Karanlığın Çığlığı B-32-

Merhabalar efendim .

Nasılsınız Temas ailesi? Hiç tarzım değil ama uzunca bir bölümle yine ben geldim.

Keyifli okumalar.

Tabii ki oy verip yorum yaparsınız bunu söylemiyorum bile. Seviliyorsunuz çoook.

Koruluktan gelen patlama sesleriyle hepsi donup kalmıştı. Kızlar usulca birbirine sokulup etraflarına tedirgin bakışlar atarken, korkuyu iliklerine kadar yaşıyorlardı. En çok da İlkem, etkilenmişti patlama sesinden zira çok olmamıştı bedenine üç kurşun yiyeli. Üstelik yediği kurşunlar tenine imzasını atmış zaman zaman sızım sızım sızlıyordu. İçinden bizim bu tenha yerde hava kararıncaya kadar ne işimiz vardı acaba, diye geçirdi. Keşke bu kadar geç kalmasaydık…

Ömür, kısık ama davudi bir ses tonuyla konuştuğunda, “Sakin olun arkadaşlar, sakın telaş yapmayın. Biz hemen Rüzgâr, birlikte seslerin geldiği yöne gider sorun neymiş anlamaya çalışırız. Siz geride kalanlar bir arada kalın sakın birbirinizden ayrılmayın…” dedi.

Hava hızla kararmaya başlamış, kadınlar arasındaki korku da ikiye katlanmıştı. Bu patlama sesleri de neyin nesiydi? Neden erkenden gitmemişler de bu saate kalmışlardı. Keşke konuyu kısa kesip bu kadar uzatmasaydım. Belki o zaman bu saate kalmaz erkenden eve giderdik. İlkem, içten içe kendi kendini suçlayıp duruyordu çünkü onun korkusu bambaşkaydı. Henüz peşindeki adam yakalanmamıştı ve profesyonelce çalışıyordu. Nerede ve ne zaman karşılarına çıkacağını bilebilmek milyonda bir ihtimal gibiydi. En son öğrendiği bilgiye bakılacak olursa yakalanma olasılığı çok düşüktü. 
Nefesini tutarak çevresine bakındı ama hava iyiden iyiye karardığı için pek bir şey gözükmüyordu, bu onu daha da çok korkutuyordu. Ya kendisine zarar verdiği gibi arkadaşlarına da zarar verirse ne yapacaktı o zaman. Üstelik adam iki yıl psikolojik tedavi gören bir adamdı; yani kardeşi İlker, öyle olduğunu söylemişti. Psikolojisi bozuk birinin ne yapacağını kestirmek bir hayli zordu. Her an bir çılgınlık yapabilirdi. Bütün bunları bir araya getirdiğinde tüyleri ürperdi kollarını birbirine dolayıp elleriyle pazılarını ovuşturdu.

Songül, çekinceli bakışlarını karanlığın gölgesi düşmüş alanda gezdirirken, “İlkem abla, birini mi öldürdüler acaba?” diye sordu.

“Bilmiyorum!” derken genç öğretmen sesindeki tını kararsızlık barındırıyordu çünkü birinin öldürülme olasılığı ihtimaller arasındaydı. Bunu düşünmek bile vücudunun kaskatı kesilmesine sebep olmuştu. “Songül canım, umarım öyle bir şey yoktur. Bildiğin üzere Ömür ve Rüzgâr gitti birazdan olay neymiş anlarız.”

Sude, endişenin verdiği tedirginlikten dudaklarını ısırıyordu. O, çocukken de böyleydi. Ne zaman içine korkunun emaresi düşse dişlerini sıkar dudaklarını dişlerdi ve İlkem, arkadaşını çok iyi tanıyordu.
“Sude, kuzum telaş yapma gelirler birazdan,” dedi demesine ama sözleri onun üzerinde ne kadar etkili olduğunu bilemiyordu zira hala kuru bir yaprak gibi titriyordu bedeni.
Onun duyduğu korkunun kaynağı ağırlıklı olarak Ömür içindi. Başlarına ne geleceğini bilmeden fütursuzca patlamanın nedenini öğrenmek için gitmişlerdi. Sude, endişelenmekte haklıydı fakat diğerleri de en az Sude, kadar endişeliydi. Bugün onlar burada yeniden arkadaşlığın temellerini atmak ve birlik olmak istemişlerdi. İşte o yüzden tek beden gibi birbirlerini düşünüyor ve korumak istiyorlardı.

Kadınlar kendi içlerinde çelişkili duygular yaşarken çok geçmeden ağaçların yoğun olduğu taraftan hışırtı sesleri gelmeye başladı. Kadınlar önce seslerin geldiği yöne baktılar sonra daha çok sokulmaya başladılar birbirlerine. Neredeyse nefes almayı bile unutmuşlardı. Çığlık atmamak için kendilerini zor tutuyorlardı. En ufak bir olumsuzlukta düşüp bayılabilirlerdi.
Saliselik zaman dilimi yıl gibi geçerken çalılıkların arkasından gelen hışırtılı sesler iyice yakınlaştı. Ürkütücü sesler belirgin gölgeli suretlere dönüştü. Kalabalık gölgeler üzerlerine doğru gelmeye başladı. Kadınlar hortlak görmüş gibi hep bir ağızdan çığlığı bastığında yer gök çınlıyordu zira gelenlerin üzerlerine çullanması an meselesiydi. Gruptan ayrılarak üzerlerine doğru gelen iri cüsseli olan gölge, “Kızlar, tamam, geçti…” dedi.
Bu ses tanıdık bir sesti. Sude, diğer kadınların arasından sıyrılıp, “Ömür!” diyerek boynuna atıldı.

Ne yani gelen Ömür müydü? Peki, gelen Ömür ise diğerleri kimdi? Baya kalabalık görünüyordu gölgeler. Gölge suretlerden biri elindeki feneri kadınların yüzlerine doğru tuttu, kadınların gözlerini alan parlak ışık, görüş alanlarını iyice kısıtlamıştı. 
“Ömür, gelen sensen yanındakiler kim?” diye sordu İlkem. El fenerini yüzlerine tutmaktan vazgeçen gölge adam; “Öğretmen hanım korkmayın, biz korucuyuz. Akşamüzeri olunca uyarı mahiyetinde birkaç el havaya ateş açıyoruz. Niyetimiz yabani hayvanları ve hırsızları korkutmak. Koruluğun doğu tarafına düşen alanda meyve bahçeleri var. Gece yabani hayvanlar meyvelere zarar veriyorlar. Ortalık hırsız kaynıyor, bahçelerden meyveleri çalıp götürüp satıyorlar. Sizleri korkuttuğumuz için özür dileriz…”

Ömür, kıkırtıyla gülerken, “Ben baştan böyle bir şey olduğunu tahmin etmiştim ama yine de gidip kendi gözümle görmek istedim, neler olduğunu.”

“Hain çıktın Ömür, neden bize de öyle bir şey olabileceğini söylemedin. Biz burada nasıl korktuk bir bilebilsen, dakikalardır öldük öldük dirildik vallahi.”

“Belliydi ne kadar korktuğunuz, nasıl bir çığlıktı o öyle? Gerçeği söylemek gerekirse biz sizden korktuk; az kalsın korkudan gerisin geri dönecektik. Sizden korkulur hanımlar. Sizler çığlığınızla bile düşmanı püskürtürsünüz…” 

Korucular gidince Ömür, arabasının farlarını yaktı elbirliği ile toparlandılar. Yola çıkmışlardı ama kendi halleri gözlerinin önüne geldikçe, arada bir birbirlerine bakarak gülüşüyorlardı. Belki korkuyu iliklerine kadar yaşamışlardı lakin olsun en azından yaşamlarına bir dokunuş, hoş bir anı katmışlardı…

Eve geldiklerinde kızlar grubu mutfağa erkekler grubu salona geçtiler. Açık hava, bol oksijen midelerini acıktırmıştı. Erkekler televizyonda akşam haberlerini izlerken kızlar akşam yemeği hazırladı. Üstelik piknikten geriye baya yemek kalmıştı, onlara düşen arta kalan yemeklerin bazılarını ısıtmak ve yanına ilaveler yapmak oldu. Bunu da dört kadın bir solukta halletmişti.
Kısa süre içinde salona yemek masası kuruldu ve afiyetle yemeklerini yediler. Songül, bir yandan masayı toplamaya yardım ediyor diğer yandan özveride bulunarak, “İlkem abla, çayı ben hazırlarım sen arkadaşınla oturabilirsin,” demişti. Tam sözünü söyleyip salondan çıkmaya hazırlanırken olduğu yerde durdu ve herkesin üzerine delici bakışlar fırlattı. İşaret parmağını öğretmen hanımın üzerine doğru sallayıp, “Yalnız ben gelene kadar hiçbir şey anlatmak yok!” Bakışları keskin sözleri oturaklıydı. He he he gülüşmeler salonun duvarlarına çarparak kulaklarda çınladı. “Sensiz olmaz Songül’cüğüm için rahat mutfağa gidebilirsin…”

İlkem, içinden kendini şanslı hissetmeye başlamıştı. İyi ki buraya geri dönmüştü iyi ki…
Songül, çayları demleyene kadar erkekler kendi aralarında televizyonda izledikleri haberleri yorumladılar. Rüzgâr, ilk defa çok mutlu görünüyordu. Sude ise gözlerini Ömür’ün üzerinden alamıyordu. Onu ne kadar çok sevdiği, bakışlarından belli oluyordu ama önlerinde aşılmaz engeller vardı.
Sude’nin ruhundaki çırpınışlardan sonra bu kez de Ömür’ün ruhu çırpınarak Sude’nin çıkmazlarında yol alıyordu. Bu öyle bir yoldu ki tıpkı çıkmaz bir sokak gibiydi. Geri dönemezsin geçmişin seni kovalıyor. İlerleyemezsin önünde engeller var. Hem de aşılması zor engeller. “Buyurun çaylar geldi!” diyen Songül’ün sesiyle irkildi dalgın bedenler.

Genç kız, getirdiği çayları özveriyle dağıttıktan sonra masa başındaki sandalyelerden birine otururken ofladı.  Belli ki yorulmuştu. Özenle karıştırdığı çayından bir yudum aldı ve “İlkem abla, anlatmaya başlayabilirsin artık.” dedi.
Songül’ün başla komutunu duyanların bakışları İlkem’e kaymıştı. “Sakin olun başlıyorum o halde!”

Eğer hatırlarsanız Emel abla bana, evimden çık git demişti. Ben ise çıkıp gitmeden önce her şeyi onun yüzüne vurmak istiyordum. Biliyordum içimin yangını ancak öyle soğuyacaktı.  Biliyordum annemin gözyaşlarının intikamı ancak öyle alınacaktı. Herkes ihanetinin bedelini ödemeliydi. Onlar mutluluğu tadarken bizler acı çeken taraftık. Bu acımasızlığın bir bedeli olmalıydı.
Tamam, dedim ben şimdi çıkıp gidiyorum ama sen hiç mi annemi düşünmedin? Ona en yakın arkadaşına bunu nasıl yapabildin? Şunu da söyleyeyim, annemin şimdilik senin babama attığın mesajlardan haberi yok fakat bir gün nasıl olsa haberi olacak… İşte o gün annemin yüzüne nasıl bakacaksın? İnan bana bunu çok merak ediyorum. Sizi asla affetmeyeceğim, dedim ve kendimi daha fazla tutamayarak dış kapıyı yöneldim.
Bütün hıncımı kapıdan almak ister gibi var gücümle kapıyı arkamdan çarparak evden çıktım…

Evden dışarıya çıktığımda ruhum kızıla boyanmış, bedenim cayır cayır yanıyordu. Yeryüzüne attığım her adımda toprak ayaklarımın altından çekiliyordu. Ben ne yapmıştım ve yaptığım hareket ne kadar doğruydu? Bir süre yaptığım eylemin doğru veya yanlışlığını tartıştım kendi içimde. Sonunda doğru yaptığıma kendimi inandırarak rahatlamaya çalıştım fakat içimdeki feryat bir türlü susmuyordu. Hiç susacağa da benzemiyordu… Ben şimdilik fitili ateşlemiştim ama bakalım bomba kimin başına patlayacaktı?

Korkuyordum…

Beynimin kıvrımlarında korku vuslat bulmuştu lakin bunu yapmam gerekiyordu. Fikren bunu yapmam gerektiğine inanmıştım ve yapmıştım. Ne yazık ki, artık bu iş çığırından çoktan çıkmıştı. Annem kıskançlık ve ihanet duygusu içinde kıvranırken bu gidişe seyirci kalamazdım. Konu bir şekilde açıklığa kavuşmalıydı ve bu ihanetin bedelini bir tek annem ödememeliydi... Biz ne kadar yanıyorsak onlar da o kadar yansın istiyordu asi ruhum.
Ömür’ün bakışları anında Sude’ye kayarken, “Seni anlıyorum hocam, zira belirsizlik gerçekten zor bir durum.” dedi.

Sude, sevdiği adamın kinayeli bakışlarından kurtulmak için başını öne eğerek konuşmuştu. “Haklısın, belirsizlik zor…”

“Gerçeği konuşmak gerekirse bu işler sanıldığı kadar kolay yaşanmıyor. Hele işin içine en çok sevdiklerine hesap sormak veya herhangi bir şeyle suçlamak giriyorsa; inanın bana bu durum dünyanın en zor işi. Üstelik bu işin ahlakı boyutu ise insanı büsbütün alaşağı ediyor,” dedi İlkem, geçmişi anlatmaya ara verdiğinde.

Şu bir gerçekti ki, annemi zor ve buhranlı günler bekliyordu. Benim tek düşüncem ise taraf olmamaya çalışmaktı ama bu bir hayli zora benziyordu. Yani bu konuda hepiniz bana hak vereceğinizi düşünüyorum. İnsan içgüdüsel olarak hep mağdur edilenin yanında yer almak istiyor. Onun için benim safım açık ara belliydi; annem!
İlkem’in annesiyle dip dibe oturan Sude, mahzun bakışlarını süzerek konuştuğunda,  “Canım teyzem, kıyamam ben sana. Ay, sen neler yaşamışsın da hiç sesin çıkmıyor?” deyip sarıldı ve yanağına bir öpücük bıraktı.
Sude’yi onaylamak isteyen İlkem başını evet anlamında aşağı yukarı salladı.

Her neyse, eve geldiğimde kaygılıydım çünkü önümüzdeki süreçte annemi ve beni neler bekliyordu bilmiyordum. Bu belirsizlik ise beni çılgına çeviriyordu. Kafamın içinde bin bir türlü cevapsız soru vardı ve bu beni boğuyordu.
Emel abla gibi babam da inkâr yolunu mu seçecekti? Yani babam arkadaşını kaybetmenin verdiği psikolojiyle gerçekten merhamet ve vicdan duygularıyla mı yaklaşıyordu Emel ablaya? Yoksa babamın vicdan ve merhametle yaklaşan kalbi aşka mı dönüşmüştü? Emel ablanın mesajı ortadaydı; aşkım diyordu babama… İlkem’in soruları karşısında herkes sus pus olmuş başları öne eğik kendilerince sorulara cevaplar arıyorlardı.

Ömür, “Bu durumda ne denir insan gerçekten kestiremiyor. Büyük ihtimalle baban merhamet duygusuyla aşkı karıştırdı.

İlkem, gayet net konuşarak, “Hiç sanmıyorum! Eğer öyle olsaydı Emel abla, çok rahat bir şekilde ‘aşkım’ diye mesaj atmazdı!” 

“Bak bu çok doğru. Sonuçta ikisi de yetişkin insanlar, neyin ne olduğunu çok iyi biliyorlar!” dedi Rüzgâr.

“Esasında benim tek derdim de bunu öğrenmekti.”
Eve geldim ama içim içimi yiyordu. Babam akşam eve gelince hangimize patlayacaktı acaba? Garibime gitse de babam beklediğim tepkiyi vermemişti. Üstelik aradan bir hafta geçmesine rağmen sessizlik bozulmamıştı. Tuhaftı bu çok tuhaftı, birilerinin ortalığı yakıp yıkması gerekirken neden deniz dalgasız ve sütlimandı… Yaşadığımın bir rüya olmasını diledim. Belki bir rüya görmüştüm uyandığım için rüya bitmişti.

Sude, “Fırtına öncesi sessizlik bu!” dedi.

İlkem’in bakışları uzak değil yakın geçmişin dalgalı denizinde yüzmeye başlamıştı. Yüzünde keder kalbinde hüzün vardı, acı dolu geçmiş köpek balığının sivri dişleri gibi konuşmak için aralanan dudaklarına dişlerini geçirmiş parça parça etmişti. Şimdi dudağının kıyısından ince bir kan sızıyordu. “Haklısın arkadaşım, söylediğin gibi bütün bunlar fırtına öncesi sessizlikmiş.” 

Ben saf gibi tam da her şeyin yoluna girdiğini düşünmeye başlamıştım ama bir gece yarısı feryat ederek çalan telefon sesini duyana kadar. Uykuma is karası bulaşmış kalbim delice çarpmaya başlamıştı. Önce komodinin üzerinde duran telefona uzandım ve ekranına baktım. Yarı uykulu kısık gözlerim, annemin ismini telefon ekranında gördüğünde içimden “eyvah” diye geçirdim. Şimdi kalbimin ritmi daha da hızlanmıştı. “Alo, anne!”
Gırtlağımı yırtarcasına çıkan sesim çatallıydı. Telefondan gelen ses, yorgun ve ağlamaklıydı. “Kızım!” Tek kelime ve sesli bir yutkunuş yayıldı kulaklarıma. “Efendim, anne! Kötü bir şey mi oldu, neden sesin kötü geliyor?”
Sessiz çığlığı arşıâlâyı kuşatmıştı fakat onun asaleti hala yerli yerindeydi. “Kızım, bunu telefonda anlatamam. Nolur yüz yüze görüşelim!”
Tamam, anne, yarın görüşürüz, deyip tam telefonu kapatmak üzereydim ki hemen şimdi, dedi ve telefon tak diye kapandı. Nasıl yani gecenin zifirisinde bilmem saatin kaçında annem beni konuşmak için mi çağırıyordu. Belli ki konuşacak halde değildi. Apar topar yataktan kalktım. Arif, ne oluyor hayatım, diye sordu. Onu elimden geldiğince olayın dışında tutmak istiyordum. Bir şey yok hayatım, sen uyu dedim.
Arif’in uykusu biraz ağırdı, telefon sesine uyanmış anında geri uyumuştu. Yine de uyandığında beni merak etmesin diye bir not yazıp bıraktım. Ben anneme gidiyorum!

Gecenin kör karanlığında düştüm yola… Sokaklar bomboş in cin top oynuyor. Her çöp konteynırının yanından geçerken bir kere irkiliyorum. Kediler benden ürküp “miyav” diye kaçışırken zaten ritmi bozulmuş kalbimin atışı ikiye katlanıyordu. Gözlerini bana dikmiş sokak köpekleri adeta beni sorgular gibiydi; gecenin bu saatinde nereye demek ister gibi.
Sokak lambalarının aydınlattığı kaldırımda tırsak adımlar atıyordum. Tek düşündüğüm şey annemdi. Gecenin ayazı iliklerime kadar işliyor, korku ve panikten dolayı gergin dudaklarım titriyordu. Bütün bunlar birleşince istemsiz olarak dişlerimi sıkıyordum.
Bizim evin çelik kapısının önüne gelince durdum. Titreyen ellerimle kapı ziline bastım. Korkuyordum annemin başına fena bir iş gelmiş olabileceğinden. Korkuyordum, babamın hışmından. Ya babam evdeyse, bunu düşünürken içim ürperiyordu korkudan. Korkunun soğuk nefesi adeta iliklerime işlemişti.
Beklememe fırsat vermeden çelik kapı usulca açıldı ve annem karşımdaydı. Ağlamaktan gözleri şişmiş kan çanağına dönmüştü. İçeriye geçip kapıyı arakamdan kapattım. Önce anneme sarıldım. Bir taraftan da etrafıma bakınıyordum. Babam evde olabilirdi. Yanlış bir şey yapmak istemiyordum.
Benim etrafıma çekinceli gözlerle baktığımı gören annem bitik bir ifadeyle salonu göstererek geç kızım, dedi. Salona geçip kapıya en yakın koltuğa oturdum. Babam yok mu, diye sordum.
Yok, kızım. O çekip gitti dedi annem.

“İlkem abla, baban evden gittiğine göre hiç de iyi şeyler olmamış gibi evinizde.”

Geçmiş ve bugün birbiriyle çatışıyor genç öğretmeni soluksuz bırakıyordu. Hem anıları anlatmak hem de anı yakalamak zorluyordu onun arafta kalmış belleğini. Geçmişe yolculuğa çıkmadan önce derin ve içli bir nefes aldı anı yakalayıp tekrar yoluna devam etmek istediğinde. “Songül’cüğüm, daha kötüsü ne olabilir ki, diye soracak olursan eğer o an için konuşmak gerekirse çektiğimiz sancılar ölümle eş değerdi.”
Babamın evde yok olması ciddi anlamda rahatlamamı sağlamıştı. Hemen annemin kıyına iyice sokuldum. Hadi anlat anne, bu evde neler yaşandı? diye sordum.
Sorum üzerine annem, gözlerini gözlerime dikti ve kıpırdamadan bakmaya başladı. Onun yaptığı bu hareket içime anlamsız bir ürperti salmıştı. Neyi anlatayım kızım, zaten sen her şeyi biliyormuşsun. Kahırlıydı sözleri. Belli ki, benim Emel ablaya gittiğimi öğrenmişti.
Tamam, ben bildiklerimi daha sonra sana anlatırım ama sen bana babamla aranızda ne geçti onu anlat, babam neden evden gitti onu anlat, diye sordum.

Baban benden boşanmak istiyormuş. Her hece ervahından çıkıp kısa bir cümle oluşturmaya yeltenirken annemin dilinden zor bela dökülüyordu.

Onun dudaklarından dökülen kelimeler beynime sivri uçlu çivi olup ağır çekiç darbeleriyle birer birer çakılıyordu. Yoksa suçlu ben miydim? Ortalığı boş yere vaveylaya mı vermiştim? Boşanmak istemek de ne demekti? Cidden babamdan bu kadar hızlı bir girişim beklemiyordum. Anne nelerin olduğunu en başından başlayarak bana anlatır mısın, diye sordum.
Bana cevap vermeden önce annem ağlamaklı derin bir iç çekti. Her iç çekiş onun kalbine vurulan prangaları eskitiyordu. Bu akşam baban nedenini bilmediğim bir öfke ile geldi eve. Hiç yoktan oflayıp pufluyordu. Onun sıkıntısını merak ettiğimden gecenin ilerleyen saatlerinde daha fazla dayanamayarak sordum. Senin bir şeye canın mı sıkkın akşamdan bu yana oflayıp-pufluyorsun. Benim yapacağım bir şey varsa elimden geleni yaparım, dedim.

Önce beni geçiştirir gibi yaparak yok bir şeyim dedi. Sonra ben ısrarla sormaya devan ettim. Kaç yıllık kocamsın ben seni tanımaz mıyım? Sen durduk yer böyle oflayıp puflamazsın. Eve geldiğinden beri için içine sığmıyor dolup taşıyorsun, biliyorum bir sıkıntın var ama sen bunu benden saklıyorsun, dedim.

Benim üsteleyip sormamı bekliyormuş gibi öfkeyle başını sağa sola salladı. Sen bütün bunları bana değil kızına sor, dedi. Kızım ne yapmışta ona soracakmışım. Madem kızımın ne yaptığını sen biliyorsun ağzında geveleyip durana kadar diline dök de içinde kalmasın, dedim.
Kaşları çatıldı gözlerinin çeperi kırmızının en mahrem rengine büründü ve karşıma geçip bir aslan gibi kükremeye başladı. Emel'e gitmiş… Bir de utanmadan kadının namusuna dil uzatmış… Bu da yetmezmiş gibi iftira atmış kadıncağıza, dedi.
Babamın sözleri beynime mıh gibi çakıldıkça acı bir tebessüm oturdu dudaklarımın kenarına. Hıh, iftira atmışım hem de kadıncağıza öyle mi? Bak sen. Ee, sevgili babacığım başka ne söyledi benim hakkımda?
Kızım baban bütün bunları peş peşe saydıkça afalladım doğrusu. Ay, inanmıyorum, diye elimle ağzımı kapattım. Ne iftirasıymış bu, benim kızım hiç kimseye durduk yere iftira atmaz, dedim. Yalan hiç söylemez, diye haykırdım. Benim seni savunduğumu görünce. Ne yani, kızın değil de ben mi yalan konuşuyorum, diye şiddetli bir şekilde beni tersledi.

Oturduğum tekli koltuktan kalkarak fişek gibi ayağa fırladım ve karşısına dikildim babanın. Kızın değil kızımız. Başını kaldırıp uzun uzun gözlerime baktı. Bana bakarken onun gözlerinde bizi göremedim. Biz oradan çoktan çıkıp gitmiştik; acı ama gerçek buydu biz yoktuk. Madem bizi silmişti ben de daha fazla dayanamadım, açtım ağzımı yumdum gözümü. 
Ateş komutan, gerçeği duymak istiyor musun? Benim tanıdığım sen önceleri yalan söylemezdin ama şimdilerde söylemeye başlamışsın. Yüzünün aldığı ifadeyi daha net görebilmek için ayaklarım beni biraz daha onun karşısına taşıdı; şimdi göz göze nefes nefeseydik. Yüzü kırmızının alına boyanırken şaşkınlıktan gözleri yuvasından fırlayacak gibiydi.
Ben ne yalanı söylüyormuşum, şu dilinin altındaki baklayı çıkar bakalım, dedi. 
Ne yalan söyleyeyim kızım, babanın hiddetini görünce korkmadım desem yalan olurdu ama anlık bir cesaret gelmişti bana.
Ben dilimin altında bakla ıslatmayı sevmem onu sen daha iyi beceriyorsun İbrahim Bey. Geçenlerde bana nöbetteyim dedin ama seni malum yerde yemek yerken gördük, maşallah pekte keyifliydiniz.

Gırtlaktan çıkan gür bir ses tonlamasıyla konuştuğunda pek inandırıcı değildi. Ee, ne var bunda? Size o zaman nedenini açıklamıştım, dedi.
Tamam, hadi onu açıklamıştın gerçi biz inanmamıştık ama hadi diyelim gerçek bu olsun. Geçenlerde yine aynı şeyi yaparak bana yalan söyledin, peki buna ne diyeceksin? Bize nöbetteyim dedin ama seni yine malum kişiyle pazarda alışveriş de gördük. Üstelik yalnız da değildim yanımda İlkem de vardı, dedim.
Bu kadarını duymayı beklemiyordu anlaşılan konuşmak istiyordu ama dili damağına dolanıyordu. Ha, onu mu diyorsun? O tamamen tesadüftü. Ben pazarın oradan geçiyordum Emel'i eli kolu dolu görünce yardım edeyim dedim; söyler misin bana ne kötülük var bunda?
Bakışlarımı bir saniye olsun onun yüzünden ayırmadım. Sinirden çenem titriyor dişlerim birbirine vuruyordu. Hım, yardım ettin demek? Yardım ettiysen neden bunu benden gizledin veya gizleme gereği duydun? Hatırlıyor musun eve geldiğinde bana işten geldim çok yorgunum demiştin. Sen büyük bir yalancısın ve ben seni tanımakta zorlanıyorum artık. Sen eskiden böyle değildin. Şimdi neden farklı davranıyorsun? Benim tanıdığım adama ne oldu? Cidden çok şaşkınım kendi evini bile otel gibi kullanan bir adam var artık karşımda. Eteğimdeki taşları onun gözünün içine baka baka dökmüştüm ama yağmalanmış gözyaşlarımı da tutamıyorum artık…

Tahmin ettiğim gibi babam ilk etapta Emel abla gibi inkâr yolunu seçmişti. Annemin ellerini tutup sımsıkı kavradım ona yanında olduğumu hissettirmek istiyordum. Sizin aranızda geçenlerin hepsi bu kadar mı, diye sordum. Sırf babam ile tartıştı diye beni gecenin köründe annem yanına çağırmazdı. Mutlaka daha beter bir şeyler yaşamışlardı.
Sorum karşısında başını olumsuzca sallarken dudakları büzük büzük olmuştu annemin. Baban uzun bir süre evin içinde bir ileri iki geri dolanıp durdu. Sanki bir şeylerin planını kuruyor ya da söze nereden nasıl başlayacağını ölçüp biçiyor gibiydi.
Biriciğim, canım annem, hem anlatıyor hem de yanaklarını gözyaşlarıyla suluyordu. İnsanın gözyaşı hiç tükenmez miydi? Onunki tükenmiyor, sürekli sicim gibi akıyordu.
Elinde tuttuğu kâğıt mendille önce gözlerinin çevresini kuruladı sonra höykürerek burnunu sildi. Baban evin içinde dönme dolap gibi dolanıp dururken bende biraz sakinleşmiştim. Benim biraz sakinleştiğimi görünce tamam gel otur karşıma seninle konuşacaklarım var, dedi.
İçimden bir şeylerin koptuğunu hissetmiştim çünkü bir saattir benim sakinleşmemi beklediğini anlamıştım. Ellerimi tekli koltuğun kolçaklarına bastırarak ayağa kalktım ve tam karşısına denk gelen üçlü koltuklardan birine geçip oturdum. Onun sesinin tonundaki ciddiyet soğuk esen poyraz yeli gibi varlığımı silkelemiş sonra da alıp sert kayalara çarpmıştı. Kayalıklara çarparak tuz buz olan ruhum şimdi karlar üstünde üşüyordu. Başımı kaldırıp bir cesaret onun yüzüne bakmak istedim. Sesindeki ciddiyetin izleri yüzüne ne kadar yansımıştı.
Gerçekten onun yüz ifadesini çok merak ediyordum. Başımı kaldırıp onun yüzüne baktığımda bir anlığına göz göze geldik. Baban anında bakışlarını benden aldı fayans zeminle buluşturdu. Ellerini iç içe geçirip sürekli parmakları ile oynuyordu. Onun her halinden sıkkın ve stresli olduğu belli oluyordu. Otoriter bir ses tonuyla konuşmaya başladığında beni anlayacağını umut ediyorum, dedi.

O benden bakışlarını kaçırdıkça ben ısrarla onun yüzüne bakmaya devam ediyordum. Bekliyordum, acaba hangi bahanenin arkasına sığınacak, diye. Bekliyordum, acaba yalanlarına bir yenisini daha ekleyecek mi, diye. Bir taraftan da kendimi yolun sonuna gelmiş gibi hissediyordum. Madem yolun sonuna gelmiştim artık onun ağzından çıkacak kelimeler beni korkutmuyordu. Bu garipti hem de çok garip…

Sen beni bilirsin, diye başladı konuşmasına. Ben öyle hiç kimsenin karısına, kızına, yan gözle bakmam. Babanı sende çok iyi tanırsın bu konuda doğru söylüyordu. Evliliğimiz boyunca hiçbir şekilde ahlakından ödün vermemiş ve böyle şeylere tenezzül etmemişti. Bende onu onaylamak isteyerek başımı aşağı yukarı salladım. Fakat dedi ve biraz durup bekledi. Sanırım düşüncelerini toparlamaya çalışıyordu. Beklediği süre içinde durmadan dişlerini sıkıyor, bu ona yetmiyor gibi arada bir de dudaklarını geveliyordu. Şimdi içine düştüğüm durumu ben sana nasıl açıklayacağımı bilmiyorum… Ben merhametle sahiplendim onları ama bu duygularım zamanla değişti. Önceleri duygularımın adının ne olduğunu bende anlayamadım. Sonra b-ben âşık oldum, dedi ve sustu.

Baban bu sözleriyle adeta başımdan aşağı bir kova kaynar suyu boca etmişti. Eriyip akmıştı bütün uzuvlarım, dışım yanıyordu ama içim buz tutmuş donuyordu. Elim-ayağım titremeye başlamış, bütün duyularım törpülenmiş gibiydi. Hissiz ve ruhsuz bakışlarım babanın yüzüne öylece takılı kalmıştı. ‘S-sen ne diyorsun’ sorusu aralanan dudaklarımın arasından mırıltıya benzer bir sesle çıktı. Baban gayet sakin bir şekilde ‘beni duydun söyleyecek başka sözüm yok’ dedi.

Şuurunu kaybetmiş bir divane gibi bu kez sesimin tonu hiddetli çıkmıştı. B-bunu nasıl yapabildin? Karşıma geçmiş bana aşkını itiraf ederken öyle boş gözlerle bakıyordu ki, düz bir anlatımla ‘ben ona söz verdim’ dedi.

Baban konuştukça ağzından çıkan her kelime kalbime mızrak olup saplanıyordu. Kalbimin duvarına saplanan mızraklar kımıldadıkça içim ığıl ığıl kanıyordu. Kendimi zapt edemez bir hale gelmiştim. Öfkem çığırından çıkmış ondan çok kendime zarar vermek istiyor ve saçımı başımı yolasım geliyordu. Onun sözlerinin maruz kaldığı kulaklarımı ellerimle kapatıp tüm dünyaya karşı sağır olasım vardı. Hafızamı bir anlığına sıfırlamak ve içimden geçeni yüzüne haykırmak istedim. Belki onun cevabı beni kendime getirecekti en azından içimde ukde kalmayacaktı. Ona söz verirken biz neredeydik, diye sordum. 

Ben senden vazgeçtim, dedi derken o kadar ruhsuz çıkıyordu ki sesi, kaskatı kesildi bedenim. Onun ruhsuz çıkan sesi beynimin karıncalanıp uyuşmasına tek sebepti. Bir insan bu kadar duyarsız olabilir miydi? Karşısında iki çocuğunu annesi yıllarını ona adamış bir kadın vardı ama bu onun umurunda bile değildi. Ben ona verdiğim sözü tutacağım ve asla onu yalnız bırakmayacağım, derken… 
Sözleri bıçak sırtı gibi keskindi. Kelimelerin her hecesi taş gibi ağır geliyordu darbe yemiş bünyeme. Bunun adına darbe denmezdi zaten, resmen sırtımdan bıçaklanmıştım. Konuşmayı bırak cümle kurmaktan bile acizdim onun karşısında. Peki, biz ne olacağız, diye sordum belki bencilce bir soruydu ama.

Oturduğu tekli koltuktan yavaş ve sakin hareketlerle ayağa kalktı. Odanın içerisinde sert darbeli sesler çıkararak birkaç adım ileri geri yürüdükten sonra kalktığı yere tekrar oturdu. Bu kez yüzünde keskin bir ifade vardı. Öyle ki, yüzüne yayılan ciddiyet yolun sonunun gerçekten geldiğini yüzüme haykırıyordu. Senden boşanıp onunla evleneceğim. Bunun başka yolu yok! 

Kızım beni duyuyor musun, bizi geçmişi bir kalemde silip ona söz verdiğini söylüyor. Bunu söylerken o kadar mağrur bakıyordu ki yüzüme o an kan beynime sıçradı. Hiddetle ayağa kalktım. Onun fütursuzca sarf ettiği sözler adeta içimdeki gizli canavarı dışarı çıkarmıştı. Pençelerimi bir kaplan gibi onun yüzüne geçirmemek için yumruk yaptığım ellerimi sıktıkça sıkıyordum, sıktığım yumruklarım kan akışımı durduruyor kalbim kan pompalamaktan yorulmuş göğüs kafesimi zorluyordu. Onun karşısında vahşi bir canavar gibi hırıltılı sesler çıkararak savunmaya geçtiğimde ‘ona söz verdin demek’ diye sordum. Ya yıllar önce bana verdiğin sözlere ne olacak?

Karşımda durmuş bir de benimle dalga geçer gibi konuşuyordu. Ee, artık çocuklar büyüyüp başlarını kurtardılar. Seni de yanlarına alırlar. Şimdi ben gidiyorum, boşanana kadar orduevinde kalırım. Umarım zorluk çıkarmasın. Emin ol böylesi ikimiz içinde daha iyi olur, çünkü ben yalan-dolanla yaşamaktan bıktım. Sende bilirsin benim yalanla-dolanla hiç işim olmaz, dedi ve valizini hazırlayıp çıkıp gitti. Yılların hiçbir hükmü yokmuş gibi, yavru bir kediyi terk eder gibi, kolayca arkasına bile bakmadı aha şu kapıdan çıkıp gitti.

Bütün gücümle anneme sımsıkı sarıldım. Sen üzülme annem, bak ben yanındayım. Sende az çok tahmin ediyorsundur artık bu iş başlayalı çok zaman olmuş. Baksana bunlar çoktan kararlarını vermişler. Boş ver anne, gerçekten böylesi daha iyi oldu. Bir yalanla yaşamaktansa acı gerçekle yaşamak daha evla. Sözlerim annemi teselli ediyor muydu bunu bilebilmek güçtü ama ben kendi içimden herkese sövüp saydırmak istiyordum.
İbrahim komutana bak sen; söz vermiş âşık olmuş. Ne kadar da kolay söylüyor; dilerim ikiniz de belanızı bulursunuz. Bize çektirdiğiniz kadar çekersiniz inşallah. Şunlara bak; cidden bizi aptal yerine koyup aşna vişne yaşamışlar. Utanmaz pislikler. İnsanlığın yüz karası bunlar. Ne söylersem söyleyeyim bir türlü içim huzur bulmuyordu.

Benden beddua içerikli sözler duymaya alışkın olmayan annem boş boş bakıyordu. Bakma bana öyle, azda olsa insanı rahatlatıyor; bana kalırsa sende denemelisin, dedim.
Yol arkadaşlarım bizim hikâyemiz burada bitiyormuş gibi görünse de esasında bizim mücadelemiz bundan sonra başlıyordu. Babam evi terk etmiş ve orduevinde yaşamaya başlamıştı. Ben de ister istemez zamanımın çoğunu annem ile birlikte geçiriyordum. Sizlerde takdir edersiniz ki bu durumda onu istesem de yalnız bırakamazdım.

İlkem, sözünü tamlamak üzereyken masanın üzerinde duran telefonuna düşen bildirim sesiyle irkildi.
Gözleri yavaş yavaş büyümeye ve yüz kasları seğirmeye başladı.

Nefessiz kalan ciğerleri kaburgalarını parçalayıp firar etmek üzereydi. Kuruyan dudaklarını yalayarak kendi tükürüğünü yutmaya çalıştı ama adeta yutak borusu tıkandı yutkunamadı.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top