topladı ve açık camdan dışarı attı. Olmadı başını camdan tarafa çevirdi ve hissiyatsız donuk bir ses tonuyla, "Bilmiyorum Ömür, sorduğun sorunun cevabını gerçekten bilmiyorum. Umarım bir gün geri döner!"
Olumlu bir cevap alamayan Ömür, donuk bir ifadeyle arabanın kontağını çevirdi ve hareket ettirdi. Yol boyunca tek bir kelime dahi etmeyerek İlkem'i okula bıraktı kendisi iş yerine gitti.
&&&
Sude, gittikten sonra herkes gündelik rutin haytalarına geri dönmüştü. Sıradan bir gündü ve öğrenciler teneffüste iken boş olan sınıfın açık kalmış kapısının önünden geçerken İlkem, bir ağlama sesi duydu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top