Cehennem Ateşi B.20.

Merhabalar!
Erişim engeli girdi aramıza. Uzun zaman oldu görüşmeyeli.

Nasılız bakalım can içlerim.

Etkileşim için bölüme oy verip yorum yapmayı unutmayın lütfen.

Kitabın listelerde yükselmesi adına bu gerekli.

Etkileşim ne kadar yüksek olursa bölümler o kadar hızlı gelir.

Oy sınırı 50 yorum sınırı 50 kısa sürede sınırı geçeceğimizi düşünüyorum.
🌿🌿🌿
Hükümlü infaz edilmeden önce son isteği sorulur, zannımca bu işin maksadı vicdan yükünden kurtulmak oluyor. Karakol Komutanı da aynı yöntemi kullanarak gözaltında tuttuğu zanlılara son bir iyilik yapmak istemişti. Taraflar arasında sulhu sağlarsa kendisi de yorulmamış olacaktı, çünkü bu tür davların yıllarca sürdüğü oluyordu.
“Beyler, şimdi ne demek istediğimi anladınız sanırım? Size bir saat mühlet veriyorum gidin kendi aranızda konuşun halleşin. Yoksa her iki tarafta davasında ısrarcı olursa sittin sene yakanızı kurtaramazsınız bu işten.”

Komutan söyleyeceğini söylemiş sonucu beklemeye başlamıştı.
Bir saatlik zaman diliminden sonra istenilen sulh sağlanmış taraflar davalarını geri çekmişlerdi, zira böylesi iki tarafında yararına olacaktı. Yoksa en başta kasten adam yarılmaktan dolayı Zehra’nın emmisi ceza alabilirdi. Yaman için de durum aynısıydı. Kaçakçılık yapıyordu. Bir kere kara listeye alınırsa bir daha palazlanması güçleşir Jandarmanın gözü hep üzerinde olurdu. Mümkün olabildiğince askerden uzak kalması kendi yararınaydı.

Üstelik Yaman, kaçak mallarını yakalatmaktan kıl payı kurtulmuştu. Zehra’nın emmisi desen kendi kazdığı kuyuya düşmüştü. İnsan beşer düz yolda şaşar diye boş yere söylememişler. Öncelikle aklı kıt oğlunda gözü olmayan kızı sen ne yapacaksın, sal gitsin. Sonra yeğenin Zehra, zaten kendi başını yaktı otur seyret…

Öncesinde bildiğiniz üzere Yaman, yeni avradı Zehra’yı baba evine el öpmeye götürmüş istediğin kadar kal demişti lakin olaylar patlak verince tekrar alıp kendi köyüne getirmek zorunda kalmıştı.

Taraflar olarak kendi çıkarları doğrultusunda şikâyetlerinden vazgeçmişlerdi amma velakin olayın biraz soğuyup küllenmesi icap ediyordu.

- - - - - - -

Zehra’nın geri dönüşü cümle hane halkının boğazına koca bir yumru olup oturmuştu. Her olayın müsebbibi olarak Zehra’yı gördüklerinden dolayı kendi içlerinde onu günah keçisi ilan etmişlerdi; haksız da sayılmazlardı hani. Son günlerde başlarına ne geldiyse hep Zehra’dan sebep gelmişti.

Onun tez günde geri dönüşü en çokta Edibe kadının hoşuna gitmemişti. Kendi içinde gelininden intikam almanın yollarını arıyordu. Gün boyu ne yapacağına kafa yorduğundan sonunda yapacağını bulmuştu.

Yemek yenmiş üzerine sıcak çaylar içilmiş zaman ilerledikçe hane halkının göz kapakları süzülmeye başlamıştı.

"Gelinler herkesin uykusu geldi yatakları hazırlayın da yatalım." dedi.
Herkes gibi Asiye de duymuştu kaynanasını ve kalkmaya yeltenmişti. "Sen otur Asiye, gebe kadınsın. Güllü, hava soğuk Asiye’nin yatağını bu odaya serin."

Asiye, sessizce kaynanasına bakıp kaşlarını havalandırarak olmaz, demek istemişti. Kadın kafasına koyduğunu yapmak adına hiç oralı olmadı. "Güllü, ben ne diyorsam onu yap. Bu gece hava soğuk. "

Asiye’nin yatağı Yaman'ın odasına serilmişi ama onun yemini vardı; aynı odada kalabilirlerdi fakat herifinin koynuna girmeyecekti. Esasında kaynanasının asıl niyetinin kumasını cezalandırmak olduğunu anlamıştı Asiye. Madem kaynanası gelininden intikam almak istiyordu, ona yardımcı olmakta hiçbir sakınca yoktu. Kaynı ile aynı odada yatmak nasıl oluyormuş uğursuzun bizzat kendisi yaşayarak tadına bakacaktı.

Günler bir biri ardına yarınlara evrilirken bir diğer taraftan da Yaman, onca yaşanmışlığın ardından ister istemez ilk günlere nazaran Zehra’ya karşı olan muhabbeti azalmışa benziyordu. Kendi eliyle kendini ateşe attığı için olsa gerek ses etmiyor bir bakıma başına geleni sineye çekiyordu.

Kişilik olarak zaten pasif biri olan Zehra, herkes gibi kendisini suçluyor evin içinde neredeyse hayalet gibi dolaşıyordu. Ona kaynanası ne derse onu yapıyor gıkını bile çıkarmıyordu.

Asiye’de her fırsatta ben yüklüyüm bahanesine sığınarak bütün işi kuması Zehra’nın üzerine yıkıyordu. İş yükü altında ezilen Zehra, sesini çıkaracak olsa Asiye, hemen cevabı yapıştırıyordu.

“Kocaya varmasını biliyorsan evinin işlerini de yapacaksın; yok öyle yan gelip yatmak!”

Bu hengâme içerisinde günler su gibi akıp giderken Asiye, yeni hayatına uyum sağlamış gibi görünse de göstermelik bir gidişattı bu. Hayatının bir çeşit işgal edilmesi ve işgal altında yaşam sürmek kolay hazmedilecek bir durum değildi çünkü. Bazen mecburiyet hâsıl olur şartlar size uymaz siz şartlara uymak zorunda bırakılırsınız; Asiye’nin yaptığı da tam olarak buydu.

İşte bu şartlar altında adına zaman dediğimiz kavram, hiç kimseyi umursamadan hiç kimseye danışmadan kendi başına buyruk hareket ederek yine kendinden başkasını düşünmeyerek geçip gidiyordu.

Takvim yaprakları birbiri ardına koparılıyor geçen zamanın keyfine keyif katıyordu. Geçip giden zamanın güdüsüne kapılan Asiye' de istemediği yaşamın şartlarına uyum sağlamışa benziyordu zira ilk günlere nazaran ruhu biraz daha dingindi. Buna hamileliğin yükü de eklenince hepten salmıştı kendisi.
Asiye, zamanın dönemeçli yollarında düşe kalka ilerlerken bazen Güllü gelinle dertleşir içinde biriken ağuyu dışa vururdu. Bu da gösteriyordu ki; kendisi için olmasa bile çocukları için hayata tutunmaya çalışıyordu.

"Asiye bacı, geçmez dediğin günler zamana ayak uydurunca gördüğün gibi gelip geçiyor. Bak zor günler geldi geçti. Yakında bebeğini de kucağına aldın mı her şeyi unutur gidersin. İşte o zaman Zehra sünepesi kendi derdine yansın.”

"Güllü, hiçbir şeyin geçtiği yok, çünkü geçti deyince geçmiyor. Her şey daha ilk günkü gibi tam şuramı cehennem ateşi gibi cayır cayır yakıyor,” derken elini sol göğsü üzerine bastırmıştı Asiye.

Görünüşe aldanmamak lazım, çünkü görünüş çoğu zaman yanıltıcı olabiliyor. Uzaktan yani dış gözle bakıldığında Asiye, yelkenleri suya indirmiş gibi görünüyordu ama işin özünün hiç de öyle olmadığını öğreniyoruz. Kabullenişi yaşadığını sandığımız Asiye, içten içe magma tabakası gibi yanıyordu, dolayısıyla bu da onu zamanla daha saldırgan biri haline getirmişti.
Onca işin gücün arasında bazen bir köşeye çekilir hiçbir işe dokunmazdı Asiye. Kaynanası hem yüklü olduğu için hem de mağdur edildiğini düşündüğü için Asiye’nin bu tavırlarına ses etmezdi ama sineye de çekmez içinde biriktirirdi. Gerektiğinde öyle bir ses ederdi ki; önüne bent olsalar sel olur yıkar geçerdi. Fakat Asiye’yi malum sebeplerden ötürü ayrı tutuyordu.
Hem Asiye, hırçınlık yapmakta yerden göğe kadar haklıydı. Kendisi de bir kadındı ve anlıyordu akraba kızı Asiye’yi. Bunu yapan gözünün nuru oğlu Yaman dahi olsa doğruya doğru haklıya haklı derdi.

Arslanlar konağında kaynana gelin çatışmasını en üst seviyede görmek yadsınacak bir durum olmaktan çıkmıştı, çünkü aynı evin içerisinde üç gelin yaşam sürmekteydi. Buna binaen iş yükü de doğal olarak üçe katlanmıştı. Üstelik yokluk diz boyuydu. Yokluk dediysem dönem itibarıyla bolluk yoktu. Hele yaşam sürdüğünüz alan bir taşra köyüyse geliriniz ona göre kısıtlıdır. Belki büyük şehirler varlığın nimetlerinden yararlanıyordu ama küçük yerlerde paran olsa bile harcayacak vasıta yoktur.
Onların yaşadığı yerleşkede her şeyin bir arada satıldığı küçücük içi tıkış tıkış dolu bir tek bakkal vardı; yaşamları da onunla sınırlıydı.

Bir taraftan zamanın dipsiz kuyularına her gün bir taş daha atılırken Asiye’nin hamileliği de yedinci ayına girmiş yükü daha da ağırlaşmıştı. Asiye, küçük kızı Hatice’ye yemek yedirirken bir yandan da Güllü gelinle konuşuyordu. 

“Kız Güllü sende bir haller var, sakın gebe olmayasın?”

Güllü, eltisinin sorusu karşısında utancından renkten renge girerken, “Asiye, günüm geçti ama var mı yok mu bilmiyorum. Kaynanamdan gizli birlikte ebe kadına gidip baktırsak, olur mu?” diye sordu.

“Baktırırız kız baktırmaz olur muyuz? Hem kaynanamı dert etme sen. Nasıl olsa onun elinin altında kudümsüz gelini var, boş ver o yapsın bütün işleri.” İki elti kıkırtıyla kendi aralarında gülüştüler.

Güllü gelinin de gebe olduğu öğrenilince evin bütün iş yükü Zehra’nın üzerine kalmıştı. Edibe kadın da işlerin ucundan tutuyordu tutmasına ama yine de yetmiyordu.

Güllü, elinden geldiğince yorucu olmayan işleri yapmak istiyordu lakin Asiye engeline takılıyordu. “Güllü, gebe halinle iş yapma. Güllü bırak kaynanamın kudümsüz gelini yapsın. Güllü, eline fırsat geçti iyi kullan. Güllü, kızdırma beni söz dinle,” diyerek eltisini bile isteye örgütlüyordu.

Köylük yerde gebe de olsan kendi işini kendin yapmak zorundasındır amma velakin Asiye’nin garazı kuması kudümsüz Zehra’ya karşıydı. Bütün bunları yapma sebebi de gün gibi ortadaydı; yüreğinin yangınına bir bardak su dökmek.

Beklenen zaman dolmuş Asiye, sessiz sedasız ikinci kızını da dünyaya getirmişti. Sesiz sedasız diyorum, çünkü insanların acımasız yüzünden bahsediyorum; yani cinsiyet ayrımından. Kız çocuğunun soy-bağını sürdüremeyeceğini öne sürerek kendilerince yaptıklarına kılıf uyduruyorlardı; evladın kızı erkeği olurmuş gibi.

Havva bebek gün gün büyüyor Asiye için evlat sevgisi her şeyin önüne geçiyordu. Bu arada Asiye’nin herifiyle yani Yaman ile olan münasebetine gelecek olursak eğer sıradanlığı bozmadan ilerliyordu. Yaman, bazen yakınlaşmak için şansını deniyordu fakat Asiye pek yüz vermiyordu. Yalnız arada bir denk gelirse sırf Zehra’ya nispet olsun diye Yaman ile ilgileniyormuş gibi yapıyordu; tabi ki yalandan.
Onların sıradan hayatları devam ederken iki çocuklu Asiye, canının istediği gibi evin içinde at koşturuyordu ama evin otoritesi hiç tartışmasız Edibe kadındı. Onun hoşgörüsü sayesinde varlığını hissettiriyordu Asiye; yoksa hiç kimse gözünün yaşına bakmaz hiçbir şekilde iltimas geçilmezdi.
Bir evin içinde üç erkek dört kadın ve iki çocuk olmak üzere şimdilik dokuz nüfus yaşıyorlardı; şimdilik diyorum zira yakında Güllü’nün bebeği de katılırdı aralarına, çünkü ayı dolmuş gün sayıyorlardı. İşte varın hesap edin o evin iş yükünü. Üstelik her şeyin insan gücü ile yapıldığı bir devirde.

Geçip giden her gün yeni bir güne gebe kalırken beklenen gün gelip çatmış gecenin bir yarısı sessiz çığlıklar yankılanıyordu taş duvarların her bir karesinde. Güllü gelin sesi duyulmasın ayıp olur düşüncesiyle dişlerini sıkıyor fakat sıktığı dişler kerpetenle sökülüyormuş gibi canını yakıyordu. Kan ter içinde geçen zaman acısını dindirmiş sonunda nur topu gibi bir kız bebeği doğmuştu Güllü gelinin.
Güllü’nün doğumundan kısa bir süre sonra Zehra’nın da dört aylık gebe olduğu öğrenildi. Belki erkek çocuk doğurur diye bütün umudunu Zehra’ya bağlayan Edibe kadın, dördüncü torunu için gün saymaya başlamıştı.

Sayılı gün dediğin tez gelir geçer. Beklenen gün bir gece yarısı kapılarını çalmıştı. Hemen ebe kadın çağrıldı ve sabırsız bekleyiş başladı. Sancılı bekleyiş uzun sürmüş doğum ancak sabaha karşı gerçekleşmişti. Bütün gelinler sözleşmiş gibi sesiz çığlıklara bir yenisini daha ekleyerek Zehra’da bir kız bebek doğurmuştu.
Sonuçtan memnun olmayan Edibe kadın, “Bizim gelinler yemin içmiş kız doğuruyorlar. Bu gidişle oğullarımın ocağı tütmeyecek,” diye yakınıp durmuştu.
Nüfus yoğunluğu artıp gelinlerin de kız bebek doğurunca kimseye yüz vermez olmuştu Edibe kadın. Tamam, torun kendi torunuydu ama herkes doğurduğu çocuğuna bakmalıydı. Buna Asiye de dâhil olmak üzere günlük harlı kayaya çalı çırpı toplamaya mutlaka gidilecekti zira her şeyin ateşte piştiği dönemi yaşıyorlardı.

Kadınlar çocukların karnını doyurup beşiğe yatırır anaları gelesiye kadar uyanıp ağlayan olursa Edibe kadın, sallayarak tekrar tekrar uyuturdu onları.

Yerleşkenin kadınları alışılagelmiş sıradanlığı dibine kadar yaşarken mesela, günümüzde günübirlik makinada yıkanan çamaşırlar onlarda iki haftada bir üstelik elde ve tek kalıp sabunla yıkanmaya çalışılırdı. İşte hayatın yükü bu kadar ağırdı dağları ezeltene kokan yerleşkede.
Bütün bunları uzun uzadıya anlatma sebebim dönem itibarıyla hayat şartlarını ne denli zor koşullarda ilerlediği ve bilhassa kadınların hangi koşullar altında yaşam sürdüğünü gün yüzüne çıkarmak istememden kaynaklanıyor.
Kadına yönelik öyle bir anlayış hâkimdi ki zamanın köhnemiş zihinlerine yerleşen; kadın dediğin evini çekip çeviren, yorulmak ve yakınmak bilmeyen, eten kemikten yaratılmamış günümüzün deyimiyle tasarlanıp üretilmiş bir makineden ibaretti.
Gerçi onlar da evliliğin böyle bir şey olduğunu sanıyorlardı, çünkü ebeveynlerinden öyle görmüşlerdi. Onların bir hayatı yoktu, birilerine adanmış hayatları vardı.

Her gün sabah ezanıyla kalkılır akşama kadar yok, gece yarılarına kadar koşuşturup üstüne üstlük bir de misafir ağırlarlar sonra da yorgunluktan beşik dibinde uyuya kalırlardı.
Onların hayatlarına pelesenk olmuş kısır döngü kendi mecrasında akıp giderken, iki avratlı ve üç çocuklu Yaman, geçim derdine düşmüştü. Onun yıllardır süregelen bu ücra yerleşkeden kurtulma hayali vardı zaten. Kaçak mal satmak için zaman zaman büyük şehirlere gidiyor ve oradaki şaşalı yaşamı görüyordu. Bu yerleşkede yaşadığı sürece hayallerini gerçekleştirmesi mümkün değildi.
Üstelik kaçakçılık işinden büyük paralar kaldırıyordu lakin kazandığı paraları yatırıma dönüştüremiyordu. Konuyu babasına açmak istiyor fakat cesaret edemediğinden her defasında başarısız oluyordu, çünkü babasını iyi tanıyor ve kendisine destek vermeyeceğini biliyordu.

Evet, hayalini kurduğu yaşama babasının destek vermeyeceğini biliyordu Yaman, zira Seyyit Efendi, aile bütünlüğünü benimseyen bir adamdı ve sık sık onlara öğütler verirdi. “Birlikten kuvvet doğar. İnsanoğlu kızıyla şenlenir oğluyla yurt tutar. Bir ailede birlik olmazsa eğer aile dediğin er geç dağılır.”

Yaman, bu konuda babasına hak veriyordu vermesine ama arzularına gem vuramadığından, içinde fokur fokur kaynayan volkan ateşini de söndüremiyordu.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top