Üstümden Trenler Geçti B-37-

Selam, yepyeni biraz da duygusal bir bölümle biz geldik.

Nasılsınız Temas ailesi?

Buraya kadar geldiyseniz satırlara geçmeden önce küçük bit uyarıda bulunayım ,oy verip yorum yapmayı unutmayın lütfen.

Kitabın ve benim sizin desteğine ihtiyacı var, birlikte uzun yollar kat edelim olur mu?

Keyifli okumalar...

“Dııt…” diye çalan klakson sesiyle gökyüzünden yeryüzüne indi kadın. Ömür, arabayı getirmiş yanına gelmesi için işaret veriyordu. Sessizce bindi arabaya ve aynı sessizlik buzdan duvarlar gibi hükmünü sürdürdü yol boyunca.
İlkem, başını cama dayayıp içten içe kendisini suçlayıp yargılarken Ömür, bunu tahmin ettiğinden onu bir süre kendi haline bırakmanın en doğru şey olacağını düşünüp susmayı tercih etmişti.
Suskun geçen yolculuğun sonunda nihayet lojmanın önüne gelmişlerdi. Genç kadın, aynı sükût içinde kapısını açıp dışarıya çıktı. Ömür, ellerini direksiyonun üzerinde birleştirmiş İlkem’in hareketlerini izliyordu. Sükûneti kendine rol model seçmiş olan kadın, dağınık ve yüzüne düşmüş siyah saçının tutamı kulak arkasına sıkıştırdı. Utangaç bir o kadar da çekingendi hareketleri, “Ömür, rahatsızlık verdiğim için senden özür dilerim. Gerçekten çok üzgünüm. İnan bana elimde olsa geceni berbat etmek istemezdim, nolur kusuruma bakam!”

Genç adamın yüzü anında asıldı, alınıp kızdığı kaşlarının kavisler çizerek havalanmasından belli oluyordu. “İlkem Hocam, biraz önce sarf ettiğiniz sözlerini duymamış olayım. Ne kusurundan ne özründen bahsediyorsunuz, sıkıntılarımızı paylaşmayacaksak biz arkadaşlar ne için varız?” Ömür’ün tavırlı sözlerinden sonra genç öğretmen, hafif bir açıyla boynunu yana doğru büktü. “Cidden kendimi suçlu hissediyorum. Yaptığım hareketin böyle sonuçlanacağını hesap edemdim. Geldiğimiz noktaya bir bakar mısın?”
Ömür’ün yüzüne yayılan umursamazlık dudak kenarının sağa çekmesine neden olmuştu. “Olacağı varmış hocam… Ben şimdi hastaneye tekrar gidiyorum, gelişmelerden seni haberdar ederim. İsterseniz yatıp uyumayı deneyin, biraz uyuyabilirseniz eğer dinlenir daha sağlıklı düşünürsün. Sakın canını sıkma, doktorun dediğini sende duydun Arif, iyiymiş…”

Başını olur anlamında aşağı yukarı sallarken, solgun dudakları içe doğru kıvrıldı. “Teşekkür ederim, iyi ki varsın. Söylediğin gibi yatıp uyumayı deneyeceğim, bakalım işe yarayacak mı?”

“Görüşürüz o zaman!” Genç adam, kontak anahtarını çevirdi araba homurtulu sesler çıkararak çalıştı. Tekerlekler toprak zeminde ağırdan dönmeye başladı ve egzoz dumanı burun deliklerinden geçip genzini yaktı. Gri egzoz duman genzini yakınca hafifçe öksürdü kadın. Siyah cip önünden geçip gözden kayboluncaya dek izledi. Tamamen gözden kaybolduğunda durup derin bir iç çekti.
Eve doğru yürümeye başladı ama bacakları kurşun gibi ağırdı zira çıkmaz sokaklarda debelenen ruhu tutunacak bir dal arıyordu. Gözlerine hücum eden duyguları acı çığlıklar atmaya hazırlanıyordu. El yordamıyla çantasının fermuarını açtı ince uzun parmakları rastgele anahtar aradı, anahtarın soğuk metali parmaklarının ucuna değdiğinde dudaklarına hissiz bir tebessüm yerleşti.
Kendi anahtarıyla kapıyı açtı. İçeriye geçtiğinde ayakkabılarının her birini bir tarafa umarsızca fırlattı. Sağa sola fırlatılmış ayakkabılar onun ruh halinin birer nüshası gibiydi; çıplak ayakları soğuk zeminle buluştuğunda kalbi gibi ayakları da üşüdü. Üstelik yol boyunca ağlamamak için özünü zor tutmuştu; şimdiyse boğazına düğümlenmiş ahları hıçkırık olup ağlamaya hazırdı.
Kapıyı açıp içeriye geçtiğinde evin içi ölü bir beden kadar sessizdi. Ev bu kadar sessiz olduğuna göre annesi, çoktan uyumuş olmalıydı. Koridordan ayak parmaklarının uçlarına basarak hızlıca geçti. Odasına girer girmez hırsını elindeki çantadan almak ister gibi rastgele bir kenara fırlattı. Serdengeçti bedenini hızlıca yatağın üzerine yüzükoyun atarak serbest kalmak için can atan azade duygularını özgür bıraktı. Arif'in hali gözünün önünden hiç gitmiyordu. Eski mutlu günleri film şeridi olmuş sürekli zihni tarafından kare-kare gözünün önüne getiriliyordu…
Gözünün önünden geçen her kare için ağladı ağladı… Kara gözlerinden akan yaşlar esmer teninden geçerek yastığı sırılsıklam edene kadar ağladı. Peki, ama neden dünlere ve bugünlere ağlıyordu? Yoksa hala onu seviyor muydu? Evet… Onu hala sevdiği ve ondan severek ayrıldığı doğruydu fakat doğru olan bir gerçek daha vardı ki, ruhu çok yorgundu. Çünkü geçmişle yeniden yüzleşmek ruhen ve bedenen genç kadını çok yoruyordu. Çünkü acı dolu geçmişiyle yeni baştan yüzleşmek kalbinin ateşini yenide harlıyordu… Çünkü geçmişine damga vuran kayıp saydığı yılları ruhunu on yaş fazladan yaşlandırmıştı…

İlkem, eski günlere ve bugünlere ağlarken Arif’in iç dünyası ne haldeydi kim bilir. Boşuna değildi kalbinin acıdan kasılıp spazm geçirmesi. Oysa yıllar önce ‘ayrılalım’ derken ne kadar da acımasızdı. Ne kadar da ruhsuzdu dudaklarından dökülen kelimeler. 
Arif’e sorduğunda geçmişteki hatalarından pişmanlık duyarak değiştiğini ve geri dönmek istediğini söylüyordu... Cidden insanlar geçmişlerinden kendilerine ders çıkarıp değişebilirler miydi? İlkem’e sorduğunda cevap, evetti…
Arif’in değiştiği doğruydu... Peki, o değişmişti de kendisi değişmenmiş miydi? Kendisi de değişmişti.  Evet, evet, bu doğruydu eğer doğru olmasaydı bu akşam acımasızca bir insanın kalbini yaralar mıydı? Bu kendisi değildi kesinlikle değildi zira gerçek İlkem, yapmazdı yapamazdı. Yaşanmışlıklardı insan ruhunu değiştiren. Bir diğer taraftan insan kırıla kırıla kırmayı öğreniyordu ama iyi yönde ama kötü yönde…
Arif, iyi yönde değişirken İlkem’in darbe üstüne darbe almış ruhu farklı yönde değişmişti. Yalnız bir gerçek daha vardı ki, insan yara aldıkça aldığı yaralar onu olgunlaştırıyor ve güçlendiriyordu. Güçlenmekten kastım acıyla harmanlanan kalp duygusuzlaşıyor duyguları körelen ruh duyarsızlaşıyordu. Ortaya çıkan görüntü ise duygusuz bir kalp ruhsuz bir beden oluyordu. İşler bu boyuta eriştiğinde insanı kırıp dökmek daha kolay oluyordu.  
İşte onca yaşanmışlık genç öğretmenin kalbini katılaştırmış, döktüğü onca gözyaşı onun duygularını köreltmişti. Arif’e yaptığı davranış nasıl biri haline dönüştüğünün kanıtıydı zaten. Geçmişinde sırtına yediği bıçak darbeleri onun duygularını törpülenmiş buna tezat olarak da mantığı ön plana çıkmıştı. Ondandı artık olaylara duygusal açıdan yaklaşmayıp mantık çerçevesinde yaklaşıyor oluşu. 
Gerçek hayatta duygusallığa fazla yer yoktu… Gerçek hayatta sadece çırılçıplak gerçekler vardı. İşte Arif’e yaşattığı gerçeğin ta kendisiydi. Eğer duygularına kapılsaydı büyük ihtimalle yine acı çeken kendisi olacaktı…
Onun yaptığı sadece hayal dünyasından çıkıp gerçek hayatla yüzleşmekti. Evet, gerçeğin bir tokat gibi yüzüne şakladığı doğruydu ama ne pahasına olursa olsun bunu yapması gerekiyordu. İlkem de yapması gerekeni yapmıştı çünkü bunu yapmanın başka yolu yoktu… Belki biraz kırıp dökecekti, belki ruhu çıkmazlar içinde yeniden debelenecekti ama sonunda kazanan kendisi olacaktı…

Hem düşünüyor hem ağlıyordu. Biliyordu ki ağlarsa içinde tuttuğu ağuyu ancak dışarı salıverecekti. Biliyordu ki ağlarsa avunmayı öğrenecekti. Kendisini o kadar koyuvermişti ki nasıl sesli ağladığının farkında bile değildi.
Hıçkırıkla bütünleşmiş ağlama sesini duyan anne hanım, bir hışımla daldı kızının odasına. Kızını ağlarken görmeye hiç dayanamazdı. Ne yaşadığını sorma gereği bile duymadan gelip kızına sarıldı. Bir dokunuş, bir bakış, sıcak bir sarılma, ne iyi geliyordu insan ruhuna. İlkem’e annesinin sihirli dokunuşları iyi gelmişti. Önce öpüp kokladı annesini sonra teşekkür etti; “İyi ki varsın annem, her zaman bana iyi geliyorsun!”

“Sen de bana iyi geliyorsun kızım!” Uzun ve siyah saçlarında büyülü parmakları gezdirirken, “Kızım vakit geç ama anlatmak istersen dinlerim!” diye sordu.
Uzunca bir süre salya sümük ağlamıştı, komodinin üzerine uzandı oradaki peçete kutusundan bir dal çekti önce gözaltlarındaki ıslaklığı sonra akmakta olan burnunu sildi. Kirli peçeteyi atmak için ayaklandığı sırada, “İnan bana şu an anlatacak gücüm yok anne. Ben sana her şeyi sabah anlatsam olmaz mı?” Kapı arkasında bulunan plastik çöp kutusuna kirli peçeteyi attı ve tekrar annesinin yanına gelip oturdu.

Zarife Hanım, yanı başına oturan kızını omuzundan tutup kendine doğru çekti ve şefkatli elleriyle saçlarını okşadıktan sonra usulca belini sıvazladı. “Birlikte uyumak ister misin?”
İster miydi? Bir tarafı isteme senin kendini dinlemeye ihtiyacın var diyordu, bencil tarafı boş ver olan oldu artık bu gece annenin koynunda uyu ve hiçbir şeyi düşünme diyordu. İster istemez ağır basan bencil tarafı oldu. “Evet, isterim anne hem de her şeyden çok isterim!” dedi ve annesine sımsıkı sarıldı.

O gece annesinin koynunda uyuyarak boş vermişliği sonuna kadar yaşadı genç kadın, çünkü ağlamaktan artık gözleri acıyordu. Sabah kalktığında kim bilir nasıl şişecekti göz çevresi.
Gün ağarırken gözlerini yeni bir güne açtı. Yozlaşmış ruhu sudan çıkmış balık gibiydi. Bir süre gözleri tavanda asılı kaldı. Üzerinde tuhaf bir gariplik vardı sanki aklında yapmayı unuttuğu bir şey vardı da hatırlamıyor gibiydi. Gece annesine sarılıp uyuduğu geldi aklına. Başını usulca sağ tarafına çevirip baktı ama annesi yanında yoktu. Onun çoktan uyanmış olabileceğini düşündü. Komodinin üzerinde duran telefonun ekranın açtı ve zamana baktı; saat sekize geliyordu.
Okula geç kalmıştı bir hışımla yataktan fırladı. Sonra durup gülümsedi. “Aptal şey! Unutun galiba bugün pazar günü!” Evet, bugün pazar günüydü ve onun tatil günüydü. Gözlerini tekrar yatağa çevirdi, yorgun ve bitkin bedenini o kadar halsiz hissediyordu ki; sanki üstünden trenler geçmiş gibiydi.
Sessizce yorganı açıp yatağın içine gömüldü. Hala içini daraltan bir şeyler vardı; zihnine düşen uyarılar ani bir hareketle yorganı üzerinden atmasına neden oldu. “Ah, aptal kafam ah,” diye sızlandı. Arif, hastanedeydi Ömür de onun yanında refakatçi olarak kalıyordu.
Bencil ruhunun ona büyük bir oyun oynadığı aşikârdı. Belli ki, dün yaşanan tatsız olayı tüm benliği unutmak istiyordu. Keşke yaşanan olumsuzlukları bir gecede unutabilseydik ama unutmak mümkün olmuyordu. Yaşam denen arena nerede bir olumsuzluk var, canı istedikçe temcit pilavı gibi ısıtıp ısınıp önümüze getiriyordu.

İlkem, hemen komodinin üzerinde duran telefonu eline aldı ve aramak istediği numarayı rehberden bulup arama tuşuna bastı. Telefonun açılmasını beklerken, kalbi dikenli çalıların arasına sıkışmış minik bir çalı kuşu gibi çırpınıyordu. Minik kuş her kanat çırptığında kantları çalının dikenlerine takılıyor kan revan içinde kalıyordu. Çalı kuşu özgürlüğüne kavuşmak için çırpındıkça canı daha çok yanıyordu. Her kanat çırpış onun canına derin bir çizik atıyordu… Son çalışta açılan telefonun sahibine canhıraş bir ses tonlamasıyla sorduğunda, boğazını yüzlerce el sıkıyordu. “Günaydın! Yoksa uyuyor muydun?”

“Sana da günaydın İlkem Hocam, uyumuyordum!” diyen Ömür’ün uykudan yeni uyandığı sesinin uyuşukluğundan belli oluyordu.

“Arif, nasıl iyi mi? Ben onu merak ettim de.”

“İlkem Hocam, merak edecek bir durum yok. Ben zaten her hangi bir olumsuzluğa karşı hiç uyumayıp başını bekledim. Birazdan gidip çıkış işlemlerini yaptıracağım…”

“Ömür, tekrar teşekkür ederim. İyi olmasına sevindim. İnan bana benim yüzümden ona bir şey olacak diye ödüm kopuyor. Görüşürüz o zaman!”
İçini ferahlatan derin bir nefes alıp verdikten sonra topuzlu yatak başlığından tutunarak bedenini tekrardan yatağın üzerine usulca bıraktı. Yılların iflah olmaz yorgunluğu vardı üzerinde. Gözlerinin amansız yaşları vardı yanaklarına doğru süzülen ve dişlerini sıkmaktan yorgundu damakları. Kalem tutan parmakları yarını yazmaya korkuyordu. Yitikti dünlerde kalmış yılları, kayıptı aşkları…

İlkem, yarınlar için alın yazgısında umutlar ararken, odasının kapısı melodik bir sesle gıcırdayarak açıldı. Zarife Hanım, yine başını yaprak desenli yazması ile sıkıca sarıp bağlamıştı. Oda kapısından geçip kızına doğru yürüdüğünde doğal olarak uyuşuk adımlar atıyordu; anlaşılan yine kadının migreni tutmuştu. Genç öğretmen annesini tutuk halde görünce yatağından kalkıp ayaklanmak istedi ama Zarife Hanım, eliyle oturmasını işaret etti. Belli ki konuşacak mecali yoktu. Sesi nefes alıp verir gibi derinden ve kısık çıkıyordu. “İyi misin kızım?” diye sorarken.

Kadın kendi haline bakmayıp kızını düşünüyordu. İlkem, annesinin yaptığı fedakârlık karşısında mahcup olmuş kendisini daha fazla tutamayarak hemen ayağa fırlayarak sımsıkı boynuna sarılmıştı. “İyiyim ben anne, daha da iyi olacağım! Hem biraz önce Ömür’ü aradım. O da iyiymiş…”

Bu kadar özverili bir anne varken karşısında daha fazla aylaklık edemezdi. “Söylediğim gibi ben iyiyim anne, gördüğüm kadarıyla iyi olmayan sensin. Ben mutfağa geçiyorum sen bu esnada yatıp dinleniyorsun. Güzel bir kahvaltının ardından ilacını alıp tekrardan yatıyorsun, biliyorsun uyumak baş ağrına iyi geliyor.”

İlkem, daha konuşmasını bitirmeden annesinin ağrıdan uyuşmuş başı çoktan yastığa bulmuştu. Elini hareket ettirerek konuşmaya çalıştı. “Ben ilaç aldım biraz uzanırsam ağrım hafifler. Sen kahvaltıyı hazırla o zamana kadar. Sakın ses yapma!” diye de uyardı beni…

Başını aşağı yukarı sallayarak annesini onayladı İlkem. Ses, ışık, gerginlik ve açlık migren illetinin baş düşmanıydı; zavallı kadının yaşadıkları onu dert sahibi yapmıştı. Genç öğretmen odasından ayak parmaklarının uçlarına basarak sessizce kapıya kadar yürüdü ve kapıyı usulca arkasından kapattı.
Henüz kapı önünden uzaklaşmaya fırsat bulamadan kulağına gelen sele irkilerek ayakları yere çivilendi. Telefonu odasında unutmuştu ve aranıyordu. Elinden geldiğince sesiz olarak kapı kulpuna dokundu ve usulca aşağıya doru bastırarak içe doğru ittirdi ama bu nafile bir çabaydı çünkü annesi başını iki ellerinin arasına almış “İlkem!” diye sayıklar gibi sesleniyordu.

“Özür dilerim anne, unutmuşum!” Telefonu kaptığı gibi odadan tekrar çıktı fakat arayanı görünce göğüs kafesinin tam orta yerine demirden bir yumruk indi, iman tahtasına inan yumruğun şiddeti atom bombasından halliceydi. İstemsizce eli boğazına gitti ağız boşluğunda biriken tükürüğünü yutkundu ama yutak borusundan aşağı inmedi.
Neden şimdi neden hiç yoktan arıyordu? Bu zamansız aramak genç kadının iflahını kesmişti. Yok, ona cevap vermek istemiyordu. Onunla konuşacak mecali yoktu. Kırmızı tuşa basıp arayanı bir kez daha reddetti…

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top