Sanmak B-28-

                                                                                                                            İçinden geçtiğin anı yaşamak!
Gerçekten de içinden geçtiğimiz anı yaşamayı başarabiliyor muyuz?            Peki, neden anı yaşamak dururken illa ki gelecek kaygısı çekerek kendimizi mutsuzluğa mahkûm ediyoruz. Üstelik gelecek bir bilinmezken.

Sanmak…

Gelecekte mutlu olabileceğimizi sanmak; işte hepsi bundan ibaret!  Oysa sanrılar ve beklentiler çoğu zaman hayal kırıklığıyla sonuçlanır. Tercihlerimizdir bize geleceği yaşatan. Tercihlerimizdir bizi kaderin kucağına atan. Neyi tercih edersek kaderimiz bizi oraya taşır. Hiçbirimiz geleceğin ne getireceğini bilemediğimiz için bize göre doğru tercih, yanlış bir yol seçimi olabilir. Bunu baştan bilebilmek imkânsız gibi bir şeydir.
İçimizde geleceğe karşı öngörülü olanımız mutlaka vardır ama bazen ön görü bile işe yaramaz. Ne yaparsak yapalım kul kaderini yaşar ve kader çoğu zaman tercihlerimiz sonucu şekillenir.

Sude ve Ömür, geri döndüklerinde Sude’nin ağlamaktan göz çevresi kızarmıştı. İlkem, olayın iç yüzünü bildiği için ‘canım ya kıyamam’ diye geçirirken içinden Zarife Hanım Sude’yi yüzü gözü kızarmış görünce telaş yaptı. “Kızım ne oldu sana, yüzün gözün kıpkırmızı olmuş? Birimiz farkında olmadan seni kırıp incitecek bir şey mi yaptık?”

Ömür, anne hanımın sorularını savuşturmak babında bir atmaca gibi ileri atıldı. Tabii ki onun amacı sevdiği kadını her açıdan korumak ve sahiplenmekti.
Genç adam yüzüne umursamazlık maskesi takarken kalbinde filler tepişiyordu. “Bir şey yok teyzeciğim, sen meraklanma. Sude, arkadaşımızın anlattıklarına üzülmüş biraz. Bir de ben geçmişi anlatmaya hazır değilim diyor. Evvelini anlatmaktan neden bu kadar çekiniyorsa onu da anlamış değilim. Oysa burada hepimiz arkadaşız. Birbirimizden saklımız gizlimiz kalmasın diye uğraşıyoruz fakat arkadaşımız ne zaman anlatmak isterse o zaman anlatır, zorlama yok bu işte. Herkes gönüllü anlatsın başka türlüsü olmaz zaten.”
Ömür’ün yatıştırıcı konuşmasının ardından gergin ortam rahat bir nefes almıştı.

Songül, abisini çok iyi tanıdığı için onun gergin olduğunu anlaması uzun sürmedi lakin onu neyin yatıştıracağını da iyi biliyordu; bir bardak demli çay. Bir bardak çayın onun sinirlerini yatıştıracağını biliyordu lakin yine de ‘abi çay ister misin’ diye sorarken genç kız baya çekingen davranmıştı.
Songül’ün abisine karşı çekingenliği bariz bir şekilde belli oluyordu ve ortamdakilerin de gözünden kaçmamıştı zira ‘abi çay ister misin’ diye sorarken bile bakışlarını saklayacak yer arıyordu. Buna rağmen karakteriyle özdeşleşen genç kız, hem çekiniyor hem de bildiğini okumaktan geri durmuyordu. 

Ömür, yapmacık bir gülümsemeyle kız kardeşine baktı. Sanırım hala üzerindeki gerginliği atamamıştı, zaten sürekli dişleriyle yanağının iç kısmını ezmesinden gerginliğinin devam ettiği anlaşıyordu ki bu da yadsınacak bir durum değildi. Kendi hayatıyla ilgili sorunlar yaşıyordu ve konu hassas bir konuydu.
Ömür, kız kardeşine cevap vermekte gecikince İlkem, ondan önce davranarak, “Songül’cüğüm sormana gerek yok, doldur birer bardak çay içelim.” dedi.

Songül, abisine bakıp göz devirirken İlkem, işaret dilini kullanarak kaşlarını havalandırdı ve semaver tarafını gösterdi. Bir bardak çayın sinir sistemi üzerinde yatıştırıcı etkisi olduğunu bilmeyen yoktur. Eminim bizimkilerin gergin sinirlerine de iyi gelecekti. 
Songül, doğru soru sorup karşılık olarak övgü alınca memnun olmuş olacak ki arsızca kıkırdadı ve omuz silkti. “Ben bilirim, abim ne zaman sinirlense çay ister benden,” dedi ve her şeyi yine birbirine kattı. Bu kadar saf ve temiz kalpli olma be güzelim, görmüyor musun çam üstüne çam deviriyorsun.

Ömür, bozguna uğramış başını bezgince sağa sola sallarken, “Hadi Songül vereceksen ver bir bardak çay.” dedi.

Genç kız, aceleyle çayları doldurup önce abisine ikram etti. Sıcak çayın aromatik kokusu burun deliklerine doldukça yudumladılar. Her yudumda sinirleri gevşedi. Gevşeyen sinirlerin yerini tatlı bir uyuşukluk aldı. Bardaklar peş peşe doldu boşaldı. Sohbetin kıyısına vuran kelimeler ağız boşluğunda yuvarlandı ve cümleler oluşturdu. Cümleler kalplere dokundu yeniden sohbet koyulaştı.

Ömür, son yudumu boğazından aşağıya gönderdikten sonra yarıda kalmış konuşmasını sonlandırmak amacıyla söyleşiye devam etti: “Benim hayatımın geçmişte kalan kısmını hemen hemen hepsini anlattım, başka kayda değer bir şey de yok zaten; yani benden bu kadar. Sude arkadaşımız da anlatmak istemediğine göre onu pas geçiyoruz. Geriye iki kişi kalıyor o da İlkem hocam ve Zarife teyze.” dedi.

Ömür’ün son cümlesine istinaden Zarife Hanım, ellerini gençlere karşı tutarak, “Beni de pas geçin oğlum, benim anlatmaya gücüm yok. Benim geçmişim zaten İlkem’ in geçmişiyle iç içe yaşandı. Onun için benim yerime de kızım İlkem anlatsın,” diyerek işin içinden kolayca sıyrıldı.

İlkem, sıranın kendisine geldiğini duyunca içli bir nefes alıp verdi ve aldığı nefesi geri bırakırken geçmişin sıcak nefesi dudaklarını kuruttu. Kuruyan dudaklarını önündeki çaydan bir yudum alarak ıslattı.
Geçmişin perdesini aralandı iki kanatlı kapının kanatları yanlara doğru açıldı ve açık kapının aralığından ilk cümleler dökülmeye başladı. “Benim hikâyem, belleğimde iz bırakan uzun bir hikâye. Benim hikâyem, severek ayrılanların hikâyesi. Benim hikâyem, ihaneti görmüş en sevdiği tarafından terkedilişin hikâyesi. Benim hikâyem, olmaz böyle şey dedirecek akıllara ziyan; uzun ince bir yolculuğun hikâyesi…” Kurduğu cümleleri bitirip soluklanmak için durdu ve düşünmeye başladı. Haklı olarak düşünüyordu çünkü anlatmaya nereden başlayacağını bilemiyordu, çünkü neresinden başlasa bir kenarı elinde kalıyordu.
Genç kadının düşündüğünü gören Ömür, “Ne oldu hocam, anlatmaktan vaz mı geçtiniz yoksa?” diye sordu. Kendisine yöneltilen soru üzerine genç öğretmenin hayal perdesine düşen dünleri yüzüne yansıyınca acı bir tebessüm oturdu çehresine. “Yok, vazgeçmedim de nereden başlasam diye düşünüyordum.”

Songül, duyacağını duymuş hiç durur mu? “İlkem abla, en baştan başla anlatmaya. Mesela, âşık oldun mu? Evlendin mi? Neden tekrar buraya gelmek istedin?” Songül, soruları peş peşe soruyor her soru İlkem Hoca'nın hafızanda geçmişin canlanmasına neden oluyordu. Ömür, kız kardeşinin arkadaşını soru yağmuruna tuttuğunu gördüğünde, “Songül, çay doldur!” diye tersler nitelikte konuşsa da kız haklıydı; aşk insan hayatında en başta gelen bir olguydu.

“Tamam, Songül’üm madem sen öyle istiyorsun bende en baştan başlarım anlatmaya. Seni mi kıracağım.”
He..he..he… Gülüştüler.

Geçmişin sarı yaprakları birbiri ardına çevrildikçe İlkem’in bakışları hayali bir noktaya sabitledi ve hayalhanesine üniversiteye başladığı ilk günün anısı düştü. “Başımızda kavak yellerinin estiği lise yıllarımız ne kadar da güzeldi; öyle değil mi?” diye sordu. Geçmişe dudak bükerken sözcüklere anlam yükleyen Sude, önce açık havada olmanın avantajını kullanarak ciğerlerine derin bir nefes çekti sonra ciğerlerine çektiği derin nefesi üfleyerek geri verdi ve bakışları maziye kadar uzandı. “Ah, o yıllar, gitti de gelmez geri. Hayatı eğlenceden ibaret sandığımız gençliğimizin doruğundaki yıllar.” dedi.

Sude’nin ağız boşluğundan çıkan her kelimenin hecesinde geçmişe özlem duyduğu belli olurken İlkem, kendisine el sallayan gençlik yıllarına uzaktan göz kırparak konuşmasına kaldığı yerden devam etti. “Ben o yaşlardayken hayatı hiç sorgulamazdım. Hayat hep uçuk kaçık yaşanır falan zannederdim ama zamanın acımasız çarkları her şeyi bir, bir öğretiyor insana,” dedi.
Songül, meraklı bakışlarını İlkem’in yüzüne sabitleyerek, “İlkem abla, meraktan çatlayacağım sonra ne oldu?” diye sormuştu.
Songül’ün soruları ister istemez genç kadını hatıraların tozlu sayfalarına taşıyordu. “Songül’üm lise yıllarını har vurup harman savurduktan sonra üniversiteyi kazandım. Üstelik derslerinde başarılı bir öğrenciydim. Benim bir tek idealim vardı o da öğretmen olmak. Tabii bu ideali bana aşılayan kişi Sude’nin babası canım öğretmenimdi,” dedi ve soğumaya yüz tutmuş çayından bir yudum daha aldı. Boğazından geçen sıcak çay yudumunu yutarken yine gözleri daldı gitti geçmişin ona el sallayan limanına. “Babam ve ben üniversiteye kayıt yaptırmak için gitmiştik. Üniversiteye kaydımı yaptırıp ikamet ettiğimiz şehre geri dönecektik. Tam kayıt yaptırıp dışarı çıkma üzereydik. İşte eski kocam Arif’i ilk olarak orada gördüm…”

Genç öğretmen tam cümlesini bitirmiş soluklanmak için ara vermek istediğinde Songül’ün sorusuyla sabote edildi. “İlkem abla senin eski kocan mı var? Bak ben bunu bilmiyordum?” Songül’ün sorusuna cevap olarak başını evet manasında aşağı yukarı salladı İlkem.
“Garibim Arif, tek başına üniversitenin uzun koridorunda şaşkın şaşkın öğrenci kayıt odasını arıyordu. Bizi görünce affedersiniz sizlerde burada yenisiniz galiba? Ben öğrenci kayıt odasını arıyorum. Yerini biliyorsanız bana da tarif eder misiniz, diye kibar bir dille sormuştu. Babam samimi bir dille ‘tabii delikanlı gel benimle’ deyip Arif ile birlikte koridor boyunca yürüyüp sonra da ‘bak delikanlı buradan sonra önce sağa sonra tekrar sağa dön ondan sonra aradığın yeri tam karşında görürsün,” diyerek kayıt odasını bir güzel tarif etti.

İlkem Hocam, “Merakımı mazur görün ama daha sonra okulda nasıl karşılaştınız?” diye sormuştu Rüzgâr. Kendisine yöneltilen soru üzerine İlkem, önce ellerini uzun saçları arasına dolaştırdı sonra karıştırdığı saçlarını topladı ve arkasından dolaştırıp boynunun sol tarafına salık bıraktı. Bir önceki soruya cevap vermek istediğinde zoraki bir tebessüm oturmuştu dudaklarına. “Oraya gelene kadar daha çok yolumuz var.” Sorulan sorunun karşılığı verildiğinde ortama çatlak sesleri boğan büyük bir sessizlik tahtını kurdu. “Babam kayıt odasını tarif ettikten sonra Arif bize teşekkür ederek yanımızdan uzaklaşıp gitti. İşte o gün onun telaşlı şaşkın hali gözlerime mühürlenmiş, yüzü hafızama kazınmıştı. Bu şaşkın çocukla tekrar karşılaşır mıydım, büyük olasılıkla evet! Yani onunla aynı okulda tam dört yıl öğrenim görecektik. Bu da onu görebilme ihtimalini artırıyordu. Ben bu doğrultuda hayal kurarken, okula başlayalı neredeyse bir yıl dolmak üzereydi fakat ben henüz onunla karşılaşmamıştım ve onunla karşılaşma hayalim ister istemez tükenmişti.

Geçmişin köz gibi yakan anılarını anlattıkça genç öğretmenin dudakları kurumuştu. Kuruyan dudaklarını bir yudum soğuk çayla ıslattığında annesinin durağan bakışlarıyla karşılaştı; zira kadın kızının geçmişi yâd ederken zorlandığını düşünüyordu. Kadının düşüncesine hak vermemek haksızlık olurdu, zira kızı yeni iyileşmeye başlamıştı ve hastaneden çıkalı az bir zaman geçmişti.
“İlkem kızım, anlatmak istemiyorsan kendini zorlama.”

“Yok, anne, sırtımda kambur gibi duran bu yükü ancak anlatırsam rahatlarım,” dedikten sonra içinden geçen solgun anılara bir gülücük bahşedip annesini rahatlamak adına olumlama yaptığında peş peşe fikriyatını sıraya dizdi. “Benim canım annem sen kendini yorma. Hazır gönüllü dinleyici bulmuşum onların kafasını şişirmeden bırakır mıyım hiç?” dedi.
İlkem, yaptığı olumlu şaka arkadaşlarının gülümsemesine neden olurken Songül, “Sen anlatmaya devam et İlkem abla, ben sana bir çay daha getireyim. Baksana bardağın boşalmış.” dedi.

Songül, yerinden kalkıp henüz birkaç adım atmıştı ki ani bir hareketle durdu ve gözbebekleri yavaştan kısılmaya başladı. Herkes onun bu ani tavrına anlam yüklemek isteyerek ona bakmaya başladığında, “Ben gelene kadar hiçbir şey anlatmak yok.” dedi. Bunu söylerken işaret parmağının yönü İlkem’i gösteriyordu.
He..he..he..he… Gülüşme sesleri çınar ağacının yaprakları arasında dolaştı ve oradan bulutlara ulaştı. Genç kız, çayları getirene kadar dudaklar mühürlendi hiç kimse tek kelam etmedi.

İlkem, önüne kadar getirilen tepsiye uzandı ve bir bardak çay aldı. Sonrasında aynı sakinlikle uzanıp çay kaşığını yarım doldurup çayına şeker kattı. Bir süre aynı yöne doğru yavaş yavaş karıştırdı ve çay kaşığını bardak-altlığının kenarına bıraktı. Taze çayından bir yudum aldı ve sıcak çayı ağız boşluğunda dolaştırarak dimağında tat bırakmasını sağladı; ağız içinde çalkadığı yudumu naifçe yutkundu. Boğazından aşağı yağ gibi kayan çay midesine indiğinde geriye hoş bir keyif bırakmıştı. Kısa bir molanın ardından sabırsız bekleyişe son vermek işretken dudakları birbirine paralel olarak aralandı:
“Arif ile yollarımız ikinci kez ancak yılsonuna doğru kesişti. O da okulda değil otogarda. Bu kez yolumuzun kesiştiği yer aynı otobüstü. Tam elimdeki kilolarca ağırlıktaki valizi otobüse yerleştirmesi için muavinine veriyordum ki, arkamdan afili bir ses, ‘Merhaba!’ dedi. Boş bulunup tedbirsizce başımı arkaya doğru döndürdüğümde bir de ne göreyim, karşımda aylar önce bize kayıt odasının yerini soran şaşkın öğrenci Arif, duruyor. İlk gördüğüm güne nazaran daha özgüvenliydi. Bakışlarım onu ablukası altına alırken gözlerimin içi gülüyordu. ‘Merhaba!’ dedim duygulu bir ses rengiyle.
Arif, elimdeki valize bakınca, “Siz de yolcusunuz galiba?’ diye sordu.
Kör müsün a çocuk diye geçirdim içimden. İnsanın iç sesi korkusuz ve arsız bir kişilik olabiliyor bazen. Sıkıysa yüzüne karşı söyle be hey gafil derler insana iç ses. Arif’in bana sorduğu soru da laf olsun diye sorulmuş bir soruydu zannımca. Eminim onun tek derdi benimle diyalog kurabilmekti. ‘Evet,’ diye yanıtladım onu tekrar görebilmenin verdiği coşkun hazla.
Arif, sıkkınca kol saatine baktı. ‘Şey, otobüsün hareket saatine epey zaman var. Beklerken bir bardak çay içelim mi?’ diye sordu ve ekledi, ‘hem biraz laflamış oluruz.’ Onun çay teklifini hiç düşünmeden kabul ettim. Üstelik bir yıl boyunca gözlerim her yerde onu aramıştı şimdi düşünmenin sırası değildi. Bana göre yabancı sayılmazdı. Hem bizim okulun öğrencisiydi hem de gözleri gözlerime çoktan mühürlenmişti. Kendisi bunu bilmiyor olsa da. ‘Olur, neden olmasın. Bende sıkıntıdan patlamak üzereydim,’ dedim.
Genç kadın, avuçları arasında sıkıca tuttuğu bardaktan bir yudum daha aldı. Bu kez aldığı yudumu hiç bekletmeden yutkundu. “Neyse kafe tarzı bir yere geçip oturduk. Birer bardak çay içtikten sonra ben bütün cesaretimi toplayarak içimde biriken sorulardan sormaya başladım. İlk görüşmemizden sonra, dedim bakışlarımı esmer tenli yüzünde gezdirirken, nedense ayın okulda olmamıza rağmen bir daha hiç karşılaşmadık? Arif, muzip bir şekilde gülümsemiş gülümserken kara gözleri hafifçe kısılmıştı. Ah işte o an eriyip akmıştı içimin yağları.
Evet, haklısınız,’ dedi ve konuşmasına devam etti. Esasında ben sizi birkaç kez gördüm ama nedendir bilmiyorum bir türlü yanınıza gelmeye cesaret edemedim, dedi.
Ben gençliğin verdiği uçarılıkla olsa gerek hiç çekinmeden; Neden cesaret edemediniz? Yoksa uzaktan bakınca ben çok korkunç biri gibi mi görünüyorum, diye soruverdim. Benim beklenmedik sorum karşısında Arif’in utanarak yüzü kızarmıştı.
H-hayır tam aksine, derken daha da kızarmıştı. Siz ç-çok güzelsiniz ondan dolayı çekindim yanınıza gelmeye, dedi. Ne yalan söyleyeyim Arif’in sözleri karşısında heyecandan neredeyse dilim tutulacaktı. Bana neler oluyordu hiçbir fikrim yoktu. Yoksa Arif, otogarda bana aşk-ı ilan falan mı ediyordu? Ben beynimin kıvrımlarında o hayali sevinci yaşarken, boğuk ve çatallı bir ses kelimeleri birbirine bağlayarak anons geçiyordu. Sayın yolcular. Otobüsümüz hareket etmek üzeredir.

İşte bizim kaderimiz okulun ilk kayıt günü yazılmıştı kalplerimize… Yol boyunca mesafeli bir arkadaşlığımız oldu. Arif, benden önce indi otobüsten; ayrılırken telefon numaralarımızı aldık ve birbirimize tekrar görüşme sözü vererek vedalaştık. Esasında bu bir veda değil başlangıçtı.
Başımda kavak yelleri kalbimde aşk kıvılcımları ile yorucu bir yolculuktan sonra evime geldim. İlk defa okul tatilim bitmek bilmedi. Önceden olsa tatilim bitmesin diye dua ederdim ailemle biraz daha vakit geçirebilmek için ama şimdi bir an önce tatilim bitsin istiyordum. Ben adı konulmamış bir duygu yaşarken kendi evimde bir gece telefonuma çokta beklemediğim mesaj düştü.

Songül ve yol arkadaşlarının meraklı bakışları üzerinde gezinirken İlkem, yanağının içini dişleyerek anlatıya tekrardan geçiş yapmıştı. Arif, gecenin bir yarısı ilk defa bana mesaj atmıştı. Mesajda, merhaba ne zaman okula dönüyorsun, diye yazıyordu. Arif’in mesajı beni aşkın kucağına atmaya yetmişti de artmıştı bile. Benim için önemli olan mesajda ne yazdığı değil mesajın kendisiydi. İçimden, sen ne zaman istersen gelirim aşkım, diye yazmak geçiyordu ama tabii ki öyle yazamazdım. Yani daha ortada fol yok yumurta yoktu, kendi kendime gelin güvey olmanın yeri değildi.
Üstelik Arif, benim duygularımdan bihaberdi. Belki Arif’in mesajı bütün dengeleri değiştirebilirdi. Bana göre bu mümkündü. Öyle ya, durduk yere otogarda iki dakika sohbet ettik diye bana gecenin köründe tutup mesaj atmazdı sanırım. Bütün bu düşünceleri alt benliğimde ölçüp biçtim ve mesaja cevap yazdım. Merhaba! Ne zaman döneceğimi bilmiyorum, tatilin bitmesine daha çok var.

Benim cevabıma karşılık olarak, sanırım rahatsız ettim iyi geceler, diye cevap yazmıştı. İçimden, gecenin bir yarısı genç bir kıza mesaj atmaya kalkışırsan elbet rahatsız edersin, diye geçirsem de bunu dile getirmedim; çünkü onun mesajı bana günün hangi deminde gelirse gelsin başımın tacıydı. Sana da iyi geceler, yazdım. Tek bir mesajına karşılık ona aşkımı ilan edemezdim.

Sude, süzgün bir bakış atıp göz kapaklarını birkaç kez kapatıp açtı. “Haklısın arkadaşım, biraz naz iyidir. Hemen yelkenleri suya indirmemek lazım,” dedi derken de gaf yaptığının farkına sonradan varmıştı. Bakışları anında Ömür’ü bulurken başını naifçe öne eğdi. Ömür, derin bir iç çekerken sanırım Sude’nin sözlerinin altında nedenler aramıştı.
İlkem, arkadaşını gafını ört bas etmek adına konuşmasına kaldığı yerden devam etme kararı almıştı, zira en iyi çözümün bu olduğunu düşünmüştü. Arif’ten bir daha mesaj alamamanın mutsuzluğunu yaşıyordu virane kalbim. En sonunda tatil bitmişti ve ben okula dönmüştüm. Okula geri döndüğümde gözlerim her yerde Arif’i arıyordu. Bir yanım ona geldiğimi haber vermek için can atıyordu ama diğer yanım gurur yapıyordu; bırak seviyorsa ilk o arasın seni. Gerçi aşk ve gurur bir arada barınmazdı ama benim gururum baskın çıkmıştı.

Bir gün başım önümde dalgın dalgın yürürken elimdeki kitaplarım bir dirsek darbesiyle yere savruldu. Yediğim dirsek darbesinden kaynaklı acı içinde ah, diye inlerken kör müsün kardeşim, önüne baksana diye çemkirdim. Bana çarpan kişiye öfkemi aktardıktan sonra başımı yerden kaldırmaya yeltenmiştim ki, tam karşımda sus pus olmuş Arif, duruyordu.
Ş-şey, özür dilerim. Sen o kadar dalgın yürüyordun ki, benim geldiğimi fark etmedin sanırım? Üstelik seslenmeme rağmen beni duymadın, dedi utangaç bir şekilde. Nasıl derdim ki; ya hiç sorma bende tam olarak seni düşünüyordum dalgınlığım ondandı, diye. Birlikte elimden düşüp yerlere dağılan kitaplarımı topladık. Kitaplarımı toplarken gözlerini bir an olsun benden ayırmıyordu. Belli ki o da beni özlemişti.
İşte o günden sonra sık sık görüşmeye başladık. Görüşemediğimiz günlerde ise mesajsız bir dakikamız bile geçmiyordu; çoğu zaman birlikte ders çalışıyor birlikte yiyip içiyorduk. Bazen kaçamak yapıp tiyatroya veya sinemaya gidiyorduk. Bir aradayken öyle mutlu ve huzurluyduk ki, birbirimiz için yaratıldığımıza inanıyorduk. Hayallerimiz vardı yaşamayı düşlediğimiz. Biz aşkımızı dolu taşkın yaşarken tüm kâinat aşkımıza şahitlik ediyordu. Canla başla çalışarak ikimizde dereceyle okulumuzu bitirmiş ve birer öğretmen olmuştuk.

Sude, gülümseyerek, “Tam da hayal ettiğin gibi,” dedi. Genç öğretmen, dudak bükerek cevap verdiğinde, “Yanılıyorsun, ben sadece öğretmen olmayı hayal etmiştim. O zamanlar hayallerimin içerisinde Arif, yoktu.” dedi.

Songül, araya biri girdiği zaman hemen atağa kalkışıyordu. Bu kez de aynısını yapmıştı.                    “İlkem abla, sonrasını gerçekten merak ediyorum. Kesintisiz anlatsan!” 
                               
“Olur, anlatayım canım, seni mi kıracağım,” dedi İlkem.
Önce aşkımızı ailelerimizle paylaştık, çünkü bu ilişkinin adı konsun istiyorduk. Songül, yine araya girerek, ”Hemen evlenmiş olmalısınız?” diye sordu.
İlkem, başını iki yanlara doğru sallarken, dudakları aralandı açık kapıdan sözcükler firar etti. “Hayır, Songül’cüğüm evlenmedik. Sadece sözlendik. Bizim önceliğimiz KPSS sınavına girip öğretmen olarak atanmaktı. Evliliği o zamana kadar erteledik.”
Saatlerdir suspus oturup İlkem’i can kulağı ile dinleyen Rüzgâr, “Hiç sorma ya, bir heves okulu bitiriyorsun sonra KPSS engeline takılıyorsun. Ondan sonra işin yoksa atanmak için bekle dur,” dedi bezgince.

Sude, “Bak bu konuda çok haklısın arkadaşım, ne çektim ben atanabilmek için,” dedi genç adamı destekler nitelikte konuşarak. 
“Biz de bu engelin farkındaydık. O yüzden çok çalıştık ve hiç vakit kaybetmeden sınavdan yüksek puan alarak atandık. İkimizde birbirine yakın şehirlere atanmıştık.”
Ömür’ün birbirine paralel aralıkta birleşen dudakları imalı bir şekilde dışa doğru kıvrıldığında, “Ne güzel azmedip istediğinizi başarmışsınız,” dedi bir taraftan da kısık bakışları Sude’ye dönüktü.

Sude, tabii ki o bakışların ne demek istediğini anlıyordu ama bazen anlamak yetmiyordu. Onun tek yapabildiği şey sadece duygularını sorgusuz sualsiz içine gömmek oluyordu. Çünkü başka alternatifi yoktu. Çünkü önünde engeller vardı. Çünkü önündeki engeller aşılamaz boyuttaydı…

“Haklısın arkadaşım ama insanın hayattan isteği bitmiyor ki…” Bu kez ikimiz de aynı şehirde olmak istiyorduk. Bunun için de evli olmamız gerekiyordu. Bizde bu isteğimize ulaşmak için düğünden önce resmi nikâh yaptık. Yer olarak da annemlerin yaşadığı şehri seçtik. Böylesi ikimiz açısından da daha mantıklıydı.
Arif, şehir dışında bir beldeye atanmıştı ben aynı şehrin bir başka köyüne. Evimizi şehir merkezinden ve anneme yakın bir muhitten tuttuk. Sonuçta ikimizde çalışıyorduk annemin desteğine her zaman ihtiyacımız vardı. Mütevazı bir düğünle evlendik. Hafta sonları genellikle annemde oluyorduk. Hafta içi annem bizim eve ara sıra geliyor ev işlerine bakıyor yemek falan yapıyordu. Hayatımız düzene girmiş ve biz son derece mutluyduk.
Songül, ellerini çenesine dayamış genç kadının ağzından çıkan her kelimeye eşlik ediyordu. “Peki, bu kadar mutluyken ne oldu da ayrıldınız İlkem abla?”
Rüzgâr, oturduğu pozisyonu değiştirirken içli bir nefes üfledi iki dudağı arasından. “Bazen hayat kendi bildiğini okur. Seni çoğu zaman saf dışı bırakır. Sende hiçbir şey yapamazsın.” Onun derin anlam içeren sözcükleri kaderine sitem gibiydi. Haklıydı da… Kader ona genç yaşta öyle bir çelme takmıştı ki, tarumar etmişti tüm dünyasını.

“Aynen öyle arkadaşım. İkimiz hayallerimizi gerçekleştirmek için var gücümüzle çalıştık ama tam hayalimizi gerçekleştirdik derken kader insafsızca ayırdı yollarımızı.”

Ömür, sormaya çekinir gibi kısık bir ses tonuyla, “Nasıl?” diye sordu.

“İşte yıllarca çalışır çabalarsın bir an gelir her şey tepetaklak oluverir. Tıpkı o kapkara zifiri karanlık günde olduğu gibi.”
Songül, nefessiz kalmış gibi bir solukta, “Ne oldu İlkem abla, tam da her şey yolunda giderken?” diye sordu.
“O gün öyle bir günmüş ki 7, 8 şiddetinde deprem etkisi yarattı hayatımıza. Meğerse o gün benim ve ailemin hayatının dönüm noktası olmuş. Bizler bunun farkına her şey bittikten sonra vardık ama artık çok geçti ve olan olmuştu.
Genç kadının, hayal perdesi aralandı tekrar hayalhanesine hatıralar doluşunca kirpik uçları nemlendi. Her kirpik teline bir damla tutundu tutunan her damla birbiri ardına intihar etti. Genç kadının, gözyaşları intihara yeltendikçe suskunluğu arttı. Suskunluğu arttıkça arkadaşlarının gönül teline dokundu.
“Geçmiş seni üzecekse anlatma istersen.” Sözlerin sahibi suskunluğu kendine adet edinmiş Rüzgâr’dan başkası değildi.
Ortamdakiler genç adama katılırken, hepsi de pür dikkat onun ağzından dökülecek kelimelere odaklı idiler. Bir yanları merak tufanına tutulmuş sözcüklerin ardındaki gizemi merak ederken, diğer yanları onu yeniden üzmeyi hiç istemiyorlardı.                                                      “Yok, başladım artık, yarıda bırakmak istemiyorum. İçimde tut tut nereye kadar. Belki duygularımı dışa vurup içimde hapsettiğim kuşları azat edersem bir nebze rahatlarım. Hem ruhumda yoruldu bunca yaşanmışlığın yükünü taşımaktan. O da huzuru arıyor. Bekli böylelikle ruhuma da bir çıkış kapısı aralamış olurum.”
Onun sözlerine karşılık arkadaşları yemin gibi sözcükler sıraladılar ve bir bütünün dağılmış parçalarını bir araya getirdiler. “Sen anlat bizler seni her zaman dinlemeye hazırız.” Bu kendi aralarında bir yemindi. Bu birbirlerine verilmiş sözlerin senediydi.

İlkem, içlendi içlenmekte haklıydı da. Bu köhnemiş dünyanın neresinde vardı böyle güzel dostlar. Onlar bundan böyle dört güzel dosttu. Onlar bundan böyle dört kafadardı…
Genç kadın, mazinin küf kokan sayfalarını aralarken boğazını yakan acı tadı dimağında hissetmişti: Biz daha çiçeği burnunda beş aylık evliydik o zamanlar. Hafta sonu olduğu için akşam yemeğinde annemlerdeydik. Tabii bizim üzerimizde hafta içinin yorgunluğu vardı hala. Yemekten sonra ise üzerimize bir rehavet çökmüştü. Her birimiz ayrı koltuklara birer külçe gibi yığılıp kalmıştık. Bu arada babam elinde kumanda gelişigüzel televizyon kanallarını geziniyordu. Babam televizyon kanalları arasında sörf yaparken birdenbire durdu ve gözü bir haber kanalına takılı kaldı…
Haber alt yazı olarak geçiyordu. Babamın dudaklarından bir tek kelime döküldü, ‘Ya!’ diye. O an hepimiz babama odaklandık ve ‘ne oldu’ diye sorduk.
Babam, ‘Ş-şey’ dedi kekeleyerek ama bu arada babamın gözleri kızarmıştı ve ağlamamak için kendini tuttuğu çok belliydi…
Neler oluyordu? Benim yiğit, yüreği bedeninden de yiğit babama da gözleri buğuluydu? Anında bizler de gözlerimizi televizyon ekranına kilitledik. Babam susmuş televizyon ekranındaki spiker konuşmaya başlamıştı…

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top