Gizli Planlar B-34-

Merhaba, Temas ailesi! yine uzunca bir bölümle biz geldik.

Lütfen desteğinizi eksik etmeyin:)

Hayatta hiç derdi olmayan var mı? Hep büyükler mi dert çeker? Tabii ki hayır, yediden yetmişe birbiriyle ilintili olarak çekilir her sancı. Yetişkin bireyler kendi hatalarının bedellerini öderken, minicik kalpler de ebeveynlerinin günahlarının bedelini öderler, bu genetik bir döngüdür esasında.

İlkem, ağlama sesi duyunca sınıfın kapısına yaklaşarak başını kapıdan içeriye doğru uzattı. Gördüğü manzara kalbine inceden bir sızı saldı. Minik bir kız öğrenci iki kolunu birbirine dolayarak ders masasının üzerinde birleştirip başına yastık yapmıştı. O kollarından yaptığı yastığa da başını gömmüş içli içli ağlıyordu. Bu sınıf kendi sınıfıydı küçük kız kendi öğrencisi.
Öne doğru bir adım attı, bir adım daha bir adım daha. Öğrencinin yanına vardığında adımları durdu. Küçük kız, dış dünyadan soyutlanmış öyle içli ağlıyordu ki, neredeyse kendi hıçkırıklarında boğulacaktı. İlkem, ağlama nedenini merak ediyordu ama bunu pat diye sormak istememişti. Uzun ince parmaklı ellerini ipeksi saçlarına doğru uzattı ve şefkatle okşamaya başladı, biraz sakinleşsin istiyordu. Sonra, “Niye ağlıyorsun küçüğüm, sorun nedir?” diye sordu.

Fatma, hafifçe başını kaldırıp yaşlı gözlerle öğretmenine bakmıştı. “Hiç, bir şeyim yok öğretmenim.”

“Fatma, nasıl bir şeyin yok kızım? Madem bir şeyin yok neden ağlıyorsun o halde?” 
Kız öğrencinin adı Fatma’ydı ama okulda ona herkes Fadik, diye hitap ediyordu. Fadik, önce minik parmaklarını kullanarak gözyaşlarını kuruladı. Sonra cebinden beyaz bir mendil çıkarıp utanarak burnunu sildi. “Ş-şey öğretmenim, sana söylersem babam bana kızar,” dedi bunu söylerken bile gözlerinde korku vardı.

“Küçüğüm baban neden kızar sana bana anlatmak ister misin? Belki sana yardımcı olabilirim.”

“Ş-şey,” diye kekeledi, “işte kızar.” Tekrar minik başını kollarının arasına gömdü.

İlkem, tekrar Fatma’nın ipeksi saçlarını okşadı ve sıranın diğer ucuna da kendisi geçip oturdu. “Bak Fatma, sen benim çalışkan bir öğrencimsin. Okulunu seviyorsun, derslerine çalışıyorsun. Hadi anlat bakalım baban ne diye kızacakmış sana?” 

Fatma, öğretmeninin şefkatli yaklaşımım sonucu biraz cesaretlenmişti. “Şey öğretmenim.  Babam dedi ki, sen artık büyüdün okuduğun yeter. Bundan sonra evde oturup annene yardım edecek kardeşlerine bakacaksın, dedi.”

“Senin yaşın kaç ki, baban büyüdüğünü söylüyor. Olmaz öyle şey!”
Fatma, akan burnunu tekrar beyaz mendilinin köşesiyle silmek isterken, “Öğretmenim, ben okulu çok seviyorum, ders çalışmayı da seviyorum. Babam beni okula göndermeyecek diye üzülüp ağlıyorum işte.” 
“Peki, kızım babanla ben konuşsam olmaz mı?”
Fatma, panikler gibi kendini geri çekti. “Şey öğretmenim. Babam sana söyledim diye bana daha çok kızar.”

İlkem, öğrencisinin minik ellerinden tuttu ve onun siyah üzümü andıran gözlerine baktı. “Yok, kızmaz. Sen ders saati bitince beni bekle birlikte gidelim babanın yanına olur mu?”
Fatma’nın ağlak gözleri bir anda sevinçle parladı. “Gerçekten mi öğretmenim?” diye sorarken.
İlkem, okul çıkışı Fatma’nın minik ellerinden tuttu ve babasıyla konuşmak için yola koyuldular. Birlikte yolda yürürken Fatma, ara sıra başını kaldırıp öğretmenine bakıyordu. Öyle güzel gülümsüyordu ki, sevinç yumağı gözleri ışıldayarak bakarken.
Okuldan baya uzaklaştılar ve yolları arka sokaklara düştü; çakıl taşlı yolda yürümek baya zorluyordu onları. Her adımda ayaklarının altından kayan çakıl taşları şıkırtılı sesler çıkarıyordu. “Fatma kızım, daha yolumuz var mı?”
Fatma, işaret parmağıyla bir yön göstererek, “İşte bu ev bizim evimiz öğretmenim!” dedi. 

Fatma’nın gösterdiği ev eski, yıkık dökük, metruk bir evdi. Bu görüntüye tezat evin etrafı temiz ve derli toplu duruyordu. İlkem, etrafına göz attıktan sonra başka bir görüntü dikkatini çekti. Fatma’nın babası olduğunu düşündüğü zayıflıktan yanakları içeri doğru çökmüş bir erkek; evin ön bahçesinde elinde baltayla kalın odunları küçük parçalara ayırıyordu.
Küçük adımlar atarak sakince yürüyüp adama yaklaştığında ‘ıhım’ diye genzini temizledi. Niyeti biraz da adamın dikkatini kendi üzerine çekmekti. “Kolay gelsin!” Sıska görünümlü adam başını kaldırıp genç öğretmene boş gözlerle baktıktan sonra, “Sağ olun!” dedi.

Fatma, korkudan öğretmeninin eteklerine yapışmış ve arkasına saklanmıştı. İlkem, içinden zavallı miniğim diye geçirdi. “Ben Fatma’nın öğretmeniyim,” deyip adama elini uzattı fakat adam uzanan ele baktı ve hiçbir tepki vermedi. “Sıkıntı nedir öğretmen hanım? Kapımıza kadar geldiğine göre önemli bir şey olmuş?” dedi.

Genç öğretmen, yüzüne ciddi bir ifade takınarak, “Benim adım İlkem Ateş,” dedi. Orta yaşın kıyılarında görünen adam onun adını pek önemsememiş gibi başını yan tarafa doğru çevirdikten sonra eline bir odun parçası aldı ve kuvvetli bir darbe indirerek odunu ikiye ayırdı.
Fatma’nın korkak bakışları bir öğretmenine bir babasına bakıyordu. Genç öğretmen ise olanca cesaretini bir araya toplayıp, “Fatma’yı okula göndermek istemediğinizi öğrendim?”

Son duyduklarına istinaden adam başını çevirdi ve genç kadının gözlerine umursamaz bir bakış attı. “Fatma, çalışkan ve başarılı bir öğrencimiz. Hangi sebepten dolayı göndermek istemediğinizi öğrenebilir miyim?”  
İlkem’in sorusu üzerine sıska adam elinin tersiyle alnından şakaklarına doğru boncuk-boncuk dökülen terleri sildi. “Öğretmen Hanım, yeter okuduğu. Benim daha fazla okutmaya durumum yok!”

Ne yani sırf parasızlık yüzünden mi göndermek istemiyordu bu küçük kızı okula. “Sorun para mı?” 
Umarsız davranan adam tekrar işine döndü. Yerden kalın bir kütük daha aldı ve diğer kalın kütüğün üzerine koydu. Üsteki kütüğe öfkeli bir darbe vurarak ikiye ayırdı. “Okuyacağı kadar okudu, bundan sonra annesine yardım edip kardeşlerine baksın!”

Sorunun para olduğu belliydi ama adam bunu gurur yapıp dile getirmek istemiyordu. “Fatma, daha on yaşında küçük bir kız çocuğu, nasıl iş güç yapsın? Hem onun okuyup eğitimini tamamlaması lazım. Okulunu bitirmeden onu keyfinize göre okuldan alamazsınız. Hem bu devlet nazarında bir suçtur.”

Suç sözcüğünü duyan baba elindeki odun parçasını yere fırlattı. “Nasıl yani?”

“Bildiğin suç, devlet böyle bir yasa çıkarmış, her çocuk temel eğitimini tamamlamak zorunda. İzin verin Fatma, okuluna devam etsin. Gerekirse bütün okul masraflarını ben karşılarım. İsterseniz onun manevi annesi olurum!”

Üst üste gelen teklifler karşısında kara kuru adam önce bir şey anlamamış gibi genç öğretmenin yüzüne alık alık baktı. Sonra bakımsız kahverengi saçlarını parmaklarının yardımıyla tepesinin üzerinden arkaya doğru yatırdı. Sağ eliyle yüzünü sıvazladı ve derin bir nefes alıp verdi. “Yani diyorum ki; Fatma’ya ben sahip çıkayım. Her türlü ihtiyacını ben karşılayayım. Ona ve size destek olayım diyorum, buna ne dersiniz, diyorum?”

Genç öğretmenin teferruatlı anlatımı sayesinde adamın yüzüne sevinç emareleri yayılırken, çukura düşmüş gözleri çipil çipil ışıldıyordu. “Tamam, madem siz okutacaksınız bitirsin okulunu bakalım. Okuyup ne olacaksa?”

İlkem’in ısrarları sonucunda adam gönülsüzce evet demişti ama paraya mı tav olmuştu yoksa suç kelimesinden mi ürkmüştü bilinmez. Sonuç olarak Fatma’nın okumasına izin vermişti.
Küçük kız, babasının okumasına izin verdiğini görünce öyle çok sevinmişti ki, sevinçten öğretmeninin ellerine sarılıp öpmek istemişti. “Gerek yok kızım, sen derslerine çalış yeter!” 

Öğrencisini kendi evinde bırakıp kendi evine dönerken İlkem içi öyle rahattı ki. Birine yardım etmenin huzur ve mutluluğu böyle bir his olmalıydı, artık onun da saçlarını okşayabileceği bir kızı vardı. İşte huzuru yakalamanın bir yolunu daha bulmuştu çukura düşmüş ruhu.

Tarihi belirleyen zaman denen obur fil, hayatlarımızdan sayılı günlerinizi birbiri ardına çalıp götürürken, dertlerimizin üstüne bir yenisini eklemeyi ihmal etmiyordu; çünkü o da biliyordu insan ruhuna meşgale lazım. İnsanoğlu dünya, meşgalesi ile uğraşsın ki günleri nasıl tükettiğinin farkına varmasın.

İlkem’in derdi kendine yetmezmiş gibi an itibariyle dertlerine bir yenisi daha musallat olmuştu. Sınıfın kapısı üst üste vuruşlarla tıklatıldı. “Gir!” sesinden sonra nöbetçi öğrenci önce başını eğerek sınıf öğretmenine selam verdi. Sonra, “Öğretmenim dışarıda bir misafiriniz var, sizi görmek istiyor!” dedi.
Nöbetçi öğrenciye misafirinin kim olduğunu sormak istedi ama sonrasında vazgeçti zira sorsa bile olumlu bir cevap alamayacağı kesindi. “Tamam, oğlum!” deyip yolladı nöbetçi öğrenciyi. Misafirinin kim olduğunu merak eden İlkem, sınıfın pencere camını açıp dışarıya baktı. Bakar bakmaz da yüreği ağzına geldi. Ne işi vardı onun burada? Ona bir daha gelme dememiş miydi? Oflayarak iç çekti.
İşlenen ders saatinin bitmesine az bir zaman kalmıştı. “Fatma kızım, sen benim masama geç otur ders zili çalınca öğrencileri bırak. Benim misafirim gelmiş ona bakmaya gidiyorum!” dedi.

Fatma, saygılı bir ifadeyle, “Tamam, öğretmenim!” dedi.

İlkem, sınıftan çıkıp okulun dış kapısına geldiğinde merdivenlerin en üst basamağında durdu. Tedirgince sağa sola bakındı. Misafirini kimsenin görmesini istemiyordu zira burası okul ortamıydı; öyle aklına esen elinde bir demet gülle kapılarda beklememeliydi. Kendisi bir eğitmen olarak öğrencilerine her zaman iyi örnek olmak zorundaydı.
Üstelik burası küçük bir kasabaydı ve çok çabuk laf söz olurdu. Okulun merdivenlerden inerken duygularını toparladı ve vücudunu dikleştirdi. Olabildiğince ciddi görünmeye çalışıyordu. Misafiri elinde beyaz güllerden yapılmış kocaman bir buket tutuyordu. Sırtını okulun duvarına yaslamış, ona haylazca bakarak gülümseyip duruyordu.
Nasıl da biliyordu onun hassas ruhunu nelerle ele geçireceğini; çünkü İlkem beyaz gülleri çok severdi. Genç öğretmenin bulunduğu alana yaklaştığını gören şahıs sırtını dayadığı duvardan ayırdı ve ceketini ilikledi. “Merhaba!” dedi bütün içtenliği ile ona doğru elini uzatarak. İlkem kendisine doğru uzanan eli boş bıraktı. Esasında içinden çok şey söylemek geçiyordu ama susmayı seçerek diline vuran kelimeleri sadece yutkundu zira şimdi ne yeri ne sırasıydı. Bu arada misafir konumundaki adam hala aptal bir sırıtışla yüzüne bakıyordu.

“Hoş geldin, dememi beklemiyorsun herhalde?” diye sorduktan sonra kısa ve kesik bir soru daha yöneltti, “Neden geldin?” Genç kadının sorusu karşısında yüzü kıpkırmızı olmuştu muhatabının. Söyleyecek söz bulamayan şahıs başını usulca öne eğip ayakkabısını uç kısmı ile yerdeki toprağı eşeler gibi yapıyordu. Ses tonu kırgın ve duyguluydu, “Yapma böyle İlkem, ben seni unutamıyorum!” derken.

Sahte bir gülüş asıldı sol yanağının kıvrımına ve dudakları alaycı bir ifadeyle aralandı. “Bitti… Bu konuda neden ısrar ediyorsun? Ben seni anlamakta gerçekten zorluk yaşıyorum Arif, anla artık bunun geri dönüşü yok… Git buradan!” 

Yere eğik başını usulca kaldırdı ama göz çeperleri kızarık çenesi titrekti. “Gidemem, çünkü tayinimi buraya aldırdım.”

Cidden şu an genç kadının kan beynine sıçramıştı. Sinirlenmişti ve sinirden göz kasları seğirmeye başlamıştı. Bulundukları okul binasını göstererek, “Nasıl, buraya mı?” diye sordu.
Gösterilen binaya olmasını çok istiyormuş ama olmamış da hayal kırıklığına uğramış gibi yüzüne üzgün bir ifade yerleştirdi Arif. “Hayır, bu okula değil ama buraya yakın bir başka okula!”

Genç öğretmen, hayretler içindeydi. Sakin kalmaya ihtiyacı vardı ve içinden saymaya başladı. Bir, sakin olmalıyım. İki, sakin olmalıyım. Üç, sakin olmalıyım. Saymayı bitirip üst üste nefesler alıp verdikten sonra, “Neden böyle bir şey yaptın?” 

Bu kez yüz ifadesi daha ciddiydi. “Son bir şansı hak etmiyor mu, yarım kalan aşkımız?”
Karşısında durup pişkin bir üslupla aşkımız diyen Arif’e uzun uzun baktı İlkem, zira ilk tanıştıkları gün ve onun şaşkın hali gelmişti gözlerinin önüne. Ne kadar masum yaşamışlardı aşklarını. Hatıralar hayaline düştüğünde ister istemez kalbi sancımıştı. Sancıyan kalbi eskiyen yaralarına tekrardan tuz basmıştı. “O, aşkı sen tükettin, her şeyi sen bitirdin Arif. O, aşk geçmişte kaldı ve yandı bitti kül oldu!”

Genç kadın, insanları kırmaktan hiç hoşlanmazdı. Hele iyi kötü bir geçmişinin olduğu insanları kırıp incitmekten hep kaçınırdı; zaten hassas ve kırılgan bir yapıya sahip olduğu içindi ruhunun çektiği bunca sancılar. Güçlü bir bünyesi vardı ama ruhu çok çabuk kırılıp inciniyordu.

“Tamam. Yeni okulun ve işin hayırlı olsun ama şimdi çekip gider misin buradan. Hem ben bekâr biri olarak laf söz olmak istemiyorum.”

“Tamam, giderim ama bir şartla!” Onun bitip tükenmez ısrarı karşısında genç kadına gına gelmişti artık. “Neymiş şartın?” derken kaşları çatılmış bir süre donuk kalmıştı.

“Önce senin için seçtiğim gülleri al, sonra bana bir yemek sözü ver.”

“Olmaz, sen benden ne isteğinin farkında mısın?”

Arif, beyaz gül demetini ona doğru uzattı. “Bende sen bu gülleri alana kadar beklerim!” 

Öfkeden başına ağrılar girmek üzereydi; çekinceli bir hareketle etrafına bakındıktan sonra sırf başından savmak adına, “Bu son olsun!” dedi.

Arif, eski eşi gülleri aldığı için keyiflenmiş yüzüne bir rahatlık yayılmıştı. “Yemekte görüşürüz!” dedi ve çekip giderken arada bir arkasını dönüp genç kadına, bakıyordu. 

İlkem, elindeki beyaz güllerle ortalık yerde kala kalmıştı. Bir elindeki eşsiz güzellikteki güllere baktı bir de çekip giden Arife. Geçmişin eli boğazını sıkmaya yeltenince atmaya kıyamadığı gülleri en yakın öğrenciye verip eve yolladı. Sınıfına doğru adımlarken attığı her adımda içinden küfürler savurdu ama bu nafile bir çabaydı olan olmuş giden çoktan kendi içinden gitmişti.
Onun ivedi olarak düşünmesi gereken mesele başkaydı. Arif, ona geri dönmesi için elinden geleni yapıyordu ama bütün bunların kendisine hiçbir getirisi olmayacaktı çünkü ona asla geri dönmeyecekti. Genç kadının en kestirme yoldan ondan kurtulması gerekiyordu, ama nasıl?
Üç kuruşluk keyfi vardı Arif’in gelişiyle o da uçup gitmişti. İçinden geçtiği zamanın bir an önce geçmesini ve son ders zilinin çalmasını bekledi. Bir an önce gidip soluğu evde almak istiyordu. Yatağına uzanıp uyumak ve her şeyi unutmaktı tek düşündüğü. Beklenen saat dolmuş son ders zili çalmıştı. Koşar adım sınıfından ayrıldı. Okulun geniş açılı merdiven basamaklarını birer ikişer atlayarak indi. Lojmanın önüne geldiğinde kapıyı kendi anahtarıyla açtı koridordan geçip mutfağa doğru ilerledi. Geldiğini duyan Zarife Hanım, yaptığı işten başını kaldırmadan, “Hoş geldin kızım!” diye seslendi.
“Hoş bulduk anne!” deyip kendi odasına doğu yöneldi İlkem. 
Kızının sesindeki tınıdan moralinin bozuk olduğunu anlayan kadın onun arkasından tekrardan seslendi, “Bir sorun mu var İlkem!”

İlkem, arkasından seslenen annesinin sorusuna adımlarını durdurmadan cevap verdi, “Yok bir şey anne!”

Kızı yok bir şey dese de annesi cevabından tatmin olmamış olacak ki, peşinden gitti. Bu arada İlkem, yorgun bedenini boş bir çuval gibi yatağının üzerine bırakmış şakaklarını ovalıyordu. Zarife Hanım, oda kapısının önüne geldiğinde durdu çünkü ocakta yemeği vardı fazla zaman kaybetmek istemediği için içeri geçmek istemiyordu. “İlkem kızın, başını kaldırıp bana bakar mısın?”
“Efendim anne!”

“Kızım gergin görünüyorsun, bir sıkıntın mı var?”
İlkem, şakaklarını ovalamayı bıraktı ve olanca gayretini kullanarak gülümsemeye çalıştı. “Bir şeyim yok dedim ya anne!”

“Bir şeyin yokta, neden bu kadar gerginsin? Nedenini bana anlatmayacak mısın?”

“Bilmiyorum anne, gerçekten canım sıkkın ama ben ne yapacağımı bilmiyorum!” dedi ve kendini tek kişilik yatağının üzerine sırt üstü bıraktı.

Zarife Hanım, “Bir dakika kızım, ben yemeğe bakıp bir geleyim,” deyip hızlıca kapı önünde ayrıldı. Kadın kızının yine bir çıkmazın içinde olduğunu anlamıştı. Mutfaktaki işini halleder etmez hemen soluğu kızının odasında almıştı. Usulca kızının yatağının kıyısına oturdu. Uzun siyah saçlarını okşamaya başladı, her dokunuş sihirli bir değnek gibi değdiği yere huzuru bırakıyordu. “Üzülme kızım, sıkıntın her neyse her zaman olduğu gibi yine ana-kız birlikte çözeriz!”

Okşanan başını annesinin dizlerine koydu. “Anne, bugün okula Arif geldi.”

Zarife Hanım, kızının neden durgun olduğunu anlamıştı. “Yine mi? Arif, ne yapmaya çalışıyor ben anlamıyorum? Kendisi ayrılıp gitti ama şimdi yine kendisi geri geliyor. Olmaz kızım, bu iş çocuk oyuncağı değil ki...”
İlkem, başını annesinin dizinden kaldırmadan konuşmaya devam etti: “Anne bildiğin gibi değil, tayinini buraya aldırmış. Bir de elinde kocaman bir demet gülle okulun bahçesine kadar gelmiş, inan arkadaşlar görecek diye ödüm koptu…”

Saçlarına son bir dokunuştan sonra kızını dizinden kaldırdı ve kendisi ayağa kalktı. “Boş ver kızım, görürlerse görsünler. Bunları kendine dert etme sen. Kimseye hesap verecek değiliz.”

Gelgitler yaşayan genç kadın, annesinin umursamaz tavrından hoşlanmıştı. Haklıydı hiç kimseye hesap vermek zorunda değillerdi. “Zarife’ciğim çok haklısın ama küçücük bir ayrıntıyı unutuyorsun. Senin de bildiğin üzere burası küçük bir yer. Biraz daha dikkatli olmamız bize bir şey kaybettirmez."

Kadının umursamaz görünmesi sırf kızına destek olmak içindi, yoksa vurdumduymaz biri hiç değildi. Üstelik başına ne geldiyse hep iyi niyetinden gelmişti, herkesi kendi gibi bellediğinden gelmişti.
Kızına cevap vermek istediğinde kelimeleri ağız boşluğunda dolaştırdıktan sonra dilinin üzerinde yuvarlayıp boşluğa bıraktı: “Peki, ne için gelmiş?”

Nefesini koyuverirken gözlerini süzerek konuşmuştu İlkem, “Ne için olacak anne, benimle tekrar barışmak için. Bir de tutturdu gülleri almaz benimle yemeğe çıkmazsan buradan gitmem, diye. Bende ne yapayım bir an önce çekip gitsin diye gülleri almak zorunda kaldım işte. Yemeğe çıkmayı da kabul ettim…”

Zarife Hanım, duyduklarına inanmakta zorluk çektiğinden şaşkınlığını gidermek için elini bilinçsizce dudaklarına bastırdı. “Neden kabul ettin kızım? Şu an duyduklarımın gerçek olamadığını söyle bana. Keşke kabul etmeseydin, şimdi yok yere ümitlenecek.”

Bir hışımla ayağa kalkan İlkem, odanın içerisinde gelişigüzel dolaşmaya başladı. Bir yandan sarsak adımlar atıyor bir yandan dişleriyle dudaklarını geveliyordu. O da biliyordu yanlış yaptığını ama mecburiyet galip gelmişti. “Kabul etmeyip de ne yapsaydım anne? Keyfimden mi kabul ettim mecbur kaldım…”

Kızının bile isteye yanlış yapmayacağını elbette annesi de biliyordu ama elinde değildi; kızına acı çektiren adamı bir türlü affedemiyordu. “Kızım onca yaşanandan sonra Arif kendisine geri dönmeyeceğini bilmiyor mu? Hadi dönmek istedin diyelim, bu işin öyle kolay olmayacağını anlaması ve bilmesi gerekir.”

Kadın kızının ellerinden tuttu ve yatağın kenarına oturdular. Kızının gözlerinde yılgınlık vardı. Korku vardı. Endişe vardı. Onun göz bebeklerine yerleşmiş o kadar çok öğe vardı ki, sarılıp hepsini yok etmek istedi. “Ben korkuyorum anne, ne olur beni yalnız bırakma. Biliyorum bu ne ilk olacak ne de son. Ben köşeye sıkıştıkça o beni bu şekilde taciz etmeye devam edecek ve benden istediğini alana kadar durmayacak. Ben buna bir son vermek istiyorum ama nasıl yapacağımı bilmiyorum.”

Şefkatli elleri kızının sırtını sıvazladı, “Üzülme kızım, düşünür buluruz bir çaresini.”

Cümle içinde geçen ‘çare’ genç öğretmenin beyninde şimşekler çakmasına sebep olmuştu. Evet ya, en etkili çözümdü bulduğu yöntem. Yer çekimini bulan “Newton” gibi “buldum buldum” diyerek odanın içinde sağa sola volta atmaya başladı.

Kadın şaşkın gözlerle kızını izliyor ve ne bulduğunu sorup duruyordu. “Sana sonra anlatırım anne!” Madem kızı mutluluğun formülünü bulmuştu sonra öğrense bir şey kaybetmezdi. “Tamam, kızım, bulduğun her neyse seni bu dertten kurtarsın da ben sonradan öğrensem de olur!” dedi.

Genç öğretmen, eski eşini geri püskürtecek çözümle o gece rahat bir uyku uyumuştu; zaten ertesi gün cumartesiydi. Sabahleyin biraz geç kalktı ve anne kız baş başa bir güzel kahvaltılarını yaptılar. Ee, hava da güzeldi. Güneş açmış her yeri sımsıcak ısıtıyordu.
“Bugün birlikte dışarıya çıkalım mı anne? Hem hava da güzel, dışarıya çıkıp gezmek sana iyi gelir.”
Zarife Hanım, zaten uysal bir karaktere sahipti onun için kızının teklifini hemen kabul etti. Tam birlikte hazırlanıp dışarı çıkmak üzereydiler İlkem’in telefonu melodik bir sesle çalmaya başladı. Hemen ekrana baktı ama arayan isimsiz bir numaraydı. İsimsiz numaralardan artık gözü korkar olmuştu hiç düşünmeden kapatma duşuna bastı. Telefon kapatır kapatmaz tekrar çalmaya başladı. Israrla çalmaya devam edince mecburiyet hâsıl oldu açmak zorunda kaldı. “Alo!”

“Günaydın İlkem!” diyen ses tabii ki de Arif’ten başkası değildi. İlkem boş bulunup, “Sana da günaydın!” dedi.

Gayet kibar bir üslupla, “Umarım rahatsız etmiyorumdur, yemek işini soracaktım. Hazır hafta sonu okullar tatil ya, akşama olabilir mi?” Hiç vakit kaybetmeyen Arif, eline geçen fırsatı kaçırmıyordu; ince planlar içinde olduğu bariz bir şekilde belli oluyordu. İlkem, ona bir söz vermişti. Bugün keyfi de yerindeydi. Yemek konusunu düşünerek kendisini germek istemiyordu. Yemek konusu bir an önce olup bitsin de ruhu azıcık huzur bulsun istiyordu.
“Tamam, bu akşam uygun” dedi.

Son anda randevuyu kapan Arif’in neşesine diyecek yoktu doğrusu; “Tamam, bu akşam görüşürüz o zaman. Peki, saat kaç gibi buluşalım?”

Biri ağlarken diğeri güler, biri gülerken diğeri ağlar, bu döngüsel bir hikâyedir. Arif, şimdilik neşeliydi ve keyfi yerindeydi ama ne demişler gereğinden fazla gülmek uğursuzluk getirir. Genç kadın, bulduğu çözüm yolunu eyleme geçirmek için, “Ben sana mesaj atarım!” dedi ve konuşmayı sonlandırıp başka bir numarayı tuşladı; “Alo Ömür, müsait misin? Seninle acil bir konuyu görüşmem gerekiyor.”

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top