Onu görüyorsam, bana bakıyorsa yetiyor bu...
Çiçekli basma entarisini sürekli çıplak ayaklarının üstüne doğru çekip, dizlerini kolları ile sararak oturmuş, fersiz ve durgun gözlerle adamı izliyordu.
Bir oğlan çocuğunun ki gibi kısacık kesilmiş saçları, ensesinde toplanıp kabarmış bir halde kocaman kirli tülbentin arasından sivri sivri ve karmaşık bir halde iniyordu.
Adamın gittiği her insandan, azar duyarak dönüşünde, yüzünü buruşturup elinde tuttuğu küçük plastik topu sıkıntıyla dizlerine vuruyordu. . . Ya dokuz ya on yaşların da gösteriyordu kız. Bazen dalıp gidiyor, yerdeki taşlara uzun uzun bakıyordu. Bazen de bir şeyler mırıldanıyor, küçük gözlerini yine adama çeviriyordu.
Geniş ve açık meydan, ışıl ışıl yanan lambaların altında, gündüz gibi aydınlık, yukarıda araçların kullandığı caddenin hemen kenarından başlayıp, ağaçların daha fazla olduğu sokağa kadar olan rampası - meyilli- dörder beşer, uzun sıra sıra basamaklarla kademeli olarak düzenlenmiş, düzeltilmişti ve zemini desenli karo taşıyla döşeliydi.
İnsanlar yukarıdan aşağıya, veya aşağıdan yukarıya yürüyorlar, caddenin karşısına geçiyorlar, kimileri ise betondan yapılmış büyük ve geniş çiçek saksılarının çevresine sabitlenmiş koltuk şeklindeki ahşap banklarda oturuyordu. Ayrı ayrı yerde oturmuş birkaç genç çiftten başka, yaşlı adamlar sohbet ediyor ve üzerindeki giysileri pasak ve kirden iyice yıpranarak yağlı kalın bez haline dönmüş, kendilerinden bir şeyler istedikten sonra söylenerek dönüp giden adamın, arkasından bakıyordu.
Ali Hakan meydanın üstündeki caddeye gelince, aracın yönünü sağdaki sokağa çevirdi. Eski çarşıda dükkanlar kapanmış, tenha sıradan bir sokak olarak görünüyordu. Kiremit çatılı caminin bahçe duvarına doğru yanaştı ve arabadan indi. Gözü karşıdaki ahşap camekanlı dükkana takıldı bir an. Ayşe hemşirenin elini tutup inmesine yardım ettikten sonra, dönünce yine camekanı gördü.
Birkaç raf vardı camın ardında, üzerlerinde de çeşitli süslerle bezenmiş, şekilli şişelerde sarı, yeşil ve kahverenginin birkaç ton rengin de kolonya duruyordu.
En alttaki rafta ince ve uzun dört şişenin üstündeki etiketlerde büyük harflerle, " Lavanta Kolonyası" yazıyordu.
Ayşe hemşire önce Ali'ye sonra dükkana doğru gözlerini kısarak baktı. Sokak lambasından düşen ışık camdan içeriye sarı renge dönerek giriyordu. Dört tarafı cam, uzun ve dolaplı tezgahın üstünde dar boyunlu, aşağıya doğru genişleyip şişmanlayan büyük şişeleri aydınlatıyordu. Yanlarda uzun hortumlu hava basma keselerini farketti, şişelerin ağzındaki ölçü tüplerinin siyah çizgileri seçilebiliyordu.
Kadın yaşlı, yorgun ve kısarak bakan gözlerini adama çevirdi,
" Neden durdun yakışıklım, nereye bakıyorsun? " diye sordu.
Ali Hakan yüzünü önce Ayşe hemşireye sonra da sokağa, gidecekleri yöne çevirip,
" Hiç abla, hiç... Hadi gidelim" dedi.
Kadın en alttaki " Lavanta Kolonyası" yazan şişeleri görünce, " Ah oğlum!.." diye fısıldadı.
Boğazının altına doğru bir elin parmakları kenetlendi sanki, sonra Ali Hakan'a baktı, adam sert bir ifade ile sokağın sonunda görünen meydana gözlerini dikmişti.
" Zeliha ile beraber alışveriş yaptıkları kolonya dükkanı burası..." diye geçirdi içinden.
Ali'nin kolunu usulca tuttu ve meydana doğru yürümeye başladılar. Geniş ve aydınlık meydanı geçtiler. Evsiz, üstü başı perişan durumdaki adam onları görünce önlerine çıktı birden.
Zayıf ve güçsüz sesiyle, " Beyim..." dedi, " Bana ekmek parası verir misin?"
Ali Hakan saçları ve sakalları birbirine karışmış çürük dişleri ile elbisesi, at terkisi gibi kokan adama,
" Aç mısın? " diye sordu.
Adam gözlerini belli belirsiz zorla açarak,
" Bir ekmek alsam yeter, kızım ve ben üç gündür hiçbir şey yemedik. "
Ali ve Ayşe hemşire az ileride yerde oturan kıza doğru baktı. Küçük kız çenesini kollarına eğip dayamış onları izliyordu. Kadın ellerini ağzına götürüp, " Allah'ım..." dedi yavaşça.
Keder koca bir kaya gibi düşmüştü bakışlarına.
Ali Hakan adama " burada bekle, ayrılma." dedi.
Ayşe hemşire ile eski bir evin bahçesinden gelen sarı ve beyaz ışıkların izdivaç edip birleştiği ve bir boşlukta sallanan nağmelerin, rüzgarın esintisi ile sağa sola dağıldığı yöne ilerlediler.
Bahçe kapısından geçince, Ali Hakan, beyaz gömleğinin yakasındaki papyonu düzelten adama ismini söyledi.
Ayşe hemşire göz ucuyla çevresini inceliyordu.
Bahçe, orta kısmı seyrek ama duvarlara yakın kısımların da çeşitli ağacın sıralandığı, hatta küçük olsa da koruluk denebilecek bir piknik alanına andırıyordu. Ahşap, kare masa ve sandalyelerle düzenlenmiş yetmişli yılların açık hava çay bahçelerini akla getiriyordu. Hani, ailelerin çerezlerini yerken, çaylarını yudumlayarak, şen kahkahalarla sohbet ettikleri bahçeler gibi. Televizyonların evlere henüz girmediği, radyo tiyatrolarının takip edildiği ve yazlık sinemaların hafta sonları hınca hınç dolduğu zamanlardaki gibi...
Her biri farklı renkle boyanmış sandalyelerin üstünde birer minder vardı.
Yeşilliğin ortasında bir renk cümbüşü sarmıştı gözlerini.
İkisine doğru gülerek gelen uzun boylu zayıf bedenini uzun bacaklarıyla hızlıca ilerleten, yeni saç traşı olmuş adama karşı yürüdüler. Adam Ali Hakan'a sıkıca sarıldıktan sonra eğilip, kadının elini öptü. Ayşe hemşire hem yavaşça yürüyor hem de beğendiği bahçeden gözlerini alamıyordu.
Ali'nin " Unuttuğumu sanma, bir türlü fırsat bulamadım Mesut. " dediğini duydu.
Limon ağacı ile iğne yapraklı köknar ve fıstık çamlarının, bir de kocaman akasya ağacının saldığı güzel aramalı kokular sanki yarış halindeydi. Bahçe, çevresinde ki taş duvarlarla kendini, dışarıdan gelen nazarlardan koruyor, gizliyor gibiydi.
" Yan tarafta ne var oğlum? " diye sordu adama.
Aileden ve geçmişten komşuları olan insanlar, evlerini lokanta olarak düzenlemişlerdi. Mesut'un ballandıra ballandıra anlattığı lezzetli yemeklerin yapıldığı bir restoran.
Restoranın bulunduğu duvarın üç metre kadar önünde üç sandalye vardı. Yerde daire şeklinde toplanmış kalın ve siyah kablo arkaya, bir masaya doğru uzanıyordu. Ayşe hemşire sandalyede oturan ve önündeki mikrofona doğru gözlerini kapatarak şarkı söyleyen kıza bakıp, kısa bir süre dinledi. İki katlı taş binanın altındaki, ev olarak kullanıldığı zamanlarda da mutfak olduğu anlaşılan ön tarafı tamamen açık yere doğru dikti gözlerini. İçinde ki her şey en az kırk ya da elli yıllıktı. Mutfak rafları, önü telli dolaplar, küçük dolu tuğladan yapılan bango ve çinko kaplı evye, çocukluğundan kalan görüntüleri hatırlatmıştı. Eski mutfakta günümüze ait, sadece üç şey görünüyordu. Deveboynu denilen uzun ve eğilerek lavaboya bakan, suyun köpürerek aktığı musluk, bir diğeri ise bangonun her iki tarafına yerleştirilmiş şu yedekleri ve ocaklar, ve tabii ki üçüncüsü, bugünün yüzleri ve bugünün insanı...
İçinden, " Evet, güzel bir yermiş. " diye geçirdi.
" Hemşire abla, Ali sizi ilk kez getiriyor buraya değil mi? "
Ali Hakan'a baktı gülümsüyordu,
" Evet ilk defa geliyorum Mesut Bey oğlum, mekanın çok güzelmiş. Ali'nin ısrarla gidelim demesininn sebebini şimdi anlıyorum. "
Mesut'un söylediğine göre burası sadece bir kahvehaneydi, diğerlerinden tek farkı, canlı müzik olmasıydı.
Yankılanan güzel sese verdi kulaklarını. Genç kızı izledi bir süre dikkatle. Oturduğu sandalyenin arkasında ki yasemin ve erguvanlar doğal bir dekor oluşturuyordu.
Bulundukları küçük masaya bırakılan bakır demlikten Ali'nin döktüğü çayı yudumladı önce, sonra ise yine güzel sesli kıza çevirdi bakışlarını. Bir ara taş evin altındaki mutfak bölümüne doğru döndü, az önce ekmek parası isteyen adam ve küçük kız bir sehpanın üstündeki yiyecekleri atıştırıyor ve büyük bardaktaki çaylarını yudumluyorlardı. Adam önünde ki yiyeceklerden hızlı hızlı ağzına atıyor, bir yandan da gözlerini Aliye çevirip çevirip bakıyordu.
" Ne çabuk getirdiniz garipleri... İyi yaptınız" diye düşündü.
Gülümsedi ve bakışlarını, şarkı söyleyen genç kıza çevirdi tekrar.
Arkası sahneye dönük olan ve ilerde küçük kızın çay içmesini izleyen adamın koluna elini koyarak
" Çok güzel sesi var çok duru ve Berrak" dedi.
Ali Hakan süre dinledi, sonra " Hüzzam" diyerek, tekrar dinledi.
" Evet çok berrak bir ses abla" dedikten sonra genç kıza doğru dönüp baktı.
Kendini bu güzel sese veren ve dinleyen insanın yapacağı en kısa tarif, her halde şu olurdu,
" Dudaklarının arasından çıkan melodiyi minik kanatlarını çırparak havalanan bir bülbülün yaydığını sanırsınız..."
" İnsana ferahlık ve sükunet veren bir ses" dedi kendi kendine.
Bas ve tiz notaların arasında gezinen hece ve kelimeler ile süslü güftenin hiç bozulmadan yükselip alçalması ve bir deniz dalgası gibi yayılarak gidip gelmesi, içine küçük bir heyecan dökmüştü. Kızın, esmer ve minyon, güzel yüzünde, melodi ve notaların uzayıp kısalarak dönmesi, duygularla coştuğunu gösteren haller oluşturuyordu.
" Zehr'etme hayatı bana cânânım
Elemlerle doldu benim her anım
Kederinle yanıp sönse de cânım
İnan ki ben yine (ahh!) sana hayranım (kurbanım)"
Kısadan biraz uzun olan boyu, ayak uçlarında yükselmesiyle biraz daha uzuyordu sanki...
Oturduğu yerden kalkmış, şarkıyı ayakta söylüyordu. Ayak uçlarında tekrar yükseliyor beyaz bir martının dakikalarca havada süzüldüğü gibi, müziğin ve ritmin eşliğinde zemine basıyordu.
Saçları kısacıktı, başının arkasındaki saçlar ensesine, sivrilerek iniyor, şakak üstleri ise daha da kısa ve kırmızı bir elmayı andıran yanaklarını öne çıkarıyordu.
Yuvarlak pürüzsüz omuzlarının üstünde narin bir prensesin başı gibi duruyordu başı.
Kumraldı saçları, siyaha yakın kumral. Gözleri küçük ve kahverengiydi. Birine benziyordu, daha önce gördüğü bir simanın gölgesi vardı yüzünde sanki.
Üstünde ki kolsuz beyaz ipek gömleği buruşuksuz ve dökümlü duruyor, Kot pantolonun üstünde bel hizasında bitiyordu.
" Gözlerimden yüzün kulaklarımdan sesin silinmedi senelerdir
Gönlümdeki sevgin dudaklarımdan ismin silinmedi senelerdir
Unutamam seni geçen mutlu günleri sevemedim kimseleri
Gönlümdeki sevgin dudaklarımdan ismin silinmedi senelerdir"
Melodi ve güfte değişirken kızın elinde yeni fark ettiği şeyi gördü.
Pembe bir gül...
Melankolik bir düşe gittiğini zannetti. Orta parmaklarının arasında, minik yapraklı ve tomurcuk haliyle avucunun içindeydi. Yeniden açmaya hazırlanıyormuş gibi görünüyordu.
Evet o düşün içindeydi işte...
Bahçe kapısının önünde, üstündeki simli beyaz süveterin yaydığı bir ışığın ardın da onu gördü.
Tüm güzelliği ile ona gülümsüyordu Zeliha... Saçlarını sağ omzunda toplayıp bağlamış, öne ; çenesinin altına doğru dökülüyordu.
O gün hastaneden taburcu olmuş, doktor üç gün de ev istirahati vermişti.
O üç gün... Özlem ve bitmek bilmeyen saatlerle geçirdiği günlerdi. Zafer iki defa Bülent'le beraber eve yanına gelip gitmişti. Tabii Zeliha'nın yazdığı mektuplar ile birlikte. Kızın, sevdasını ve özlemini satırlara döktüğü mektuplar.
Bir mektubunun sonu,
" Sen yoksun Ali, her yer başıma yıkılıyor sanki. Gecelerin uzun, upuzun olması ve çaresizliğim ile beraber bitmemesi, beni hasta ediyor. Ne geçmez bitmez gecelermiş bu geceler... Sanki mekansızım, ne mekanım var ne de zamanım belli. Her şey her yer herkes daraltıyor içimi. Senden başka sığınacak limanım yokmuş, fırtınalar kopup duruyor ve deryalara sığamıyorum. Ruhum oradan oraya savrulup atılıyor. Senin sevdiğin gibi telveli kahve içiyorum, karşımda sen varmışsın sanki. Serap dün akşam kendi kendine konuşma dedi. Kendimle değil, ben seninle konuşuyorum Ali... O farkında değil. Çok sevdiğin aslında benim de sevdiğim şarkıları dinliyorum. Bunu sana hiç söylememiştim değil mi? Hani anlatmıştın ya, " Bir bahar akşamı rastladım size... " O şarkı çıktı radyoda dün akşam. Hem o güftenin yazarının büyük aşkına, hem de bize ağladım. " diye bitiyordu.
Evet Zeliha'ya anlatmıştı, rüyalarında gördüğü kıza aşık olan Fuat Edip Baksı hocanın hicranlı hikayesini.
Anne babası da hoca da yıllarca kızı aramışlardı ama... Adamcağız evlenip çoluk çocuk sahibi olduktan sonra, İstanbul'da öğretmenlik yaptığı kırklı yaşlarında iken bir lisenin önünde gülüşerek yürüyen kızların arasında, rüyalarında senelerce gördüğü ve aşık olduğu kızı görünce beyninden vurulmuşa dönmüş ve o halde Galata Köprüsü'nden yürüyerek evine giderken o güfteyi yazdığını anlatmıştı.
" Bir bahar akşamı rastladım size,
Sevinçli bir telaş içindeydiniz,
Derinden bakınca gözlerinize,
Neden başınızı öne eğdiniz.
Içimde uyanan eski bir arzu,
Dedi ki yıllardır aradığın bu,
Şimdi soruyorum büküp boynumu,
Ah daha önceleri neredeydiniz. "
Sonra Fuat edip hocanın tayinini apar topar İzmir'e aldırdığını ve orada vefat ettiğini de anlatmıştı. İkisi de ağlamıştı o gün. Aşk nasıl bir şey diye sormuşlardı birbirlerine.
Gönül yüzünü çevirip göklere dönse, aşkı ne olarak görürdü acaba? Gönül güzel ve geniş bir bahçe ise aşk neydi? Aşk acı, keder ve hicranla mı beslenip büyüyordu.
Aşkın iki kişilik olmayacağını, iki insanın paylaştığı aşkın elem ve ızdırapla yaşanacağını söylemişti Ali. İki kalbin yaşadığı sevda idi ona göre. Leyla İle Mecnun'u okuduğunu söylemiş ve hikayeyi Zeliha'ya kısaca anlatmıştı. Sevda dünya, aşk ise güneşti, yanmak lazım demişti.
Edip Hoca gibi kendi başına yaşadığın aşk, bir güz rüzgarının kopardığı fırtınada savrulduğun, yangınlarından çıkamadığın hüzün olabilirdi.
Zeliha ağlayarak dinlemişti...
" Gönül; zahiri hazları ( maddi arzuları ) bedeni istekleri, ruhun şimdiye kadar görülmeyen ve bilinmeyen ocağının içinde yakar, kül edermiş. Ne ile biliyor musun Zeliş?" diye sorunca kız yaşlarla dolu gözlerini çevirip bakmıştı.
" Aşk ile Zeliha aşk ile yakarmış. " demişti usulca.
Kız yanaklarını silip " Ben dayanamam ki Ali, dayanamam da ölürüm. " diyerek, adamın ellerini sıkıca tutmuştu ellerinin arasında.
Ali Hakan o gönül titreten hikayeyi ve konuştukları günü hatırlamış mektubunu defalarca okuyup her defasında ağlamıştı.
Hüzünlü aşkların aklına getirdiği tek şey korkuydu. Zeliha hayatının şafak zamanı, tarifini yapamadığı bir duygunun vücut bulmuş haliydi sanki.
Elem ve keder duyacağı bir şey yaşamaktan korkuyor bunu düşününce nefesi kesilip göz pınarları kendi kendine çözülüyordu. Sevgiyi, sevmeyi ve sevilmeyi ondan öğreniyordu... Ağlamayı da.
Nağme bitip melodi susunca alkışların çıkardığı çarpma sesi kulaklarından yüzüne doğru koşarak geldi. O güzel ve ince sesin arasında girdiği düş bir sis bulutu gibi dağılıp gidiverdi Ayşe hemşire ile göz göze gelince, kadın
" İyi misin oğlum? " diye sordu
" Pembe gül abla..." sonra bunu söylediğine pişman olup,
" Genç kıza çok yakışmış." diyerek kadına tebessüm etti.
Mesut yanında oturuyordu, adamın tekrar geldiğini fark etmemişti
" Kardeşim daldın gittin. "
" Lisede ki günler geldi aklıma Mesut, Salih hoca ve koro gözümün önüne geldi. " diyerek gülümsedi.
" Bu bülbül sesli kız kim Mesut bey oğlum? "
" Adı Gül, biz ona hem Gül hem de bülbül diyoruz Ayşe abla. Konservatuarda okuyor evi arka sokakta. Annesini de tanıyoruz, kadın belki birazdan gelir. Öğretim görevlisi. "
" Çok genç ve bu işin eğitimini de alıyor demek. Çok iyi Mesut çok iyi. "
" Önceleri sana burada okutmam desem de çok ısrar etti. İşin doğrusu o söylemeye başladığından beri akşamları işler epey arttı. Daha önce şarkı söyleyen yoktu, bir genç gitar çalıyordu sadece. Gül gelip böyle bir şey yapalım dedi, saz çalanları da o getiriyor. Okuldan getiriyor. Tek saz çalıyor arkasında ama olsun, iyi oldu. "
Ali Hakan adamın koluna hafifçe vurdu,
" Gençlere imkan vermen iyi olmuş. " dedi. Ayşe hemşire genç kızı izlerken,
" Bülbül okumaya başlayınca işler arttı dedin, kıza ücret veriyor musun? " diye sordu.
" Veriyorum abla ama çoğu zaman almıyor, annesi gelince ben de ona vermeye çalışıyorum"
" E, niye almıyor? "
" Ben kendim için okuyorum Mesut amca, burada söylemesem evde prova yapacağım. Burada okuyunca zaten kazanıyorum diyor."
" Kazanıyor muy muş?..."
Adam gülerek kadının beyaz ve yaşlı yüzüne doğru eğilip,
" Vallahi ben bu gençleri anlamıyorum ki hemşire abla. " dedi.
Ayşe hemşire ve Ali Hakan birbirine bakıp gülümsedi.
Kadın Mesut'a neşeyle, " Tamam Mesut bey oğlum biz anladık. Senin verdiğin paradan daha değerli bir şey kazandığının farkında küçük kız. Deneyim kazanıyor, tecrübe kazanıyor. " sonra da " Aferin akıllı çocuk." dedi.
Ali Hakan arkadaşının omzuna elini koyup,
" Şimdiki çocuklar akıllı Mesut. Ve hepsi başarılı. Gençler artık kendilerine hedef koyuyorlar, para bu çocuklar için ikinci planda dostum." diyerek güldü.
" Geçmişte insanlar yalnızca iyi bir kazanç için okuyordu Ali Bey..."
Genizden gelen ve kendinden emin bir ses.
Tanıdık....
Yabancı olmayan ses, arkasından başının yan tarafından inmişti aniden.
Bir kadın sesi idi... Tedirgin oldu önce.
Ali demişti, duymamış gibi mi yapmalıydı?
Belki kadın, yanında olan birine söylemişti. " Geçmişte..." diyerek başlamıştı.
Kimdi bu?
Güzel bir parfüm kokusu ile dalgalandı çevresindeki boşluk.
Göz ucuyla Ayşe hemşireye baktı, ayağa kalkmış bir kadınla kucaklaşıyordu.
"Ah Kızım seni gördüğüme ne kadar sevindim bir bilsen. "
Yavaşça yana doğru dönüp baktı, kısa sarı saçları aynıydı. Her an şaka yapacakmış gibi duran çehresi hiç değişmemişti. Epey kilo almış, narin bedeni genişlemişti.
Kadın Ayşe hemşireyi öptükten sonra ona bakarak, usulca uzattığı kollarını boynuna dolayıp sarıldı.
" Nasılsın Ali? " dediğini duydu ama cevap veremedi, Gülümseyemedi de... Yüzüne daha fazla bakmadı, bakamadı.
Serap'tı konuşan ve boynuna sarılan kadın. Ayşe hemşire ile konuşmaya başladı, ne konuştuklarını da duymadı, duymak istemedi. Kalkıp gitmeliydi ama hemen yapamadı. Ablası ile konuşsa da kadının gözlerini üstünde hissediyordu. Gülüyor, hızlı hızlı anlatıyordu. Gözlerini kucağındaki ellerine indirdi.
Şarkı söyleyen güzel ses susmuştu. Kanun, taksim çalmaya başlamış arkasından ud sesi eşlik ediyor, dökülen hicranlı nağmelere ortak oluyordu. Bir süre melodiyi dinledi, ancak zihnin de gidip gelen sesler, uğultu olup fırtına gibi dönerek göğsünün ortasına doğru indi. Derin ve sessiz bir nefes aldı, sigara içmeliydi...
Şarkı söyleyen genç kız yanlarına gelmiş, Serap'a sarılmıştı.
"Anne hoş geldin..."
Serap'ın kızıymış diye geçirdi içinden.
Ayağa kalktı ve,
" Abla Ben Mesut'un yanındayım. " diyerek mutfağın önünde bekleyen adama doğru gitti.
Genç kız ve iki kadın donuk bakışlarını Ali'nin peşine takmışlardı.
" Ali pek değişmemiş Ayşe abla, saçlarına ak düşmüş sadece. "
" Evet kızım, aslında değişiyoruz, zaman genci bir yaşlıya, siyahi ise beyaza çeviriyor. "
" Senden ayrılmamış. "
Ayşe hemşire içini çekip,
" O benim vefalı oğlum. Anne ve babasının ölümünden sonra beni yalnız bırakmadı. Bana evlat, yoldaş oldu, nefes oldu kızım. "
" Evlendi mi? "
Serap'ın sesi fısıltı ile çıkmıştı. Sanki onları dinleyen biri varmış da duyacakmış gibi. Ayşe Hemşirenin gözleri nemlenince aralarında bir sessizlik onları sabırla bekledi. Beklerken de kanun ve udun huzur veren nağmelerine kucağını açmıştı.
Sonra,
" Hayır kızım, evlenmedi. "
Serap Ayşe hemşireye de, genç kıza da bakıp,
" Yazık... çok yazık oldu ikisine de. " dedi.
Serap sustu ve müziği dinledi üçü de...
Ayşe hemşire bakışlarını Ali Hakan'a doğru çevirdi sigara içiyordu orada, küçük kız ve babası ile konuşuyordu. Kızın minik ellerini elinde tutuyor, ikisini dinliyordu.
" Merhametli oğlum." diye mırıldandı, sonra da Serap'a bakarak
" Kader Serap kızım, Kader. " dedi.
Yüzündeki gerginliği yumuşatmaya gayret ederek Serap'ın yanında oturan güzel kıza,
" Bu bülbül sesli, Gül yüzlü kız senin kızın ha? " diyerek tebessüm etti.
" Allah nazarlardan saklasın, pek güzel okuyor. "
Ve Kızın kumral saçına elini uzatıp okşadı.
Ali Hakan'ın sesi geldi, omuzunun gerisinde yanında duruyordu.
" Vakit epey geç oldu abla, kalkalım artık istersen. Havada serinlemeye başladı. "
" Tamam kalkalım yakışıklım. Ben de biraz üşüdüm zaten. "
Adam Serap'a başıyla selam verdi, konuşmadı hiç. Genç kıza bakıp elini tuttu ve diğer eliyle üstüne hafifçe vurdu, " Sizi tekrar dinlemeyi çok isterim küçük hanım sesiniz olağanüstü. " dedi.
Gül gözlerini yere indirdi
" Teşekkür ederim efendim. "
" Söylediğiniz kürdilihicazkar sesinizde hayat bulmuş gibi. Bestekarı kadar güzel icra ettiniz. "
Ayşe hemşirenin koluna girdi ve,
" Kimseye Etmem Şikayet Ağlarım ben halime. Eminim çok güzel söyleyeceksiniz. " tebessüm ederek, " Nihavent..." dedi ve göz kırptı.
İkisi de bahçenin çıkışına doğru ilerledi, Kapıda onları bekleyen Mesut'la sarılıp, karanlığın içine girdikten sonra kayboldular. Serap gözden kaybolana kadar bakışlarla izledi ikisini de. Ayşe hemşireyi ve Ali Hakan'ı yıllar sonra görmüştü. Hüzünlü bir sevinç kapladı içini.
Akşama kadar hiç görüşmemişlerdi. Merak etmişti onu. Hava karardıktan sonra odaya çıkınca kızı yatağında görmüş " Hasta mı acaba? " diye düşünmüştü.
" Hastaneye mi gitti yoksa? sanki yorgun ve moralsiz gibi" dedi içinden.
Sonra Zeliha'nın ayak ucundaki pikeye alıp kızın üstünü örttü. ışığı söndürüp oda dan çıkmak üzereyken,
" Uyumuyorum Serap." dedi kız.
" Bugün seni merak ettim. Görünmedin hiç. "
" Hastaneye gittim. "
" Hastaneye mi? "
" Evet, Zafer abi gidiyordu ben de rica ettim. "
Serap Zeliha'nın yüzüne baktı sonra merakla sordu,
" Zafer abinin ikinizden haberi var mıymış? "
Zeliha doğrulup yatağında oturdu,
" Bilmiyorum... Yoksa bile artık öğrendi. "
Gözleri kıpkırmızıydı, belliki ağlamıştı. Serap da kendi yatağının kenarına oturdu.
" Düşünmen gereken bazı şeyler var, düşündün mü hiç? " diye sordu, ve Zeliha'nın cevap vermesini beklemeden,
" Seni vazgeçirmek için konuştuğunu sanma. Zaten dün anlattıklarından sonra bunun imkansız olduğunu anladım. Ancak..."
Zeliha manasızca baktı ve,
" Ancak ne Serap? "
" Kendini nelere hazırladın Zeliha? "
" Ne gibi anlayamadım? "
" Zıt karakterlere sahipseniz ve birbirinizi anlayamazsanız ne olacak? "
" Bilmiyorum. "
" Dünyalarınız gibi düşünceleriniz de farklı ise"
" Bilmiyorum. "
" Statüleriniz denk mi? Öğrenim durumu nedir biliyor musun, ya ilkokul mezunu ise? "
" Hayır bilmiyorum. "
" Bak! hepsine verdiğin cevap aynı. Henüz daha oturup konuşmadığın biri o. Bu Sevdaya nasıl kapıldığını anlamıyorum Zeliha? "
" Oturduk..."
Kız başını cama doğru çevirdi.
" Oturdunuz mu, hiç söylemedin. "
" Senin derdin başka bir şeydi Serap, idda diye tutturdun gittin. "
Kalın kaşlarını çatarak Serap'a sertçe baktı,
" İdda benim umurumda bile değildi. Bana sadece cesaret veren bir şeydi o. "
Sonra yüzündeki ince kasları yumuşatıp,
" Birlikte İzmir'e gittik çay içtik. "
" Hay Allah..."
" Çıktık ama bir şey konuşmadık, oturduk sonra da dönüp geldik. "
" Sen onun görünüşüne tutuldun Zeliha. "
Zeliha cevap vermeden baktı Serap'a.
" Ya yüzünün güzelliği içine aksetmemişse, ya bir berduş ise? "
" O öyle biri değil..."
" Nereden biliyorsun? "
" İçimden bir ses öyle olmadığını söylüyor. "
" İçinden gelen sese göre karar vermemelisin Zeliha. "
" Bana ilk kez ismini söylediğinde yanaklarının nasıl kızardığını görseydin böyle konuşmazdın. Onu öyle görünce kalbim duracak gibi oldu. Berduş bir insanın yanakları kızarır mı Serap? Asla, düşündüğün gibi biri değil o..."
" Tamam çıktınız, peki seni beğenmediyse? "
" O zaman beni beğenmesi ve sevmesi için her şeyi yapacağım. "
Sustu, bakışlarını yavaşça yine cama doğru çevirdi.
" Birkaç saate kadar hastaneye gideceğim. " dedi.
" Nasıl gideceksin ki? Bu saatten sonra izin alamazsın. "
Zeliha yataktan kalkıp camdan dışarıya baktı. Ağaçlar ve uzaklarda kalan beyaz ışıkların yaptığı dans dalga dalga yansıyordu yüzüne doğru.
" Bilmiyorum..." diye fısıldadı.
Serap arkadaşına dik dik bakarak,
" Aşk hastalığı başlamış" diye mırıldandı.
Zeliha geriye döndü ve
" Ne dedin Serap? " diye sordu.
" Hadi hemen hazırlan dedim. "
" Niye ki? "
" Gitmek için. "
" Nereye gitmek için Serap, ben kantine inmeyeceğim. "
" Kantine değil güzel kardeşim. Çok istediğin, olmayı istediğin yere. " dedi ve kızın nemli gözlerine bakarak gülümsedi.
" Hastaneye..." diyerek, Zeliha'nın tebessüm etmeye hazırlanan yanağına elinin içi ile dokundu.
Yurt binasının arkasından geçen tel çitin yırtık aralığından koyu siyah karanlığın sardığı ağaçlara doğru gittiler. Zeliha kızın kolunu tutarak,
" Bunu niye yapıyorsun Serap? " diye sordu.
Serap gülerek,
" Aşık olan, sevda yaşayan tek kız sen değilsin ki arkadaşım" dedi.
Kampüs kapısında bekleyen askerlere görünmeden, çok aşağılara, fakülte binalarına doğru yürüdüler. Issız yolu geçerek yine ağaçların arasından trafiğin aktığı caddeye yaklaşınca, önlerindeki hafif rampayı çıkıp, tel örgünün arasında gördükleri büyükçe boşluktan geçtiler.
" Erkek öğrenciler açmış bu gedikleri, Yusuf göstermişti. "
" Yusuf kim? "
Serap Zeliha'nın kolunu sıkıca tutup,
" Hadi gidelim" dedikten sonra,
" O'da benim Ali Hakan'ım. " dedi.
Bir saat sonra hastanenin önüne gelince nöbet tutan polislere " Nöroloji" kliniğini sordu Serap. Polislerden biri eli ile sol tarafı gösterdi,
" O bina..."
Zeliha binaya girince çevresine bakındı ve
" Gündüz buradan girmemiştik Serap." dedi.
" Gel bak, karşıda merdivenler var, Oradan da giriş vardır. Katlara servislere çıkıyordur. Sen burada otur. "
Kıza İleride ki tahta bankı gösterdi. İçerde keskin bir ilaç kokusu vardı. Serap merdivenlerden çıkana kadar kokuya alışmaya çalıştı. Sevmiyor, çok ağır geliyordu ona...
Serap ortadan kaybolmuştu. Nihayet hastanede, Ali'nin yattığı yerdeydi. Onun ağrısını dindiremiyordu, belki acısına ortak olamıyordu, göremiyordu da ama ona yakındı ya...
" Bu bile yeter. " diye düşündü.
Serap bir süre sonra gelip Ali'nin uyuduğunu söyledi. Hemşirelere sormuş. sonra
" Yusuf'un yanına karşıya göğüs hastanesine gideceğim" dedi kız.
" Göğüs hastanesi mi? Yusuf ne yapıyor orada? "
" Yusuf bugün icapçıydı, belki oradadır. Buraya gelmişken gidip bakayım. " dedikten sonra hızlı hızlı yürüyüp gitti.
Üç saatten fazla geçmiş, karanlık griye dönmeye başlayıp kızıllıkla birlikte gelecek olan aydınlığın kucağına atılmaya hazırlanıyordu. Serap kapıdan girdiğinde ikisini yan yana görünce tüm bedeni hüzünle ürpermişti.
Zeliha başını Ali Hakan'ın omuzuna, genç adam da kafasını arkasındaki duvara yaslayıp uyuya kalmışlardı.
Yanlarına doğru yavaşça yürüdü, aralarında Zeliha'nın çantası ve kitabı duruyordu. Eli Ali'nin kolunun üstünde, Ali'nin elleri ise birbirine kenetli kucağındaydı.
" Zeliha..." dedi yavaşça,
Arkasından bir el sırtına dokununca irkildi. Dönüp baktı, yüz yüze geldiği kadın, "Şşş..." diye ses çıkarıp, odaya gelmesini istedi. Ayşe hemşire Ali Hakan'ı uyandırdığın da Zeliha toparlanmıştı. Genç adam kıza uzun uzun baktıktan sonra, üst kata çıkan merdivenlere doğru yürüdü.
Serap yolda ısrarla neler olduğunu sormuştu. Zeliha, hemşire ile Ali'nin yanına gelmesini ve aralarında konuştuklarını anlattı.
" Bu kadar mı konuştunuz? "
" Evet bu kadar..."
Kız Zeliha'ya anlamsızca bakıyor, kurmaya çalıştığı cümlelerin kelimelerini zihninde yanyana getiriyordu.
" Ben bu sevgiyi neden anlamıyorum? İnsan yan yana oturup konuşmadan... Çok tuhaf. " diye aklından geçirdi.
" O, benim gönlümde ki hicranım Serap. "
Her iki yanını uzun ve yaşlı ağaçların süslediği, insanların da " Ağaçlı yol" dediği, ip gibi düz yolda ilerleyen belediye otobüsünün camından dışarıya, önünden hızla geçen ağaçlara baktıktan sonra yüzünü Serap'a çevirdi.
" Ona duyduğum sevgi, ruhuma aydınlık veriyor sanki. Gözlerine bakarken kokusunu içime çekmeyi seviyorum. Onu görüyorsam, bana bakıyorsa yetiyor bu bana Serap. Saatlerce konuşmanın ne manası var ki. "
Zeliha arkadaşına tebessüm etti ve kitabını iki eliyle göğsüne bastırdı.
" Hem çok sözde yalan olur Serap, zaten konuşmayı pek sevmiyor. "
Serap sessizce Zeliha'ya bakıyordu.
Üniversitenin tüm kampüsünü dolaşarak öğrencileri taşıyan ringi beklemek için, küçük büfenin önündeki durağa geldiler. Serap hala sessizdi. Arka arkaya sıralanıp, yolcularını bekleyen belediye otobüslerinin bulunduğu yer hareketlenmiş, koşuşturan insanlar artmıştı.
Saat yediye geliyordu. Büfeden gelen melodinin nağmelerini Zeliha tebessüm ederek dinledi.
" Güzel bir göz beni attı bu derin sevdaya
Benziyor şimdi benim ömrüm uzun rüyaya
Yâri karşımda görsem de dalarım hülyaya
Benziyor şimdi benim ömrüm uzun rüyaya "
" Anne..."
Bahçede oturan müşterilerin uğultusu içinde kadının sessizliği sürüyordu.
" Anneciğim beni duyuyor musun? "
" Hıı... Evet. "
Kapıya bakıyordu kadın hala.
Genç kıza döndü ve,
" Duydum kızım. "
" O kadınla adam kimdi? "
Serap uzun uzun nefes alıp içine çekti, kızına tebessüm ederek,
"Hüzünlü, kederli ve küçük bir hikayenin insanları. Benim çok eski dostlarım."
" Adam ne kadar çekici biri anne, yüzüne bakamadım bile."
" Kızım..." dedi gülümseyerek.
Genç kızın yüzü aniden kızardı,
" Aman anne adam senin yaşında, alay etme benimle."
" Ona gülmedim ki evladım."
"..........."
" Ali Hakan yurttaki tüm kızların içini geçirerek baktığı bir çocuktu. O zaman daha da yakışıklıydı. "
" Yurt mu, hani hep anlattığın kız yurdu mu? "
Kadın kızını yüzünü inceledi, elini sırtına koyup dudaklarını hafifçe büzerek,
" Hazırsan gidebiliriz. " dedi.
" Niye anlatmıyorsun? "
Serap yutkundu ve sanki oradalarmış gibi kapıya doğru baktı yine.
" Otuz yıl geçti kızım. Her şey yaşandı bitti. O bir kıza aşıktı, ama kız ona ondan daha fazla sevdalıydı. Çok acı çektiler, özellikle Zeliha... iyi bitmedi. Yazık, çok yazık oldu ikisine de. Ali evlenmemiş bile. "
" Kızı tanıyor muydun? "
Serap yaşların toplanıp nemlendiridiği gözlerini kızına dikerek,
" Oda arkadaşımdı." dedikten sonra yanağına düşen damlayı sildi.
" Anne..."
Gül'ün masumca ve hicranla bakan gözlerinden bakışlarını kaçırıp ayağa kalktı.
" Hadi artık gidelim kızım. " dedi.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top