Seni Seviyorum B-35-

Merhaba, Temas ailesi.

Nasılsınız? Desteğiniz olduğu sürece emin olun ben iyiyim:)

Genç öğretmen her ne kadar entrika çevirmekten haz etmese de kalbine hile düşmüştü bir kere. Bazen mecburiyetten bu yola başvururuz, bazen entrika sevdiğimizden. İlkem, kesinlikle entrika sevenler grubuna dâhil değildi fakat buna mecbur kalmıştı.
Mecburdu kalbinden sevdasının kökünü kazımaya. Mecburdu hileye başvurup onu aldatmaya. Bu mecburiyetten dolayı da Ömür’ü arayıp kendisine zaman ayırıp ayıramayacağını sormuştu. Ömür’den gelen cevap elbette müspetti. “Sen istersin de ben müsait olmaz mıyız hocam!”
“Tamam, o zaman her zamanki pastanede buluşalım!”

Zarife Hanım, ikili arasındaki konuşmaya bir anlam yüklemeye çalıştı zira kadın haklıydı. Kızı ilk defa gözünün içine baka baka üstü kapalı bir konuşma gerçekleştiriyordu, genelde böyle sarp yollara hiç başvurmazdı. İlkem, annesinin sorgulayıcı bakışlarına maruz kaldığını fark ettiğinde başını hafifçe yana meyillendirdi, “Bana öyle bakma anne, hadi bir an önce evden çıkalım da ben sana her şeyi yolda anlatırım.” dedi.

Pastaneye yürüyerek gittikleri için İlkem, fikrine düşen entrikayı özet geçerek anlattı çünkü hem yürümek hem de konuşmak çok yorucuydu. Onlar pastaneye vardıklarında Ömür ve Rüzgâr, çoktan gelmişler bizi bekliyorlardı. Ee, onlar atlı bizimkiler yaya ancak gelebilmişlerdi. İlkem, ikinci kişiyi yani Rüzgar’ı gördüğünde adımları geri geri gitse de bir karar almıştı ve aldığı bu kararı uygulamaya mecburdu. Bu randevuda Rüzgâr’ın olmaması gerekiyordu. Yani önce Ömür ile istişare etmek istiyordu. Eğer Ömür, olur onayı verirse ondan sonra konuyu Rüzgâr’a açmaktı niyeti. Konu hassas bir konuydu ve yanlış anlaşılmak istemiyordu.

Kızının tedirgin olduğunu gören anne hanım, “Kızım yapacağın hareket hoş değil ama umarım başarılı olursun.” dedi.

Pastaneden içeriye adım attığı andan itibaren İlkem’in içine düşen pişmanlık rüzgârları zihnini esir almaya başlamıştı, zira yapmayı düşündüğü eylem yanlış anlaşılmaya çok müsait bir eylemdi. Yoksa bu konuda aceleci mi ediyordu? İlkem, aldığı karadan neredeyse vazgeçmek üzereydi. Biliyordu bu saatten sonra pişman olmanın ona hiçbir faydasının olmayacağını çünkü doğru veya yanlış bir karar almıştı ve bu kararın arkasında durması gerekiyordu; üstelik başka çaresi de yoktu. Bugünün akşamına kadar bir şeyler yapmak zorundaydı yoksa hayatını yeniden cehenneme çevirecek olan zehirli sarmaşık bedenini sarmak üzereydi.

Genç öğretmen, her şeye rağmen vücudunu dikleştirip annesinin koluna girdi ve kendisinden emin adımlarla bizimkilerin olduğu masaya doğru yürümeye başladı. Masanın kıyına vardıklarında bizim centilmen erkekler hemen ayağa kalktı ve kızların oturmaları için sandalyelerini geriye doğru çektiler. Herkes ayaktayken merhabalaşıp yerlerine geçip oturdular.
Birkaç dakika sonra masalarına gelen kadın garson hoş geldiniz dedikten sonra kibarca isteklerini sordu. Hepsi tirlece tatlısı yemek için fikir birliği yaptığında siparişi verdiler. Servisle görevli kadın çalışan masalarından ayrılınca Ömür, sorgulayıcı gözlerle İlkem’e bakmaya başlamıştı. “Benimle konuşmak istediğiniz mesele nedir hocam?” diye sordu.

Gözlerini masanın üzerinde koyacak bir yer aradı ama bulmadı. Baktı ki yer yok başını öne eğdi ve anlatmak istediği konu hakkında doğru kelimeyi bulabilmek için dakikalarca düşündü. Teorik olarak düşünüldüğünde her şey çok kolaydı ama iş pratiğe dökmeye geldiğinde işin rengi değişiyordu. İçinden bu işin bu kadar zor olacağını bilseydim hiç kalkışmazdım, diye geçirdi ama artık çok geçti.

Ömür, sorduğu soruya henüz bir cevap alamadığından sabırsızca İlkem’in ağzından çıkacak kelimeleri bekliyordu ama genç kadın hala ruhunda ikilem yaşıyordu. Geri adım atmanın kendisine bir getirisi yoktu bunu gayet iyi biliyordu, ilk adımı atmak için bütün cesareti toplayarak başını kaldırıp gözlerini arkadaşlarının yüzlerinde gezdirdi. “Tamam ya bakmayın bana öyle. Ömür seni neden buraya çağırdığımı merak ettiğini biliyorum fakat nasıl açıklayacağımı bilmiyorum.”

Genç adam, konuşmak için dudaklarını araladı ve buna paralel olarak masanın üzerine salık bıraktığı ellerini ters çevirerek avuç içleri yukarı bakacak şekilde konumlandırdıkları. “Merak etmiyorum desem yalan olur.”

İlkem, kendisini rahatlatmak adına derin derin nefesler alarak ciğerlerine bol oksijen doldurduktan sonra, “Sizler benim arkadaşlarım ve dostlarımsınız. Benim nazarımda sizlerin değerinin ölçüsü yok. İşte bende bu arkadaşlığa dayanarak sizlerle bir sorunumu paylaşmak istiyorum.”

Zarife Hanım, zaten konuya kısa hatlarıyla hâkimdi. Genç öğretmenin karşısında duran hakiki arkadaşları onun konuşmak için harekete geçtiği andan itibaren ağzından çıkan her kelimeyi pür dikkat dinliyorlardı.

Tabağındaki tirlece tatlısından bir lokma alıp ağzına attı ve ağzına attığı lokma kayarak boğazından aşıp giderken gözleri boşlukta kendine yer arıyordu. Gerilen yüz kaslarından esareti kovmak için dudaklarının kıvrımına küçücük bir tebessüm asmaya çalıştı, “Sorunumun adı Arif...”
Onun sözlerine ilk tepki Ömür’den gelmişti. “Arif mi?” 

Utana sıkıla cevap vermeye çalıştı genç kadın, “Evet, Arif, maalesef kendisi eski eşim olur.”

Son dakikaya kadar konuya müdahil olmayan Rüzgâr, el parmaklarının yardımıyla alnına düşen perçemini kulak arkasına sıkıştırdıktan sonra konuşmaya başlamıştı. “Konuyu biraz daha açar mısın, zira ben pek bir şey anlamadım. Yani eski eşin Arif, neden sorun çıkarıyor?”

“Sizin anlayacağınız benden ayrıldığına pişman olmuş. Üstelik buraya tayin aldırmış. Onun derdi benimle barışıp tekrar bir araya gelebilmek ama ben bunu istemiyorum. Ben onunla tekrar bir araya gelmek istemiyorum. Ben onunla yeniden evlenmek istemiyorum. Bunun için kendimce haklı nedenlerim var ama onun kalın kafası bunu idrak etmiyor. ”

Hafif bir açıyla başını yana doğru yatırarak varlığını hissettiren anne hanım, “Bu Arif, önceden böyle değildi; aklı başında efendi bir insandı. Şimdiyse tam tersini yapıyor. Niye böyle yapıyor ben hiçbir şey anlamış değilim.”

“Teyzeciğim, zamanla insanlar değişebiliyor.” Zarife Hanım’dan bakışlarını ayıran Ömür, yönünü İlkem’e döndü. “Peki, bu konuda ne yapmayı düşünüyorsun? Eğer yapılması gereken herhangi bir şey varsa hiç tereddüt göstermeden bize anlatabilirsin. Biz her zaman yardıma hazırız.” dedi.

İster istemez söylemek istediği kelimeler yüzünün kızarmasına neden oluyordu. Gerçekten şu an konuşmakta zorlanıyordu. “Şey,” dedi “bu konuyla ilgili ben bir şey düşündüm ama umarım beni yanlış anlamazsınız. Bunu yapmak istemekteki amacım sadece Arif’i buna inandırmak ve benden sonsuza kadar vazgeçmesini sağlamak.”

Yol arkadaşlarından Rüzgâr, genç kadını büyük bir ilgiyle dinliyordu. Sözlerinin son bulduğunu gördüğünde başını hafifçe yukarıya doğru kaldırdı ve hüzünlü gözlerini İlkem’in yüzüne çevirdi. Onun gözlerindeki hüzün genç öğretmenin içinin yağlarını eritmeye yetip artmıştı, çünkü baktığı hüzünlü gözlerde onun sefil geçmişi vardı. Onun gözlerinde ağıt vardı. Onun gözlerinde ihanetin amansız izleri vardı. Onun gözlerinde yitik benliği vardı…
Bakışlarını Rüzgar’ın gözlerinden usulca geri çekti. Bu kadar yaralı bir ruha yeni bir yük yüklemek ne kadar doğruydu bilmiyordu. Yoksa onlara sunacağı tekliften yol yakınken vaz mı geçseydi?

Ömür, mızmızlanır gibi yaparak, “Hadi ama hocam, dilinin altındaki baklayı bir an önce çıkar; cidden meraktan çatladık şurada. Biliyorsun biz her şartta senin yanındayız!” dedi.
Ömür, bu sözleri sarf ederken laf olsun diye etmiyordu. İnandırıcılık sesinin tınısında kendini bariz bir şekilde belli ediyordu.

Genç öğretmen, eski kocası Arif’in arkasından çevireceği entrikanın etik olmadığını biliyordu ama kendisine başka çıkar yol bırakmamıştı. Bu arada aklından geçen teklifi sunmadan önce elinin parmaklarıyla oynayıp stresini atmaya çalışıyordu. Yetmedi üst üste nefesler alıp vererek stresini biraz daha aza indirmek istediğinde başını önündeki tatlı tabağından ayırmadan kelimeler ervahından doğmaya başladı. “Bu akşam Arif'le yemeğe çıkacağız. Ben her ne kadar bunu yapmayı istemesem de bir şekilde bunu yapmaya mecbur kaldım; açıkçası beni buna mecbur bıraktı. Bir daha bunun tekrarlamasını istemiyorum!”

Ömür, “Peki, bu konuda bizden ne istiyorsun? Yani bizim yapmamız gereken şey ne?” diye sordu.

Sıkıntıdan terleyen ellerini birleştirip masanın üzerinde yumruk yaptı; “Ben bu akşam ona nişanlı olduğumu söyleyeceğim; tabii bu içinizden biri ile olacak." Ömür’ün ilk tepki olarak kaşları çatılıp bakışları kısılırken bu beklenmedik teklif karşısında pek şaşkın olduğu sorduğu soruyla pekişiyordu. “Ne?”

Genç kadının tepesinde aşağıya kaynar sular boca edildiğinde utancından kızaran ten rengi mora çalmaya başlamıştı. Gerçek düşüncelerini açıklığa kavuşturmaya çalıştığında heceler ağız boşluğundan fısıltı halinde çıkıyordu. ”Nişanlıymış gibi, gerçekten değil. Yani Arif'i benden uzaklaştırmak için.”

İkili cevap vermek yerine birbirinin yüzüne bakmakla yetindi. İlkem, an itibarıyla utancı dibine kadar yaşıyordu. Keşke yer yarılsa da yerin yedi kat dibine girseydi bundan daha iyiydi.

Ömür, samimi bir dille durumu netliğe kavuşturmak istediğinde, “Benimle olmaz. Sude var!” dedi.

Geriye tek alternatif olarak Rüzgar, kalıyordu. Genç adam bu beklenmedik teklif karşısında öylece bakakalmış resmen şapşala dönmüştü.

Elleriyle yüzünü kapatan genç öğretmen, “Ya bakmayın bana öyle. Teklifi unutun gitsin. Ben demedim sizler duymadınız; aptalca bir teklifti zaten. Arif’i başımdan savmanın yollarını arıyordum saçmaladım işte.  İnsan bazen saçmalar öyle değil mi, bende saçmaladım işte.”

İlkem, yanlışın kıyısından dönmenin verdiği ruh halini yaşarken Rüzgâr, düşünüyor gibiydi. Bir süre ortama sessizlik hâkim oldu. Bu sessizlik dakikalar ile ölçülebilirdi ama İlkem’e saatler kadar uzun gelmişti. Sonunda bu derin sessizliği ilk bozan Rüzgâr olmuştu. “Şey, madem biz dostuz. Madem biz arkadaşız. Birbirimiz için rol yapmanın nesi yanlış? Üstelik nişanlıymışız gibi yapacağız; bana uyar,” dedi.

“Evet, evet, nişanlıymışız gibi yapacağız. Yalancıktan yani. Bildiğiniz rol yapacağız.” İlkem, içinden geçtiği ruh haliyle hiç durmadan konuşuyordu. Niyeti isteğinin masum bir istek olduğunu anlatmaktı. Esasında bunun en iyi çözüm olduğunu hepsi biliyordu. Klasik kıskandırma tekniği her zaman işe yarardı çünkü.

Ömür, verilen karardan memnun gülümsüyordu. “Hocam, nişanlı olduğunu bu akşam yiyeceğiniz yemekte söyleyeceksen eğer sana bir yüzük lazım; hatta iki yüzük lazım. Hadi bakalım tatlılar bittiyse ben hesabı ödeyeyim. Sonra da hep birlikte gidip size yüzük bakalım.”

Karizma çocuk yüzük deyince İlkem, heyecanlanmış yalancıktan da olsa hemen havaya girmişti. Hep birlikte gidip kuyumcudan birer yüzük aldılar ve hemen orada yüzükleri parmaklarına taktılar. İlkem, arkadaşlarına yardımlarından dolayı teşekkür edip daha sonra da birbirlerinden ayrıldılar.
Eve dönerken Zarife Hanım’ın üzerinde hala bir tedirginlik vardı; “Kızım bir işe kalkıştın ama umarım eline yüzüne bulaştırmazsın.” 

“Ben arkadaşlarıma güveniyorum. İnan bana bu işin başka yolu yok… Arif’i de kırmak istemiyorum. Biz onunla yılları paylaştık dahası ben hala onu seviyorum. Ben ondan isteyerek ayrılmadım ama ona tekrar dönmem de imkânsız. Nedenini sen de biliyorsun? Ben onu delice severken ve ona âşıkken o beni arsızca terk etti. Onu hala seviyor olsam bile gururum ve inancım ona dönmeme engel teşkil ediyor…” 

İlkem, annesinin koluna girdi ve taş döşeli kaldırımda yürümeye başladılar. Genç kadının ruhu acılar içinde kıvranıyor olsa da Arif'i benliğinden söküp atmak istiyordu. Sessiz adımların eşliğinde vakit bir hayli geçmiş akşamüzeri olmuştu. İki kadın uzun bir yürüyüşün ardından sonunda evlerine gelmişti. Yemeğe gitmek için İlkem’in fazla vakti kalmamıştı. Hemen odasına geçti çok da abartmadan üzerini giyinip Arif’i aradı. “Ben hazırım!” 

Arif, yaklaşık yarım saat sonra kapı önüne gelmiş ve kapının ziline basmıştı. Kapıyı açan Zarife Hanım’ı karşısında gördüğünde hiçbir şey olmamış gibi gülümseyerek, “Merhaba efendim!” deyip İlkem’i dışarıda beklediğini belirtti. Tıpkı kendisi gibi anne hanım da hiç bozuntuya vermeden ‘tamam’ deyip kapıyı tekrar kapatmıştı.

İlkem, dışarıya çıkmadan önce pencerenin tül perdesini aralayıp onun ruh halini uzaktan uzağa incelemek istemişti. Yüz ifadesine ve vücut hareketlerine bakılacak olursa onun keyfi yerindeydi; arabadan dışarı çıkmış üzerine lacivert takım elbise giymiş iki de bir sol kolundaki saatine bakıyordu.
Onun bu sabırsız halini gören genç kadının içine kor ateşler düşmüştü. Neden onu her gördüğünde ruhu bu kadar acı çekiyordu, neden? Onu hala çok seviyor olduğundan olabilir miydi? Severek ayrılmak dedikleri bu olsa gerekti. Önceden olsa koşup boynuna atlar başını göğsünde uyuturdu.
Tıkanan nefesini açmak için saymaya başladı. Bir, nefes al ver. İki, nefes al ver. Üç, nefes al ver. Her defasında burnundan derin nefes alıyor sonra ağzından yavaş yavaş geri bırakıyordu. Nefes açma egzersizi bittiğinde ruhen rahatladığına inanarak evin giriş kapısına doğru yaklaştı. Kapıyı açmak için elini uzattığında gözü parmağındaki yüzüğe kaydı. Parmaklarının uyuştuğunu hissetti. Güçsüz parmakları kapının kulpunu kavradı ve “cılk” sesinden sonra ağır çekimde içe doğru açıldı.
Ona doğru attığı her adım da dizlerinin bağı çözülüyordu ama Arif, inadına ayakta durmaya gayret ediyordu. Bugün onun kalbini sonsuza kadar karartacaktı. Bugün onu kalbinden sonsuza kadar atacaktı. Biliyordu ikisi de sonsuza kadar ayrılık ateşinde kavrulacaktı ama bunu yapmak zorundaydı; zaten bu saatten sonra ona kin duymuyor sadece acıyordu…
“Merhaba!”

“Merhaba!” Sevdiği kadına karşılık verdiğinde yüzünde zafer kazanmış bir komutan edası vardı ve gülümsüyordu. Onun dudaklarına yayılan bu gülümseme ben kazandım gülümsemesiydi. Bu arada İlkem, sakin ama kararlı adımlarla arabanın kıyına varınca durdu.

Arif, centilmen bir erkek gibi davranarak arabanın kapısını açtı ki zaten centilmen bir erkekti.
Soğuk ve mesafeli bir ses tonuyla, “Gerek yok!” deyip arabanın arka kapısına yöneldi İlkem. Sonrasında Arif’in çekinceli bakışları altında kapısını kendisi açtı ve arka koltuğa geçip oturdu.
Genç öğretmenin son yaptığı hareketlerden sonra Arif’in yüzündeki gülümseme anında yerini ciddiyete terk etmişti. Sevdiği ama terk ettiği kadına bozulduğu kesindi. Genç kadın, başka nasıl davranabilirdi ki? Arif'e göstereceği her yakınlık yanlış anlaşılabilir ve onun ümitlenmesine yol açabilirdi. Onun için elinden geldiğince ona ümit vermemeye gayret ediyordu.
Nihayetinde araba hareket etmiş ve yola çıkmışlardı. Arif, arada bir dikiz aynasından İlkem’e bakıyor ve gülümsemeye çalışıyordu. Sırf onunla göz teması kurmamak adına başını camdan tarafa doğru çevirmişti İlkem. Maksadı onun kaçamak bakışlarına maruz kalmamaktı. İlkem, camdan akıp giden trafiği seyretmeye dalmış bu dalgınlığı beraberinde zihnine geçmişten damlalar düşürmüştü.
“Aşkım seni seviyorum!”

“Ben de seni seviyorum ama sen bana bakacağına yola bak istersen.” Arif’i uyarır uyarmaz acı bir fren sesiyle öne doğru savrulmuşlardı. Genç aşık sevdiği kadına bakayım derken neredeyse kırmızı ışıkta karşıya geçiyordu, üstelik burası bir okul kavşağıydı.
İçinden ‘şapşal sende’ diye geçirdi ilkem. Eski günler hayaline düşünce ister istemez genç öğretmeni de gülümsetmişti. İlkem’in kendi kendine gülümsediğini gören Arif, “İyi misin?” diye sordu.

Soğuk ama ruhsuz bir ses tonuyla, “Merak etme iyiyim!” diye cevap verdi İlkem. Yol boyunca pek konuşmadılar. Oysa onlar bir aradayken hiç susmazdı. Birbirleriyle konuşacak o kadar çok ortak noktaları vardı ki, onlara zaman yetmezdi.
Şimdi aynı arabanın içinde iki yabancı gibi yol alıyorlardı. Genç öğretmenin içini sızlatmıştı bu gerçek. Bir gerçek daha vardı ki onun içini sızlatan o da birazdan yapacaklarıydı. Ona yapacağı şeyi düşündükçe kalbi sancıyordu ama bu kalbinin bilmem kaçıncı sancısıydı. Öyle çok yerinden yara almıştı kalbi; artık acıya karşı bağışıklık kazanmış ve hissizleşmişti. Bazen hissizleşmek işe yaramıyor da değildi hani. En azından insanın taşlaşan kalbini kimse yeniden kıramıyordu…

Kasaba küçük bir yer olduğu için araba yolculuğu da kısa sürmüştü. Güzel bir restoranın önünde geldiklerinde durdular. Önce Arif, indi arabadan. Sonra gelip kibar hareketlerle eski eşinin kapısını açtı. Burası küçük bir yerdi ama dışarıdan bakıldığında bile temiz ve tertipli görünüyordu. Kapıda bir görevli karşıladı onları, “Hoş geldiniz efendim, buyurun sizi masanıza götüreyim,” dedi ve önlerine düştü.

Göründüğü üzere Arif, önceden yer ayırtmıştı. Her zaman bu tür organizasyonlarda çok başarılıydı zaten. Kendilerine gösterilen şık bir masaya geçip oturdular. Yer gösteren görevli gitmiş elinde yemek menüsüyle başka bir görevli gelmişti.
Yemek menüsünü getiren görevli elindeki menüyü kibarca önlerine bıraktı. Yılların verdiği alışkanlıktan olsa gerek ikili menüden aynı yemeği seçtiler. Yaptıkları bu seçim İlkem’i içten içe gülümsetmişti. Arif, onun gülümsediğini gördüğünde, “Bir şey mi oldu?” diye sordu.

“Hayır” manasında başını sağa sola salladı İlkem. Kendi içinde neden onun yemek teklifini kabul ettiğin sorguladı ve keşke kabul etmeseydim, diye yine kendisini suçladı. Şimdi onun gözlerine bakmamak için bakışlarını kaçıracak yer arıyordu. Genç kadın, bakışlarını bir zamanlar deliler gibi sevdiği adamdan kaçırmaya çabalarken Arif, tam tersini yaparak bakışlarıyla onu markaj altına alıyordu. Öyle ki, rahatsız edici bakışlarını onun yüzünden bir milim olsun ayırmıyordu.
Gerçekten birinin göz hapsinde olmak rahatsız edici bir eylemdir. İnsan elini kolunu nereye koyacağını şaşırır. Hele ki, bu insan eski kocan olduğunda işlerin içinden çıkmaz bir hal alacağı kesindir. İlkem, kaşlarını çatarak yüzüne ciddi bir ifade yerleştirdi. “Bir sorun mu var?” Maksadı onun ilgisini üzerinden çekmekti. Yani öylesine laf olsun diye sorulmuş bir soruydu bu.

Arif, vücudunu hafiften öne doğru meyillendirip dirseklerini masaya dayadı. İki elini birbirine geçirerek çenesinin altında birleştirdi. Kısa aralıklı bir nefes egzersizi yaptı ve iki kelime döküldü dudakları arasından. “Mutlu musun?”

Şimdi durduk yere ‘mutlu musun’ diye sormak da ne demek oluyordu, resmen saçmalıyordu. Mutlu olmadığını ama mutlu olmak için çabaladığını bile bile bunu ona sorması cidden saçmalıktı. Bunu onun heyecanına veriyordu yoksa hırsından şuracıkta onun boğazına yapışıp, hangi cüretle bana bunu sorabiliyorsun, senin derdin ne be adam, diye içinden hesap sormak geçiyordu ama yapmadı… Yapamadı değil yapmadı… Sabredip metanetini koruması gerekiyordu çünkü onun amacını biliyordu…
Gerçeği söylemek gerekirse Arif’in sarf ettiği bu iki kelime İlkem’in yüzüne acı bir tokat gibi şaklamıştı. Hayatının içine sanki atom bombası koyan kendisi değilmiş gibi bir de kalkmış mutlu olup olmadığını soruyordu.

Madem Arif, onun gözlerinin içine baka baka konuşmuş ve onu can evinden vurmaya kalkışmıştı, işte şimdi sıra ondaydı. Hırsına kurban seçtiği kara gözlerini, hiç çekinmeden onun yüzüne sabitledi. Öfke dolu gözleri kısılırken, “Neden olmayayım?” diye sordu.

Arif’in bakışları hala onun üzerindeydi ve gözlerini kırpmadan sevdiği âşık olduğu kadına bakıyordu. “Mutlu olmana çok sevindim! Gerçekten ama gerçekten geçmişte sana mutsuzluk verdiğim için çok özür dilerim. Biliyorum ben aptalın tekiyim. Biliyorum yaptığımın telafisi yok ama ben yine de elimden geldiğince geçmişte sana yaşattıklarımın izlerini silmeye çalışacağı...”
Arif, cümlesini tamamlayamadan yemek servisi gelmişti. Genç kadın içinden derin bir “oh” çekerken az da olsa rahatlamıştı. Belki onun niyeti halisti ama İlkem’in eskiye dönmeye hiç niyeti yoktu. Bırak eskiye dönmeyi eskiden söz etmek bile onun canını yeterince yakmaya yetiyordu.
Yemekler servis edilip garson masadan ayrılınca genç öğretmen “ıhım” diye bir ses çıkardı genzini temizlemek maksatlı. Biraz da niyeti Arif’in ilgisini üzerine çekmekti bunu başarmıştı da. “Geçmişin izlerini silmek için hiç çabalama Arif, çünkü bu çaba beyhude bir çaba olur…”

Genç adamın, rengi anında değişmiş beti benzi sararıp solmuştu ama kadın buna aldırmadı, çünkü net olarak istediği buydu. Onu yaralamak… Kim bilir belki de içten içe ondan intikam almak istiyordu; zaten intikam denilen olgu soğuk yenen bir meze değil miydi? Soğuk ama yemesi keyifli…

Bakışları donuk gözleri buğuluydu. Tıkanan nefesini açmak için derin bir soluk aldı. İçine çektiği soluğu usulca geri verirken elleri masanın üzerindeki kristal kuplu bardağa uzandı. Kulpundan sıkıca kavradığı bardaktan bir yudum su içti ve bardağı tekrar yerine bıraktı. bu arada alnına dökülen kısa kesilmiş perçemini geriye doğru savuştururken dudaklarından kelimeler fısıltı halinde döküldü.  “Yalnız ben seni sevmekten asla vazgeçmeyeceğim.”

Kadının tavırları ciddileşti ve ciddiyet çehresine mühür gibi vuruldu, “Bana kalırsa vazgeçmelisin, bilmediğin şeyler var çünkü…”

Sol elindeki çatalı tabağındaki salataya daldırırken, ”Ne gibi şeyler?” diye sordu Arif.

Kadınını sesindeki tını renk değiştirerek kesinlik kazanırken, sağ elinde tuttuğu çatalı hırsla tabağındaki ete sapladı. “Bilmek istemezsin!”

Görünüşe bakılacak olursa ikisi de birbirine olan hıncını yemeklerden çıkarıyor gibiydiler zira ağızlarına attıkları lokmaları seriye bağlamışlardı…
Yalnız İlkem, yemekten lokmalar alırken özellikle yüzük olan elini kullanmamaya dikkat ediyordu. Nedeni Arif’e yapacağı sürprizi en sona saklıyordu. İçinden yaşasın kötülük diye çığlık atmak geçti ama yapmadı. Yapmadı çünkü onun asıl niyeti kötülük yapmak değil kanayan bir yaraya tuz basıp kanamayı durdurmaktı. Belki canı yanacaktı ama en azından kanayıp duran o yara artık kanamayıp kabuk bağlayacaktı.
Yemek masasında konuşulanlar ikisinin de hoşuna gitmediği için yemeği hızlı bir şekilde yemiş ve bitirmişlerdi. İlkem, yemekten sonra tatlıyı sevmezdi Arif’te bunu bilirdi. Bu sebepten dolayı İlkem’e sorma gereği bile duymadan kahve siparişlerini verdi.
Kahvelerini içerken konuşmayı bir tarafa bırak birbirlerinin yüzüne dahi bakmıyorlardı, daha doğrusu bakamıyorlardı. İkisinin de kendi içlerinde bir hesaplaşma yaşadıkları belliydi. İlkem’in içinde yaman bir hesaplaşma olduğu kesindi de Arif’in bakışları çok uzaklardaydı. Bu da gösteriyordu ki, genç adamda kendi içinde bir hesaplaşma yaşıyordu. Hiç kimse durduk yere yanında en sevdiği kişi varken elini çenesine dayayıp uzaklara dalıp gitmezdi. Suskundu ve suskunluğu ondandı…

“Ben sözümü tuttum, yemekler yenip kahveler de içildiğine göre kalksak mı artık?”

Arif, duyduğu sesle uykudan uyanır gibi yaparak “hıh” diye bir ses çıkardı. Elleri önce yüzüne uğradı sonra gözlerini ovuştururken nefesini üfleyerek dışa verdi. Önünde duran telefonun ekranını yukarı kaydırdı zaman göstergesine baktı. Çifte kavrulmuş kahve kadar koyu renk gözleri kapanıp açıldı alt dudağı dışa doğru gergin yay gibi kıvrılırken. “Sandığın kadar geç değil. Yani vakit daha erken biraz daha kalsak olmaz mı?”

Onun yalvaran gözleri genç kadının ruhunu ateşe verse de umursamadı. Bilindik yüz mimikleri kurduğu cümleye eşlik ettiğinde, “Biraz daha kalmak neyi değiştirecek?” diye sordu.

Hayatını bozuk para gibi harcadığı kadının sözleri genç adamı, kahrı perişan ettiği irice açılmış göz bebeklerinden okunabiliyordu. “Biraz sohbet ederdik…”

“Yapma Arif, biraz daha kalmak veya biraz daha sohbet etmek hiçbir şeyi değiştirmeyecek.” Kadının sesindeki resmiyet açık ara öndeydi.

Arif, “Neden bütün yolları kapatıyorsun?” diye sordu birazdan kalbinin tam ortasına saplanacak olan hançerden habersiz.

“Senden rica ediyorum tekrar başa dönmeyelim. Sen benim hayatımdan çıkıp gittin. B-ben de…”

Genç adam hazine bulmuş gibi son sözün üzerine atladı, “Ee, sana ne olmuş?”

Yalanı ortaya çıkmasın istiyordu bunun en kolay çözümü ise göz teması kurmamaktı; İlkem’de öyle yaptı usulca başını öne eğdi. “Sen gidince ben de hayatıma başka birini aldım. Bak,” dedi parmağındaki yüzüğü göstererek.

Karşı tarafın atağa geçmek yerine yüzü kızarmaya başlamıştı. Yok, kızarmamış morarmıştı. Bir an nefesi kesiliyor gibi olmuş akabinde elini boğazına götürmüştü. Bütün bunlar sonuç vermeyince daha rahat nefes alabilmek adına kravatını gevşetip gömleğinin yakasını açmıştı.
İlkem, onun bu tepkisi karşısında ne yapacağını bilmiyor eli ayağı çözülmüş titremesine engel olamıyordu.  Oturduğu sandalyeden hızla ayağa kalkarak, “Se-sen iyi misin?” diye sordu.

Arif, sağ elinin ayasıyla dur işaret yaparak kalktığı yere tekrar oturmasını istedi. Masa üzerindeki su dolu bardağa uzandı ve bir iki yudum su içtikten sonra bardağı tekrar yerine bıraktı. Genç öğretmen muhatabının iyi olup olmadığını kontrol etmek amacıyla usulca başını kaldırıp yüzüne baktı. Sıkıntılı bir hali vardı çünkü bu kesik kesik nefes alış verişinden belli oluyordu. Göz çevresi kızarıktı ve onun gözlerine acı çoktan tahtını kurmuştu. Öyle çaresiz bakıyordu ki…
Sürekli ellerinin parmaklarıyla oynamaya başlamıştı. İlkem, onu çok iyi tanıyordu; ne zaman sinirlense aynı şeyi yapardı ve öfkesini kontrol etmekte zorlanırdı. Onun bu halinden korkmalı mıydı? Kararsızdı. Sürekli yutkunup duruyordu belli ki öfkesini bastırmaya çalışıyordu. Önünde duran su bardağına tekrar uzanıp bir yudum su daha içti. “K-kim?”

İstediği şeyi yaptığı halde neden onun gözlerindeki keder İlkem’i boğuyordu. Neden onun acı çekiyor olması ruhunu acıtıyordu. Neden, ona acı çektirmek kalbinde yangınlara sebep oluyordu. Neden şu anda onu teselli etmek için kendi içinde savaş veriyordu. Nedeni gün gibi aşikârdı çünkü hala onu seviyordu... Kahretsin ki, hala onu seviyordu…
Genç kadın baş edemediği zihnini alabora eden soruları ve cevapları elinin tersiyle uçurumdan aşağılara ittirdi. “Şey,” dedi “Rüzgâr, çocukluk arkadaşım. Hani açılışta karşılaşmıştınız ya?”

Arif, sadece başını aşağı yukarı salladı. Belli ki, konuşacak mecali kalmamıştı da ondan dolayı başını sallamakla yetinmişti. “Seviyor musun onu?”

Sık nefes alıp vermekten dudakları kurumuştu. Konuyu kısa kesmek için başını öne arkaya doğru salladı İlkem. “Evet!”

Masa üzerindeki peçetelikten bir peçete çekti burnunu siler gibi yaptı Arif. “Âşık mısın?”

Olumsuz anlamında başımı sağa sola salladı İlkem. “Hiç değilim. Aşkı bir kere sende tattım, tatsız zehir gibi acı bir tat bıraktı dimağımda. Artık âşık olmuyorum.”

Gözlerindeki yangın harlanmıştı. “Peki, neden kabul ettin? Yani benimle yemek yemeyi?”
“Sen de takdir edersin ki, bu konu ayaküstü konuşacak bir konu değildi.”

Arif, uzun soluklu bir nefes alıp oflayarak geri bıraktı; zar zor aldığı nefesi geri verirken ikinci kere oflamıştı. Gerçeği öğrenmenin verdiği ahlar Arif’in ruhundaki yanık kokusunu genç kadının burun deliklerine doldurmuştu. “Nasıl öğrendiğim neyi değiştirir ki; öyle de acı böyle de acı.”

“Bana göre çok şey!” dedi kadın.

Umursamaz görünmeye çalışılıyordu adam fakat bunu başardığı söylenemezdi. Buzdan bir kütle gibi soğuk ve ürperticiydi sesindeki boğukluk, “Kalkmak istersen!”

“Olur!” Bu ortamda daha fazla kalmak ve onu rencide etmek eziyet geliyordu ruhuna. Hemen ayağa kalktı yan taraftaki sandalyeye uzanıp kol çantasını aldı ve sol kolunun taktı. Arif, masadan destek alarak ayağa kalktı süzgün bakışlarını hiç çekinmeden İlkem’in üzerine sabitledi. “Yalnız Şunu bilmeni isterim ki, seni sevmekten asla vazgeçmeyeceğim ve senden hiçbir zaman umudumu kesmeyeceğim!”
Netice itibarıyla genç öğretmenin sesindeki yumuşak doku yalvaran cinstendi, “Bunu yapma… Kendine de bana da eziyet etme!” 

Arif, arkasını döndü elini alnına koydun sesi tarazlı ve ağlamaklı çıkıyordu. “Kahretsin!” diye söylendi ve ağız boşluğundan çıkan sözcükler bir nefes gibi havaya savuruldu. Sağ elini sol göğsü üzerine bastırdı… Gözleri yavaşça kapanıp yere yığılırken, “Seni seviyorum!” dedi.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top