Uçurumun Kıyısında B-36-

Selam, biz geldik.

Temas ailesi nasılsınız? Her şey yolundadır umarım?

Sizlere keyifli okumalar diliyorum...

Oy verip yorum yapmayı tabi ki unutmuyorsunuz.:)

“Arif!” Yüksek sesli bir haykırış yeri göğü inletti. Yere düşmeden yetişip gevşemiş bedenini kucakladı. Şimdi kollarında ruhu bedeninden çekilmiş cansız bir ceset vardı. Son sözleri sürekli kafasının içinde dönüp dururken, çekiç darbelerine karşı koyamayan mıh gibi tekrar tekrar çakılıyordu beynine. ‘Seni seviyorum!’

“Arif…” diye tekrar tekrar seslenmesine rağmen ondan bir cevap alamıyordu; vücudu kaskatı kesilmiş öylece hareketsiz kollarında yatıyordu. Feryadı gözyaşlarına karışırken, “Ambulans lütfen ambulansa çağırın!” diye yalvardı.
Arif’in yere yığılışını ve İlkem’in çığlık çığlığa ona seslenişine tanık olanlar zaten başlarına toplanmış, her kafadan bir ses çıkıyordu. “Ambulans lütfen biriniz ambulans çağırsın!” Yaptığı eylemin Arif’i buralara sürükleyeceğini nereden bilebilirdi ki. O’nun duygularını köreltmek için uğraşırken ölümüne sebep olmak isteyeceği en son şey bile değildi.

“Sakin olun hanımefendi ben ambulans çağırdım neredeyse gelmek üzeredir.” Sakin olmak ve genç kadın arasında uçurumlar vardı. Bir zamanlar âşık olduğu ve hala sevdiği adam kollarında cansız yatarken nasıl sakin olunabilirdi ki…
Kim olduğunu bilmediği ama şık giyimli biri kalabalığı yararak onlara yaklaştı. “Herkes geriye çekilsin ve hastaya nefes alma alanı oluştursun!” derken eğildi ve Arif’im sol bileğini kavradı. Saliselerce sessiz kaldıktan sonra, “Nabzı yavaş atıyor ama korkmayın. Umarım eşinizin ciddi bir şeyi yoktur.”

Şık giyimli adam eşiniz demişti... Kim olduğunu bilmediği adamın eşiniz demesi üzerine kollarında baygın yatan kişinin eşi olmadığını söyleyemedi. Sadece gözlerine hücum eden yaşları elinin tersiyle silmekle yetindi. Kısa süre içinde ambulans sirenlerini çalarak mekâna gelmişti ama İlkem’in beklerken geçirdiği dakikalık zaman dilimi saatler kadar uzun sürmüş her salisesi geçmek bilmemişti.
Kısa bir kontrolün ardından Arif, hemen ambulansa taşınmıştı. “Hanımefendi, bizimle gelin eşiniz kalp krizi geçiriyor olabilir.”
Eşiniz ve kalp krizi kelimeleri İlkem’i elektro şok cihazı gibi sarsmıştı. Bütün vücudu sarsılırken ayakları ambulansın arka kapısına kadar taşımıştı onu.

“Hanımefendi biraz acele edin lütfen!” İlkem, genç hemşirenin uyarısıyla kendisini ambulansta ve Arif’in elini tutarken bulmuştu.
Hemşire, sık sık hastanın nabzını kontrol ederken ambulans siren çalarak son sürat yol alıyor, bu hengâme sırasında İlkem, parmağındaki yüzüğü çevirip duruyordu. Onu parmağından çıkarıp çok uzaklara doğru fırlatmak istiyordu sanki her şey yüzüğün suçuymuş gibi; düşük ayar altın bir halkanın ne suçu olabilirdi ki? Hiç…

Genç öğretmen sadece kendine bir günah keçisi arıyordu onu da parmağındaki yüzük sanıyordu. Beyni alabora olmuş ne düşüneceğini kestiremezken ambulansın durduğunu fark etti. Sanırım hastaneye gelmişlerdi. Hiç bekletilmeden ambulansın arka kapısı hızla açıldı. Kapı açılır açılmaz bir sedye ile acil görevlilerin hazır bir şeklide kendilerini beklediğini gördü.
Göz açıp kapayıncaya kadar Arif’i alıp götürmüşlerdi. İlkem ise şuurunu kaybetmiş bir şeklide sedyenin yani Arif’i götüren sedyenin peşinden koşuyordu. “Hanımefendi siz burada kalın!” Katı bir ses tonuyla uyarıldığında ayakları mıh gibi zemine çakılı kalmış boş gözlerle götürülen Arif’in gidişini izlemişti. Tek başına hastanenin sessiz koridorunda kendisiyle baş başa kaldığında ileri geri yürümeye başlamıştı. Bir taraftan da şuursuzca el parmaklarının tırnaklarını dişleriyle çiğniyordu. Maalesef stresli olduğu zamanlardan kalma bir alışkanlıktı bu. Ne yaparsa yapsın eskiden edindiği bu kötü alışkanlığa engel olamıyordu çünkü bu onun elinde değildi…
Bir şeyler düşünmeye içinden geçtiği olay örgüsünü bir yerlere oturtmaya çalışıyordu lakin hiçbir çıkar yol bulamıyordu. Onun aklı fikri Arif’in son görüntüsündeydi. Eğer ona bir şey olursa ne yapardı. Kalbine çöreklenen suçluluk duygusuna engel olamıyordu, çünkü yaptığı etik bir davranış değildi. Göz göre göre bir insanın hastalanmasına, belki de ölümüne sebep olacaktı. Bir enkaz yığını gibi bedenini bulduğu boş bir koltuğa attı. Ellerini kullanarak yüzünü ovuştururken sıkkın nefesini dışa üfledi. Ne hayal etmişti başına neler gelmişti. Eli tekrar parmağındaki yüzüğe gitti. Parmağındaki yüzüğe dokunur dokunmaz arkadaşları geldi aklına. Tabii ya, onlardan birini arayıp başına gelenleri paylaşabilirdi.
Peki, ama hangisini arayacaktı? Kesinlikle araması gereken kişi Ömür’dü. Rüzgâr’ı arayamazdı. Eğer Rüzgâr’ı ararsa o da buraya gelmeye kalkışır Arif, kendine geldiğinde onu görebilir ve tekrar istenmeyen bir durum gerçekleşebilirdi. Uzunca bir soluk alıp yanaklarını şişirerek geri bırakırken içinden hayıflandı; tabii kendine gelebilirse…
Tekrar onun elini göğsüne bastırışı, nefesiz kalışı ve yere düşmeden önce onu son anda yakalaması geldi gözlerinin önüne. ”Ben aptalın tekiyim!” diye kendi kendime kızdı. Neden böyle bir yola başvurmuştu? Eğer aptalın teki olmasaydı yaptığının sonucunu idrak edebilirdi.
Nedenli soruların ardı arkası kesilmiyordu, zihnini boşaltmak için gözlerini etrafta gezdirmeye başladı. Burası acil servisti ve insanlar programlanmış robotlar gibi oradan oraya koşuşturuyordu; buna hastane görevlileri de dâhildi. İlkem, kendini burada yapayalnız sanırken etrafında fazlasıyla insan olduğunu gördü. Kendi telaşından bu kadar insanı nasıl fark edememişti ki, oysa hepsinin gözlerinde bir başka hüzün vardı.
Kendini bitkin ve yorgun hissediyordu. Bu yorgunluk tabii ki gerginliğin verdiği bir yorgunluktu. Gerilen sinirleri kasıldıkça kasılmış ve onu bir enkaz yığınına çevirmişti. Oturduğu yerden usulca kalktı, kollarını çapraz yaparak ellerini koltuk altlarında birleştirdi ve acil servisin boydan camlı kapısına doğru yürüdü. Kapı önüne geldiğinde dışarısının loş aydınlığı karşıladı onu.
Uzunca bir süre dışarısını gözlemledi. Bir kadın, sırtını duvara yaslamış ve dizlerinin üzerine çömelerek içli içli ağlıyordu. Bir adam, sigarasından peş peşe nefesler çekiyor, çektiği nefesleri burnunu ve ağzını baca gibi kullanarak havaya üflüyordu. Kendisini bile isteye zehirlediğine göre kim bilir ne sıkıntısı vardı. Ya kadın, neden ağlıyordu? Evladı mı hastaydı, yoksa sevdiği mi? Bir insan ancak gönülden bağlı olduğu biri için bu kadar içten ağlar ve gözyaşı dökerdi.
Bir genç kız, elindeki telefonu sıkıca kavramış hararetli, hararetli birine bir şeyler anlatıyor anlatırken de arada bir elindeki kâğıt mendille burunun siliyordu. Genç kızın, telefon konuşması ona yapması gereken bir şeyi hatırlatmıştı. Tabii ya, nasılda unutmuştu Ömür’ü arayacaktı. Elini omzuna attı çantasından telefonu almak için ama çantası omzunda asılı değildi.
Hızlı adımlarla oturduğu koltuğa doğru yürümeye başladığı esnada çantasını koltuğun üzerinde görünce rahat bir nefes aldı ve aceleyle fermuarını açtı. Elindeki telefonun rehberine girmeden önce saate baktı. Gece gece insanları rahatsız etmek istemiyordu. Neyse ki vakit çokta geç değildi. Hemen rehbere girdi aramak istediği numarayı bulup yeşil tuşa bastı…
Telefonu kulağına yakınlaştırıp beklemeye başladı. Bir, iki, üç, derken Ömür’ün sesi yankılandı kulaklarında. “Alo, İlkem!”

Ömür’ün sesini duymak bile onu anında rahatlatmıştı. Hastanede olduğu için elinden geldiğince kısık bir ses tonuyla konuşmaya dikkat ederek, “Gece gece rahatsızlık veriyorum ama çok özür dilerim…”

Genç adamı kısık ve tarazlı çıkan bir ses iyice meraklandırmıştı. Genç kadının sözünü yarıda keserek, “Ne oldu İlkem, tatsız bir şey yoktur umarım?” Ömür, biliyordu bu gece Arif ile buluşacağını heyecan yapıp meraklanması bu yüzdendi.

Ömür, bir terslik yoktur umarım, diye sorunca daha fazla kendini tutamayıp ağlamaya başlamıştı İlkem; zaten dakikalardır güçlü kalabilmek adına kendini yeterince kasmıştı. Hırpalanmış duyguları sesine yansımış onu acizyet içine çekmişti. “Ben hastanedeyim!”

Hastane sözcüğü ister istemez Ömür’ün paniklemesine neden olmuştu. “S-sen ne diyorsun hocam? Ne hastanesi? Orada neler oluyor?”

“Arif, sanırım kalp krizi geçirdi. Onun için acilen hastaneye getirdik…” derken Arif’in kaldığı gözlem odasından bir doktor çıktı.

“Ömür, ben seni daha sonra tekrar ararım, benim şimdi doktorla görüşmem gerekiyor,” deyip telefonu kapattı.
Önce doktorun yüz ifadesine bakmak istedi İlkem, doktorun yüz ifadesine bakılacak olursa tehlike geçmiş gibi görünüyordu çünkü yüzünde bir rahatlama vardı. Genç kadının tam karşısına gelince duraksadı, “Hasta yakını siz misiniz?”

“Evet, benim!”

“Sanırım hastanın eşisiniz?”
İlkem, olumsuz anlamında başını sağa sola salladı. “Eşi değilim, sadece uzaktan tanıdığım olur.”

Bakışları derinlik kazanırken doktorun yüzü düşünceli bir hal almıştı. “Sizi anlıyorum. Peki, hastanın arayabileceğimiz bir yakını falan yok mu?”

İlkem, bu sorgu sualden bir an önce kurtulmak istiyordu. Onun tek istediği şey Arif’in iyi olup olmadığını öğrenmekti. Kaş yapayım derken göz çıkarmıştı, rahatlamak adına nefesini yeniledi. “Bildiğim kadarıyla yok, ama siz onun durumunu bana söyleyebilirsiniz.”

Orta yaşlı doktor, ellerini beyaz önlüğünün ceplerine sokarak rahat bir pozisyon aldığında, “Hasta strese bağlı küçük çaplı bir kalp spazmı geçirmiş. Şimdi kendisine geldi ve iyi sayılır. Yalnız bu gecelik hastanede müşahede altında kalması gerek. Yarın taburcu ederiz kendisini...”

Başka şey duymak istemiyordu istemeden doktorun sözünü keserek, “Şey, kendisini görebilmem mümkün mü acaba?”

Şakaklarına aklar düşmüş doktor gayet rahat bir tavırla cevap vererek, “Tabii, görebilirsiniz ama çok fazla kalmamak şartıyla. Hastayı yormayın çünkü dinlenmesi gerek. Bundan sonra stresten uzak tutun. Bir ikincisini böyle kolay atlatamayabilir,” dedi doktor ve İlkem’in acı çeken yüreğine paslı bir hançer sapladı. Hepsi benim yüzümden, diye geçirdi içinden.
İlkem’in ten renginin anında değiştiğini gören doktor, teskin edici bir ses tonuyla konuşarak, “Korkmayın, sadece stresten uzak dursun yeterli. Bir şey daha bu gece yanında bir refakatçiye ihtiyacı olabilir.”

“Tamam, gerekliyse ben yardımcı olmaya çalışırım,” dedi ve Arif’in kaldığı gözlem odasına doğru adımlamaya başladı. Genç öğretmen kendisini resmen suçlu bir katil gibi hissediyordu. Bu suçluluk duygusuyla onun karşısına nasıl çıkacak, yüzüne nasıl bakacak ve iyi olup olmadığını nasıl sorabilecekti? Yürüyordu ama bacakları onu taşıyamaz olmuştu. Sanki bacaklarına tonlarca ağırlık bağlanmış gibiydi.
Kapı önüne geldiğinde durdu. Önce gözleri hasta yataklarında onu aradı. Arif’in kaldığı gözlem odası üç yataklı bir odaydı. Yataklardan biri boştu diğerinde başka bir hasta vardı. Göstermelik duruşuna çekidüzen vererek köşedeki yatağa doğru adımladı. Yatağın ayakucuna ulaştığında durdu. Arif’in gözleri kapalı uyuyor gibiydi ya da yarı baygındı. Belki de aldığı sakinleştiricinin etkisiyle bu durumdaydı. İlk etapta “Ihım,” diye bir ses çıkararak genzini temizledi. Niyeti biraz da onun uyanık olup olmadığını kontrol etmekti. Uyarı mahiyetinde çıkardığı ses Arif’in göz kapaklarının aralanmasına sebep olmuştu. İlkem’i karşısında gördüğünde yüzüne inceden bir tebessüm yayıldı. Onun yüzüne yayılan tebessüm genç kadının rahatlamasına neden olmuştu.
“Nasılsın?” diye dudakları arasından zor bela çıkan bir kelime firar etti. Sesi o kadar zayıf çıkmıştı ki, sesinin duyulup duyulmadığından emin bile değildi.

Muhatabı başını hafifçe aşağı yukarı salladı, “İyiyim!” derken.

“Hah, burada mısınız?” diyen bir sesle irkilen genç öğretmen ani bir refleksle omzumun üstünden bakarak başını arkaya doğru çevirdi. Başını arkaya doğru çevirir çevirmez de Ömür ile göz göze geldi. İçine huzurun ferahlığı yayılırken yüzüne buruk bir hüzün oturdu. “Buradayız!” diye cevap verdiğinde sesi varla yok arasında çıkmış bakışları yerlerde geziniyordu. 

“Hastamız nasıl?” diye İlkem’e sorarken esasında ikisinin de gözleri Arif’in üzerindeydi. Arif, genç adamı karşısında görmeyi beklemediği için olsa gerek şaşırmıştı zira şaşkınlığı gözlerine vurmuştu.

“Ömür, çocukluk arkadaşım. Ben seni buraya getirince ne yapacağımı bilmediğimden onu aradım.” Ömür ismini duyan Arif, garip bir şeklide rahatlamıştı. Yalnız yüzüne yerleştirdiği maske biraz kahır barındırıyordu. “Ne vefalı dostların varmış!” dedi ve gözlerini bir iki defa kırpıştırdı. Gözlerini kırpınca göz çevresi hafiften kızarmıştı. İlkem, anında konuyu değiştirerek Arif’in şu anda üzülüp strese girmemesi gerekiyordu. Bir ikinci krizin daha ağır olabileceğini söylemişti doktor.
Birkaç adım atarak yatağın başucuna yaklaştı. Onun elini tutup tutmamakta tereddüt yaşıyordu. Elini tutsa manevi açıdan destek olsa bu Arif, tarafından yanlış anlaşılabilirdi. Tutmasa şu an onun ruhunun manevi bir desteğe ihtiyacı vardı. Genç kadın, iki arada bir derede kalmıştı. Kendi içinde verdiği mücadele sonucu elini tutmamaya karar verdi, karar verdi vermesine ama insani açıdan içi hiç rahat değildi. “Biliyor musun, doktor iyi olduğunu yarın sabah taburcu olabileceğini söyledi.”

“Hıh” derken Arif’in dudakları kımıltıyla aralandı “ne güzel” derken kapandı.
Arif’in cevabı karşısında ikili birbirine bakakalmıştı.
“Madem iyiyim artık burada kalmanızı gerektirecek bir sebep yok; ayrıca buraya kadar geldiğin için sana çok teşekkür ederim!” dedi ve başını yana doğru çevirip gözlerini kapattı.

İlkem, biliyordu bu sözlerde sitem vardı… Bir yüreğin acı haykırışları vardı, ruhu arafta can çekişen bir insanın serzenişleri vardı. “Şey, eğer müsaade edersen sabaha kadar ben burada senin yanında kalmak istiyorum.”

“Ben başımın çaresine bakabilirim!” diyen Arif’in hala ikiliye arkasını dönüktü çünkü akmak için sabırsızlanan gözyaşlarını bir şekilde durdurmak istiyordu.

“İlkem hocam, yorgun görünüyorsun. İsterseniz ben sizi eve bırakayım, daha sonra ben hastaneye gelir arkadaşın yanında refakatçi olarak kalırım.” Gerçekten Arif, istemese de onun yanında kalmak istiyordu. Onun hastaneden yürüyerek çıktığını görmek istiyordu çünkü ruhunun ancak o zaman huzur bulacağını biliyordu; aksini düşünmek bile istemiyordu.
Ömür’ün teklifi yabana atılır cinsten değildi ama bu yükü onun üzerine atamazdı. Madem kendisi yüzünden hastalanmıştı sorumlu da kendisiydi. “Olmaz Ömür, ben kalırım!”

Arif, aldığı sakinleştirici ilacın etkisiyle olsa gerek gözkapaklarını aralamakta zorluk çekiyordu. Kim bilir, belki de onları duymak istemiyordu. Ömür, gözleriyle işaret vererek uyumak üzere olan Arif’i gösterdi. “Hadi hocam, inat etmeye hiç gerek yok, dediğim gibi yapalım…”

Ömür’ün teklifi karşısında hiç konuşmayarak olur anlamında sadece başını öne arkaya doğru salladı İlkem.
Hastaneden dışarıya çıktığında ne kadar soluksuz kaldığını hissetti. Neredeyse nefessizlikten dudakları kurumuştu. Saatler, bıkıp usanmadan tik taklarını birbiri ardına vururken İlkem, yorgun ve bitkindi. Ömür, arabayı park ettiği yerden almaya gitmiş yanından uzaklaşmıştı. Başını gökyüzüne çevirdi. Her bir yıldız kendi yörüngesinde tek başına ahkâm keserken, ne kadar da yeryüzünden bağımsızdılar ve özgürdüler. İşte o an gökyüzü olmak istedi. İşte o an gökte bir yıldız olmak istedi. Bulut olmak istedi. Ay, olmak istedi. Hep orada kalmak ve özgür olmak istedi…

Bu arada telefonu sürekli çalıp duruyordu ama aldırmadı; içinden geçtiği an neticesinde arayanın kim olduğu umurunda değildi dahası dünya yansa bir tas su dökecek halde değildi. Kendisi için uçurumun kıyısına bir salıncak kurulmuş ve ruhu uçurumun kıyısında salınıp duruyordu. Üstelik bir üfürükte uçurumdan aşağıya düşecek kadar inceydi salıncağı tutan ipler…

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top