Korku Sarmalı B.26.

Merhaba Temas ailesi, aksiyon dolu bir bölümle sizlerleyim.

Keyifli okumalar dilerim.

Oy verip yorum yapmayı unutmayın lütfen.

Bazen öyle çok canın yanar ki, kendini bile isteye ateşe atarsın. Başını belaya sokarsın, çünkü hayattan hiçbir beklentin kalmamış demektir. Ha bir eksik ha bir fazla umurunda olmaz. İpler inceldiği yerden kopar.

Genç adam, geçmişin sayfalarını çevirdikçe hayal perdesi aralanıyor, hayal perdesi aralandıkça hayalhanesine düşen dünlerin atıkları hala canının yandığını gösteriyordu. Geçmişe dair anlattıkları canını yaktıkça gem vurmak istediği duygularının yansıması olarak dişleri dudaklarını kemiriyordu. Kapısına kadar gelen şerri bir bakıma kendisi davet etmişti. İhanete uğrayan, sırtından bıçaklanan bir birey olarak gayet doğal bir tepkiydi onun yaptığı eylem.
Genç adam kadar arkadaşları da tepkiliydi Devrim’e. Sesler bir ağızdan çıkınca soru tek anlamda birleşti. “Kapıdaki kim?”

Bulunduğu andan soyutlanan Rüzgâr, geçmişin anına geçiş yapmış kesik kesik nefesler alırken, göğüs kafesi körük gibi şişip iniyordu.
“Hiç düşünmeden kapıyı açtım. Hırsımdan gözüm dönmüş gibiydim. Kapıyı açar açmaz iki elimle yakasına yapıştım. Benim aksime o gayet sakindi. Onun sakin tavırları beni daha da çok hırslandırmıştı. Kızgın bir boğa gibi onu kendime doğru çekip kapı boşluğuyla duvar arasına yapıştırdım. Boşta kalan ayağımla da kapıyı ittirerek kapattım. İkimizde soluk soluğaydık. Bakışlarımı göz bebeklerine odakladım. Hala ellerim onun yakasındaydı. Ben yakasını sıktıkça onun rengi biraz daha mora çalıyordu. ‘Neden yaptın bu şerefsizliği?’

Sorumu sormuş yumruğu gözünün üstüne indirmiştim. Yediği yumruğun şiddetiyle sendeleyerek yana doğru kayarken, ikinci yumruğu rastgele yüzüne doğru savurdum. Burnundan sızan kırmızı renk sıvı dudaklarının kenarından sekip çenesine doğru akmaya başlamıştı. Elinin tersiyle akan sıvıyı silmek isteyince istemsizce burnunu çekti. Silmek isterken akan kan yüzünün her yerine bulaşmıştı çünkü. Sorduğum soruya cevap olarak sadece iki kelimelik sözcük seçmişti. “Bende sevdim!”

İster istemez ortamda bir şaşkınlık oluşmuştu. Tepkili sözcükler birbirine karışıp bir bütün oluşturdu. “Bu onu haklı çıkarmaz. Bencil sende.”

İlkem, yüzünü buruşturup tiksintiyle karışık sözler sarf ederken öfkeliydi sesine düşen eylem. “Bencil insanlardan nefer ederim. Sevmişmiş. Bu bir bahane değil ama asıl ben senin cevabını merak ediyorum?”

Burnundan kocaman bir nefes alan genç adam saniyeler sonra aldığı nefesi ağız boşluğundan geri bıraktı. “Sizler gibi önce bende çok şaşırdım çünkü bu beklemediğim bir cevaptı, sonra yakasını tutan ellerim yavaşça gevşedi ve iki yanlarıma doğru düştü. Onun bencil ruhunu göz bebeklerinden okuyabiliyordum. İyi işmiş. Cidden merak ediyorum birini aptal yerine koymak nasıl bir duygu? Bir de şeyi merak ediyorum; kendi aranızda benimle dalga geçerken çok güldünüz mü?”

‘Bana bencil diyemezsin. Senin kadar benimde birini sevmeye hakkım var.’

“Sen kıt beyinli misin? Ben şimdi onu mu diyorum? Elbette herkesin sevmeye hakkı var. Ama arkadaşını sevgilisini ayartmak şerefsizliktir. Ahlaksızlıktır! Bunu o kalın kafana sok!” dedim işaret parmağımla kafasına dürte dürte.

“Yediği yumrukların etkisiyle duvara dayalı sırtı yavaşça kayarak yere yığılır gibi çöktü. Hala burnundan gelen kırmızı sıvı akmaya devam ediyordu. Onun yanından ayrıldım ve bir tutam pamuk alarak geri döndüm. Elimdeki pamuğu önüne doğru fırlattım. Benim yüzümden evimde kan kaybından ölmeni istemem, dedim.”

Songül, lafın ortasına atlayarak bütün kinini kusmak ister gibi konuştu. Konuşurken yüzünün her zerresinde tiksinti vardı. “Keşke bıraksaydın da oracıkta kan kaybından ölseydi.”

“Hıh,” diye genizden gelen bir ses çıkaran genç adam, “Bu neyi değiştirecekti ki? Ne giden geri gelirdi ne de onun yaptığı ahlaksızlığı silerdi.”

Songül, “Haklısın,” derken gözlerini devirdi. Onun masum yüzüne her hareket yakışıyor eğrelti durmuyordu. Genç adamın içinin yangını boğazını kurutmuş olmalıydı çünkü bu dudaklarının kuruluğundan bariz bir şekilde belli oluyordu. Tahminimi destekler nitelikte bir hareket yaparak çınar ağacının gölgesindeki pet şişeye uzandı. Şişenin kapağını özenle çevirerek açtı. Karton bardağa biraz su doldurdu ve bir dikişte işti.
“Ona verdiğim pamukla burun deliklerini tıkadı. İkinci yumruk burun kemerine isabet etmişti. Kan aktıkça burun kemeri önce kızardı sonra morararak şişmeye başlamıştı. ‘Sende sevdin demek?’ Sağ gözü alttan üstten şişmiş zor açılıyordu. Sorum üzerine sol gözünü kapatıp açtı. Kesin bir dille ‘Evet, sevdim.’ dedi.
Peki, bundan benim neden haberim yok? Madem sende seviyordun neden beni umutlandırdın? Neden beni önceden uyarmadın? Neden? Neden? Yıkılışımı görmek için mi? Sadece başını sağa sola sallamakla yetindi. ‘Hayır, senin sandığın gibi değil.’

Onun tam olarak karşısına geçip durdum ve yere diz çöktüm. Bana ne söylerse söylesin mantıklı düşünecek durumda değildim. Onun yaptığında mantık aramak zaten mantıksızlık olurdu. Tekrar yakasına yapıştıktan sonra silkeleyip sırtını duvara sertçe vurdum. ‘Ahh,’ diye inledi. Sen daha fazlasını hak ediyorsun ama senin pis kanına elimi bulamayacağım. Seni kendi ahlaksızlığınla baş başa bırakıyorum. Şimdi si... git evimden. Namussuz pislik. Tam ona arkamı dönüp koridora doğru birkaç adım atmıştım ki, ‘Ben namussuz değilim!’ dedi. Sesinin desibeli en yüksek perdeden çıkmıştı. Onun sesini duyduğum an ayaklarım olduğu yere çivilenirken ani bir kararla sert adımlar atarak geri döndüm. Yine karşısına geçip yere diz çöktüm. İşaret parmağımı göğsüne darbeli matkap gibi sert sert indirirken göğsünü yarıp kalbini oradan söküp atasım vardım ama kendimi frenlemem gerekiyordu. ‘Haklısın namussuz kelimesi senin yaptığını karşısında anlamsız kalır. Sen b…a batmış bir pisliksin!’

Burnu tıkalı olduğu için genizden gelen boğuk bir sesle konuşuyordu. ‘Sen Gonca’ya olan aşkını anlattıkça bende ona âşık oldum. Aşkı öyle güzel anlatıyordun ki insanın aşka âşık olası geliyordu. Sen anlattıkça ben elimde olmadan adım adım ona doğru çekildim. Sonra… Sen hiç arayıp sormaz olmuştun… Sandım ki…’

‘Ne sandın pe…’ diye sordum.

‘Ne bileyim vazgeçtin sandım!’ dedi.

Sinirden elim ayağım boşalmış adeta nevrim dönmüştü. “Böylesi işine geldi tabi?’ diye sorarken yakasına yapışıp ayağa kaldırdım. ‘Ulan şerefsiz. Sen benim neler yaşadığımı bilmiyor muydun? En yakın arkadaşımdın. Her sırımı sen biliyordun. O-onu nasıl sevdiğimi en iyi sen biliyordun. Bütün bunlara rağmen ilk darbeyi sen vurdun. Bütün bunlara rağmen sevdiğimi benden sen çaldın. Bütün bunlara rağmen onu sevmiş olman seni haklı çıkarmaz. Şimdi defolup çık git evimden. Biraz daha kalırsan elimden bir kaza çıkacak…’

‘Gonca, olanları bilmiyor.’ İyice burnunu dibine sokuldum. Yoksa Ona seni şikâyet edeceğimden mi korkuyorsun? Tekrar yakasına yapışıp kendime doğru iyice yaklaştırdım ve yüzüne tükürür gibi konuştum. Beni seninle karıştırma!’

Ömür ve arkadaşları pür dikkat genç adamın iki dudağı arasından dökülen sözcüklere odaklanmıştı. “Herkes kendi gibi bilirmiş muhatabını.” Bu sözlerin sahibi Sude’den başkası değildi. “Peki ya sonra ne oldu?”

“Bir süre sonra kendimi toparladım fakat sahiplenmeyi bıraktım, çünkü insanlara olan güvenimi kaybettim. Kimi sahiplensem onu kaybettim. Şimdi birileri çıkıp dostane bir el uzatsa bile hemen şüpheye düşüyor ruhum; acaba bu da aldatır mı diye. Bu da diğerleri gibi dışından dost görünüp içinden ihanet eder mi diye.

İlkem, konum olarak genç adama daha yakındı. “Bu genç yaşında ne çok şeyi sığdırmışsın hayatına, ama şundan emin ol bütün bu yaşadıkların hayata yeniden başlamaya engel değil.”

Bu gergin atmosferi Songül’ün cırtlak çıkan sesi bozmuştu. Sağ elinin parmaklarını birleştirip sol elinin avuç içine koyarak, “Mola, şimdi her şeyi bir kenara bırakıp çay içme zamanı.”

Songül’ün gerginliği aza indirmek adına başlattığı çay içmeye davet eylemi üzerine Rüzgâr, bakışlarını arkadaşlarının yüzünde gezdirirken, “Biliyor musunuz?” diye bir soru yöneltti.

Ömür, “Neyi?” diye sorduğunda bakışları anında Rüzgâr’ın gözlerine değdi zira herkes gibi kendisi de geçmişin anlatısının bittiğini düşünmüştü. Yoksa dahası mı vardı?

Biraz önceki çoğul soru üzerine bütün bakışları kendi üzerine çekmeyi başarmıştı Rüzgâr. Konuşmaya başlamadan önce genç adamın ruh hali değişmiş tekrar şimdiki ana dönmüştü; şimdiki ana dönmenin verdiği rahatlıkla adeta ela gözlerinin içi gülüyordu.
Onun gözlerindeki parıltı arkadaşlarını da mutlu etmeye yetiyordu. 
“Bazen düşünüyorum da insan zihin okuyabilse ne güzel olurdu. Yani kime güvenip kime güvenmeyeceğini önceden bilme şansımız olmaz mıydı?”

Ömür, başını olumsuz anlamında sağa sola salladı. “O zaman insan çelişkiye düşer ve yaşam içinden çıkmaz bir hal alırdı. İnan bana dostum insanlara güvenmenin tek yolu onlara biraz temkinli yaklaşmaktan geçiyor. Bunun yanı sıra biraz da hayat tecrübesi lazım… Ne yazık ki o hayat tecrübesi de yaşayarak öğreniliyor.” 

Karizma çocuk yine karizmatik konuşmuştu. İlkem, ellerini çırparak Ömür’e karşılık vermişti. Gerçekten de Ömür’ün sarf ettiği sözler alkışlanmayı hak ediyordu. İlkem’in ellerini çırparak alkış tutması doğal olarak arkadaşını onore etmişti. 
Ömür, “Eyvallah!” derken sağ elini kalbinin üzerine bastırarak hafifçe öne doğru eğilmişti.
“Hak ediyorsun ama!” Övgünün devamı yine İlkem’den gelmişti. Gülüştüler. Minicik bir tebessüm insan ruhuna ne iyi geliyordu. Gülüşmelerin ardından Ömür, sözlerini tescilletmek ister gibi konuştuğunda, “Yol arkadaşım, senin tek şansızlığın karaktersiz biriyle karşılaşmış olman. Bu tür insanlar için üzülmeye bile değmez. Bundan sonra senin yanında biz varız, ben varım!” dedi.

İlkem, arkadaşını sözlerini tescilleyip üzerine mührü vurmuştu. “Bak bu konuda Ömür, çok doğru söylüyor. Yaşarken hepimiz hayattan yaralar alıyoruz ve karşımıza çıkacak insanları bazen seçme şansımız olmuyor. Bu da bizlerin şansızlığı oluyor.  Ama bu yaşanmışlıklar bizlere yaşam tecrübesi olarak geri dönüş yapıyor. Belki yakıp yıkıyor, geride onarılmaz yara izleri bırakıyor ama olsun varsın. Bütün bunlar da ruhumuzun kemale erme sürecinde bizleri bir basamak daha yukarı taşıyor. Yaşama bir de bu açıdan bak olur mu?” dedi.

Onlar kendi aralarında geçmişten geleceğe uzanan bir köprü kurmak için uğraş veriyorlardı. Ellerindeki tek güç içlerindeki samimiyet duygusuydu. Genç adamın yıkık duvarına bir tuğla koymak ve onu yeniden hayatla barıştırmak için. Kim ne derse desin insanın insana yaptığı kötülüğün panzehri yine insanoğlunun genlerine kodlanmıştır. Bu panzehir ise yine insanın insana yapacağı iyiliktir. Samimiyet ise insan ruhuna güven duygusunu aşılar. İşte yaralı yürekleri onarmak için çifte panzehir size... 

Hani bir söz vardır ya “yaşayan bilir” diye. Hiç kuşkusuz İlkem, yaşadıklarıyla genç adamın yaşadıklarıyla aynı değildi ama acı bir ortak noktası vardı. O da ikisinin de yaşadıklarının kaynağının insan odaklı olmasıydı. İlkem’de tıpkı genç adam gibi güven problemi yaşıyordu, çünkü onun da ruhu en güvendiği insanlar tarafından yara almıştı. Onun için Rüzgâr’ı anlıyordu; hem de çok iyi anlıyordu...

Gün dönmüş vakit iyice ilerlemişti. Songül ise semaverde demlediği çayları gönüllü olarak servis yapıyordu. Canım ya, çok şeker kızdı. Bir de azıcık düşünerek konuşsa daha iyi olacaktı ama her şeyin bir demlenme süreci vardır. Onun da ruhunun kemale erme yaşı gelecektir elbette. Bazen Songül, gibi olmak daha iyi gibi geliyor insana. Üç günlük dünyada ince eleyip sık dokumakta ne var, sal gitsin ipin ucunu diye düşünürken semaverde demlenmiş tavşankanı çayları yudumlayan Ömür, “Yol arkadaşlarım, vakit ilerliyor geçmişi anlatma sırası kimde?“ diye sordu. 

İlkem, şaka yollu konuştuğunda, “Ömür Bey, bakıyorum anlattırmaya pek heveslisiniz?” dedi. Gülüştüler. Gülmek her insan için güzel bir argümandı.
İşte tam o sırada İlkem’in telefonu çalmaya başladı. İster istemez bütün bakışlar aynı noktaya kaymıştı; zaten her ihtimale karşı dizinin dibinde tutuyordu telefonunu. Ortamdakilere belli etmemeye gayret etse de kalbinin atışı telefonun sesiyle hızlanmaya başlamıştı.

Ekranı yukarı kaydırarak açtı. Tam da tahmin ettiği gibi arayan ikiz kardeşi İlker’di. “Alo!” diye seslenirken boşta kalan eliyle yerden destek alarak ayağa kalktı. Meraklı bakışlar altında küçük adımlar atarak uzaklaşırken nefesini tutuyordu. “İlker, nasılsın? Telefonun kapandı konuşamadık. Meraktan çatladım burada. Neler oluyor bana anlatır mısın?”

“Sesler geliyor sen neredesin?”

“Birkaç arkadaşla piknik yapıyoruz, kasabanın mesire alanında.”

“Anladım,” derken yutkunuşu duyulabiliyordu. “Biliyorum seni meraklandırdım ama tam konuşurken komutan geldi kapatmak zorunda kaldım. Üstelik şarjım da azdı sana dönene kadar zaman geçti işte.”

“Bana yeni bilgi öğrendiğini söylemiştin en son?”

İlker’in nefes alış verişleri değişti bu değişim sesine yansıdı. “Evet. onu diyecektim. Seni vuran adam emekli bir askermiş. Her ihtimale karşı dikkatli ol diyecektim. Biliyorsun henüz yakalanmadı. “Bir de şey…”

“Ne İlker ne?”

“Boş ver sonra anlatırım, annem nasıl?” Kardeşinin kaçamak cevaplar vererek konuyu değiştirmek istemesine sinirlendirmişti İlkem. “Ne demek sonra anlatırım, bilmem gereken bir durum varsa bana da anlatır mısın?”

İlker, oflayarak tepkisini dile getirirken, “Telefonda anlatmak istemiyorum. Telefonlarımızı dinliyor olabilir. Kızım adam emekli askermiş, diyorum nesini anlamak istemiyorsun. Sen sadece telefon numaranı değiştir ve hiç kimseye verme…”
Yine başa dönüyorlardı. Yine korku sarmalına yakalanmış gibi titriyordu her bir uzvu. “Tamam, anladım seni.”

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top