Önce kalbimle konuşmalıydım...

Asansörden inip koridorun sonuna doğru yürüdü. Duvarda ki lacivert renkli dar, uzun levhada beyaz harflerle, " Dr. Yüksel Turgut - İç Hastalıkları Mütehassısı" yazıyordu. Sol bileğini yüzüne doğru çevirdi, ince bir sargı vardı hala... Doktor Yüksel dikişleri alacağız demişti. Lacivert levhanın hemen altında ki zile bastı.

Çay bardağını özenle taşıyan kısa boylu genç kız tebessüm ederek,

" Siz çayı içerken ben doktor beyi arayacağım Zeliha hanım." dedi.

Kız çıkınca, duvarlarda asılı resimlere gözü takıldı. Küçük bir kızken buraya geldiğinde hepsine tek tek bakardı ama babasının olduğu fotoğrafı görünce ağlamaya başlardı. Çerçevelere yaklaşıp iyice yakından bakmaya başladı. İşte dedi içinden, babam ve doktor amca. Bahçe de ahşap bir masada oturuyorlardı, ikisi de mutlu bir halde gülümsüyor... Fotoğrafı kim çekti acaba? Herhalde başka bir arkadaşları çekmiştir diye düşündü. Yüksel, babasından daha kısa boyluydu. Şimdiler de kumral saçları epey dökülmüş, resimde ise ne kadar gür görünüyor. Babasının saçları... onun kiler simsiyah ve dolu dolu...

Koltuğa oturdu.

Elinde ki kitaba baktı, bazı bölümlerini iki defa okumuş, bazılarının altını çizmişti. İkinci sayfada altını çizdiği paragrafı açtı. Sessizce okudu. Evet, kalbine sormalıydı önce ve kalbinin sözü olmayan sesini dinlemeliydi.

" İnsan kendini ve kurtuluş yolunu sadece akıl yolu ile bulabilir mi? Bir insan bilinen tüm gerçeklere, ahlaki değerlere, erdem ve güzelliğe sahip olsa bile kalbi eğer bunları onaylamıyorsa mutluluğa erişemez. Kalp eşyanın özünü, perdelerin ardı arkasını, gizli olanın saklandığını görür bilir ama gözden mahrumdur. Ancak yine de o, gözü olmayana göz, duymayana kulak ve dilsiz olana dil olur. Kelimesiz, hece ve cümlesiz konuşan sessiz ve söz olmadan işiten de kalptir. Akıl kalbin onayladığını yerine getirse daima yükselir. Geçmişe bakıp geleceği de hesaba katar, insanı ve hayatını düzenler. Ama kalb ile..."

Evet orada yazdığı gibi canından vazgeçmek istediğinde aklı ile hareket etmişti, oysa sevgisinin olduğu yer kalbiydi. Sevdasının her hali orada canlı durduğu halde aklına nasıl itaat etmişti ki? Yüksel amcanın söylediği gibi,

" Ümidin varsa, muhakkak bir yol vardır."

Eğer Ali duymuş olsaydı ne kadar çok üzülürdü. Evet kalbine sormalıydı...

" Zeliha hanım."

" Ha..." genç sekreter kızın odaya girdiğini fark etmemişti.

" Yüksel amca ile görüşebildiniz mi?" diye sordu.

" Evet, evet görüştüm. Hastanedeymiş, bir trafik kazası nedeniyle evinden çağırmışlar, biraz sonra geleceğini söyledi. Onu mutlaka beklemenizi istedi."

" Trafik kazası mı?."

" Evet..." sekreter kız odadan gülümseyerek çıkarken, bakışlarını yine kitaba çevirdi ve,

" Trafik kazası..." diye mırıldandı.

Yüksek ve kalın gözdesinde ki koyu yeşil geniş yaprakların uzun ve enli dalların üzerinden ikisine doğru yüzünü eğerek bakan Manolya ağacının altında oturdukları akşamdan beri hiç görmemişti onu. Kantine inememişti. Yorgun ve hastaydı, o iki günü odasında yatarak geçirmişti. Sabah erkenden uyandı, özlemişti onu ve hemen gidip görmeliydi. Duştan sonra kitaplarını alıp salona indi. Serap uyuyordu oda da ve ortalarda kimseler yoktu. Demek kızlarda henüz kalkmamışlardı, duvarda ki büyük saate baktı, altı otuzu gösteriyordu. Gülümseyerek mutfağa doğru gitti, çay ve bisküvi isteyerek içeriye baktı. Dört kişiydiler, Ali Hakan yoktu. Adamların hiçbiri konuşmuyordu ve suratları nerdeyse sirke satıyordu, sanki bir terslik vardı. Tam karşılarına televizyonun altına oturdu. Dördü de sessizdi, arkadaşı Bülent'i izledi, suratı asıktı genç adamın. O masaya oturduktan sonra kantine gelen kızlardan biri televizyonu açtı. Zafer arada ona bakıyor, beraber ve solo şarkılar çalıyordu başının üstünde.

İçini bir korku, yüreğini bir çarpıntı yakaladı.

"Yoksa Ali işten mi ayrıldı?"

O akşam ikisini biri gördü de yurt müdürüne söyledi ise...

" Yoo olmaz, olamaz hiç kimse görmedi bizi", dedi kendi kendine.

Kalbi daha çok ve hızlı vurmaya başladı sinesinin kafesine. Salonda sesler çoğalmaya başlamıştı, bakışları Ali'nin arkadaşına gitti yine, adam konuşuyordu. Kalktı tezgaha doğru gitti ve porselen kaseden bir şeker aldı. Bülent yaşlı adamla konuşuyordu, yüzü oldukça solgun ve gergindi.

" On sekiz saat uyutmuşlar, bereket beyin kanaması riskini atlatmış."

" Hastaneye gittin mi?" diye sordu yaşlı adam.

" Evet gittim Kemal amca, yoğun bakımda olduğu için yanına sokmuyorlar. Babası da amcası da hastanedeler. Onlarla konuştum. Annesi perişan, eve de gittim benim valide var kadıncağızın yanında."

Konuşulanları zar zor duymuştu.

" Yoğun bakım diyor, ne?... Beyin kanaması mı?, Kim Ali'mi?"

Masaya kadar gelmişti, geriye döndü ve Ali'nin arkadaşına doğru bakarak,

" Kim yoğun bakımda?" diye sordu titreyen sesiyle... Kıza üzgün bir şekilde bakan Bülent, onun adını söyleyiverdi,

" Ali Hakan..." Zeliha sandalyeye oturduğunu hatırlamıyordu, sadece kulağına televizyondan bir şarkının nağmeleri geliyor ve yankılanıyordu.

"Saçının tellerine gönlümü taktı kader,

Önce elimden tuttu sonra bıraktı kader.

Bir çift yeşil göz için ömrümü yaktı kader,

Önce yüzüme güldü, sonra bıraktı kader."

Yüzünü masadan kaldırmadan, yanaklarına süzülen gözyaşlarına bağırdı.

" Ne oldu ona?" salonda herşey sustu.

Kızlar donup kalmış şaşkın bir halde Zeliha'ya bakıyorlardı. Mutfakta ki adamlar da işlerini bırakıp, gözlerini ona çevirmişlerdi. Başını kaldırıp mutfağa doğru baktı ve,

" Ona ne oldu diye sordum size." diyerek haykırdı.

Gözlerinden akan yaşlar, güzel ve narin ince uzun burnunun etrafına sonra da biçimli dudaklarının kenarlarına iniyor, oradan çenesi ile boğazına doğru süzülüyordu. Zafer yanına geldi ve, " O iyi." diyerek elini yavaşça omuzuna koydu.

" Küçük bir kaza geçirmiş ama durumu iyimiş, hadi ağlama..." dedi.

Zeliha, adamın üzüntüyle gerilmiş yüzüne baktı, salon kalabalık olmaya başlamıştı. Kızlar onun ağlamasına bir anlam veremeden bakıyorlardı.

Kitaplarını aldı ve kapıya yürüdü, ağlıyordu hala...


Başına, saçlarına dokunan eli hissedince irkildi Zeliha. Bakışlarını bardaktan çevirip döndü,

" Kızım... Çayını içmemişsin." Adamın geldiğini duymamıştı, müşfik bir edayla bakıyordu yüzüne.

" Canım istemiyor Yüksel amca."

" Nasılsın?" dedi ve adam kızın bileğine baktı.

" Dikişleri alıp pansuman yapalım."

" Ayşe ablaya ulaşabildin mi Yüksel amca?"

Adam dikkatini açmaya başladığı sargıda tutuyordu,

" Hayır kızım, Serap hanımı tekrar arayacağım, hastanenin telefon numarasını verecek. İşimizi bitirelim hemen arayacağım."

Küçük uzun ağızlı pensle, açıkta görünen iplikçikleri teker teker çekerek aldı ve tentirdiyotlu pamukla yaranın çevresini pansuman yaptıktan sonra genişçe bir yara bandını yavaş bir şekilde kapanmış olan kesiğin üstüne yapıştırdı.

Kısa süren sessizlikten sonra, Yüksel Zeliha'ya

" Onunla herhangi bir şey konuştun mu?" dedi, genç kız elini bileğinde ki bandın üstüne koyduktan sonra,

" Kiminle?" diye sordu.

" Annenle."

" Onunla konuşacak hiçbir şeyim yok doktor amca. Okula döneceğim zaten."

" Benim de gelmemi istermisin?"

" Teşekkür ederim ama gelmeseniz iyi olur."

" İyisin değil mi kızım? Bana verdiğin sözü unutmadın değil mi?"

" Hayır unutmadım doktor amca. Ölmeyi istemek hataydı, önce kalbimle konuşmalıydım."

Adamın durgun ve kırışıklıkların çoğalmaya başladığı yüzüne baktı, kısa bir an gülümsedi

" Kitap için teşekkür ediyorum, beni merak etme artık. Evet çok zor olacak ama..." sustu ve bakışlarını bileğine çevirdi.

İzmir' dönmesi ona iyi gelecek diye düşündü adam. İnsan tutkularıyla yaşıyor ve savaşmak zorunda da kalıyor. Bu savaşlardan yara almadan dönmek çok zor, kimi hafif bir sıyrıkla atlatırken Zeliha gibi duygularına sıkı sıkıya bağlı olanlar, bedel olarak ruhlarına aldıkları ağır yaralarla dönüyor.

Masanın üstünde ki siyah telefonun ahizesini kaldırdı, hattın sesini bekledi ve ön panelde içinde numaraların olduğu metal daireyi çevirmeye başladı. Kıza tekrar baktı, gözleri pencere tarafına dönmüş uzaklara doğru; genişleyip giden maviliğe akıyordu.


Zeliha dersliğin önüne geldiğinde nefes nefeseydi. Koşmuştu ve ağlıyordu. Kapıda durdu, karşıda sıra sıra ve yan yana gerilere doğru uzanan çam ağaçlarına baktı. Cebinden kağıt mendilini çıkarıp yüzünü, yanaklarını ve gözlerini sildi.

" Ne oluyor bana?" diye mırıldandı, sonra da

" Küçük bir kazaymış, birşeyi yokmuş." diye yutkundu ve

" Toparlanmam lazım." diyerek merdivenleri çıkıp sınıfa girdi.

Kapının yanında ki sıraya oturdu. Yanına gelen arkadaşını sonradan farketti, Serap önce ona, sonra deftere dikkatle baktı.

" Ne oldu niye bakıyorsun Serap?"

" Hiç..." Zeliha defterini kapatıp elini üstüne koydu,

" Hiç ne Serap, bakmanın hiçi olur mu?"

" Ben çekiliyorum artık."

" Ne? neyden çekiliyorsun?"

" Şu oyundan, iddia oyunundan."

Zeliha sessizce arkadaşına bakıyordu, yüzü solgun ve gözleri kızarmış nemliydi.

" Sen bu işi ciddiye aldın Zeliha."

" Ciddiye mi?"

" Evet, Ali Hakan'a yaklaşmayı ciddiye aldın arkadaşım."

Yanakları kızardı hemen Zeliha'nın. Onun ismini kimseye söylememiş ki, herkes onu Ali diye çağırıyordu. Nereden öğrendi diye geçirdi içinden.

" Bu defter sana mı ait?" dedi Serap,

" Evet benim, ne oldu?" arkadaşı defteri alıp kapağını açtı, Zeliha'nın kapağın içine yazdığı satırı okudu.

" Ali Hakan, sen Ali Hakan'mışsın." ve gözlerine baktı dikkatlice.

" Sen gerçekten hayran olduğun o çocuğa aramızda ki oyunu bahane ederek yaklaşmaya çalıştın. Aslında sen ona sevdalandın, hayranlığın tutkuya dönmüş Zeliha. Ona nasıl baktığın bütün kızların dilinde." dedi. Zeliha başını kaldırdı, gözleri nemliydi.

" Kimin ne söylediği umurumda bile değil." sonra yutkundu ve,

" Kaza geçirmiş Serap." dedi, gözünden bir damla yaş düştü yanağına. İkisi de sustu, sınıfta ki uğultu artmıştı ve hoca henüz derse girmemişti. Serap Zeliha'nın kolunu tutup,

" Hadi çıkalım buradan, dinlesek te dersten hiçbir şey anlamayacağız." dedi. Yurdun bahçesi sessiz ve tenha kimseler yoktu. Serap kapıya çıkan merdivenlere oturdu,

" Gel bu işten vazgeç Zeliha, derslerine odaklanırsan çabuk geçer."

Zeliha arkadaşının yanına çöktü, yavaşça ve başını ellerinin arasına aldıktan sonra,

" Artık çok geç Serap, çok geç ve dönemem." Serap usulca elini tutup,

" Niye dönemezsin ki güzel arkadaşım?"

" Çünkü, onu görmeyeceğim bir günü değil, bir saati bile düşünemiyor, kabullenemiyorum. Ona olan özlem ve sevgimi anlayamazsın. Sabahları onu biran önce görmek için, gecenin hemen bitmesini sabırsızlıkla bekliyorum. Bitti artık karanlık gece, onun aydınlık yüzünü göreyim diyorum. Şimdi hastaneye gitmeyi düşünüyorum, bunu nasıl yaparım bilmiyorum ama onun yakının da olmalıyım Serap."

Yaşlarla dolu gözlerini arkadaşına çevirip baktı, bakışları kararlı ve sabitti. Serap kolunu omuzuna atarak hüzünle sarıldı ve,

" İnan ki çok pişmanım Zeliha, buna ben sebep oldum. Hem senden hem de ondan özür dilerim."

Zeliha sessizdi, omuzları ve kolları titremeye başladı, ağlıyordu... Sonra,

" Hayır Serap sebep sen değilsin. Onu..." birden yine sustu ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Bir süre ağladı.

Arkadaşının eli omuzundaydı, hafifçe sıkıyor ve kederle bakıyordu.

" Onu... İlk gördüğüm de gözlerine düştüm Serap, oradan artık çıkamam, çıkmayı da hiç istemiyorum."

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top