Giriş

Bazıları ağaçların altında, bir kısmı ise müzik odasının önünde bir araya geliyor. Yüzlerini daha önce hiç görmediğim bu gençler nereden çıkıp geldiler ki? Ne çabuk toplandılar, üçer beşer derken, sekizer onar ve daha da artarak çoğalmaya başladılar, memleketin başında ki belalar gibi. Çözüm üretmeyen siyasi fikir atışmaları, gazetelere demeç vermek için yarış yapan parti liderleri, bir türlü kurulamayan hükümetler ve hüküm edemeyip hiçbir şeye hakim olamayan sözde yetkililer.

Netekim toprağa düşen bedenlerden akan kan ellerinize bulaşıyor. Yazık... Oluşturulan kaos artık liselerin kapısından bahçesine de girmeye başladı.

Emniyete telefon açalı bir saati geçmişti, ne gelen var ne giden.

Güvenliği kim?, nasıl sağlayacak?.

Pencereden bahçede ki hareketliliğe tekrar baktı.

"Ne kadar kalabalık olmuşlar..." diye düşündü.

Öğretmenler odasına giren Ahmet efendi, soğumuş çayı eline tutuştururken garip bir ifade ile bakmıştı. Okula tayin olup geldiğinden beri saygıda kusur etmeyen, yüzünü daima gülerken gördüğü hademenin bakışları o kadar sert ve kinayeli ki... Niçin birşeyler yapmıyorsunuz diye soruyor. Sözle değil, kelimelerle de değil, gözleri ve bakışları ile sorular yazıyor yüzüme... Haklı Ahmet efendi çok haklı, lakin ona;

"Kendini aydın zanneden şıp sevdilerin içinden olan biri değilim ki ben. Yazdıkları ile uçuk kaçık taleplerde bulunan şımarık entellektüel geçinen ucuz kurşun kalemlerden de değilim. Fikir hürriyeti isterim diye ortalığı velveleye veren, yüksek ama çok yüksek fakültelerde okuyan henüz ergen olmamış ruhların cami duvarına bevl etmeye kalkıp sonra da özgürlük isterim diye nara atmalarını pohpohlayan bilgiç geçinen sözde öğretmenlerden hiç değilim." diyebilmeyi ve içimi dökmeyi çok isterdim.

Görmüyormusun? bu günlerde çöple saman birbirine geçmiş ve oldukça da karışık. Fırtına biçmek için rüzgar ekmek isteyenler var ortalıkta. Pusuda yatıyorlar, sonra en uygun zamanı bulup hemen ortaya çıkıyorlar. Bu güzel okulun bahçesinde şu an olduğu gibi... Ah! emektar Ahmet efendi, mermilerin gideceği yönünü tayin eden, şimşir ağacından yapılmış gümüş kakmalı bastonlarına dayanarak yürüyen pişkin monşerler ve onlarla işbirliği yapan, bilmem kaç çeşit silahın tacirleri ne kadar zehirli, hepsi zehirli... Zakkum ağacının yaprakları gibi zehirliyorsunuz memleketimizi ve çocuklarımızı diye avazım çıktığı kadar bağırmayı çok isterdim. Kan dökülmesini istiyorsunuz, can ya da canlar umrunuzda bile değil. Sizin için önemli olan kazandığınız kirli ve kara para. O tertemiz gençlerin hayatları ile ilgilenmiyorsunuz, karanlığın içinde elinizde ki fenerle istediğinizi almak tek hedefiniz diyebilmeyi ne kadar çok isterdim.

Bütün emeli okumak, öğrenmek ve doğru olanı ilke edinip yaşamına yön vermek isteyen güzel çocuklarımızdan ve onların kuaracakları gelecekten ne istiyorsunuz? diye haykırmayı, bütün bu olanlara karşı çıkmayı, tüm zehiri çekip atabilmeyi, siz kardeşsiniz ve aynı güneşe yürüyorsunuz, aynı ışıkta yıkanacaksınız, bırakın karanlığın sizi kör eden nefesine uzanmayın... Sakın ha! asla uzanmayın demeyi isterdim. Ne yazık ki Ahmet efendi insan çoğu zaman istediğini söyleye-miyor. Sert sert ne olur bakma bana, elimde kağıt kalemden başka bir şey yok. Birde beyaz tebeşirim var ve benim işim siyahın yüzüne toz içinde de olsa beyazı nekşetmek. Ona da şu sıralar gördüğün gibi izin vermiyorlar.

"Ah Ahmet efendi ah." diye fısıldadı.

Kederle yüzüne baktığı adamın duyabileceği ses tonu ile,

"Keşke beni anlasan, içimde ki fırtınayı görebilsen Ahmet efendi." dedi.

Adam kara kuru yüzünü ona yaklaştırıp, üç yudumda içtiği çayın boş bardağına uzandı ve;

"Emniyete haber vermişmiydiniz hocam." diye sorduktan sonra, üzüntü ile nefeslendi ve boşalmış bardakları tepsiye koyarak ıhladı. Kapıya yürüdü sonra yine üzüntüyle tekrar bakıp odadan çıktı.

Bahçeye koşarak gittiğinde birbirini sevmeyen iki taraf kavgaya tutuşmuşlardı bile. Arabası kavganın tam ortasındaydı. Onu olduğu yerden çekme düşüncesi ile koşmuştu, ancak cana olduğu gibi mala da zarar vermeye başlamışlardı. Biri diğerine yumruk ve tekme sallıyor, bir başkası elinde ki kalın sopa ile birinin sırtına ve var gücü ile kafasına vuruyor, en güçsüz olanı seçmeye çalışan gürbüz çocuklar karşısındakine hücum edip, başa çıkacağını anladığında ise, tam önünde ne yapacağını şaşıran çelimsiz delikanlıyı ezip geçiyordu. Yere düşüp tekrar ayağa kalkanlar, aldığı darbenin şiddetinden sallanıp duranlar, okul binasının her iki görünmeyen köşesinden koşup gelenler... Bilinmeyen ve birbirine düşman iki ordunun yaptığı harp gibi, birileri birilerine acımadan saldırıyor.

"Bizim bu kadar öğrencimiz var mıydı?"

Zar zor arabasına yaklaştı. Arka tampon yediği tekme darbeleri ile yere düşmüştü. Boşa giden yumruk ve tekmelerin bazıları arka cam ve kaportanın üstünde patlıyordu. İçe doğru çökmüş bagaj kapağını gördü. Okulun duvarı ile aracın ön paneli arasından geçmeye çalıştı, arabaya binip çalıştıracak ve ilerleyince kavga eden kalabalığı ikiye bölüp ayırabilirdi. Kendini o dar geçitten kurtardığında, önüne bir çuval atılmıştı sanki. Gençlerden biri, sırtüstü ayaklarının dibine düşmüş, yüzü gözü kan içindeydi. İki eliyle tuttuğu karnından akan kan, sarı renkli kazağının rengini değiştirip kızıla boyamaya başlamıştı.

" Allahım bu ne böyle? "

Telaş ve korku ile çocuğa doğru eğildi, siması oldukça tanıdıktı. Dersine girdiği öğrencilerden biriydi muhakkak. Omuzlarından tutup kaldırmak istedi ama olmadı. Delikanlının sararan yüzünde acı hissi yoktu hiç. Gözlerini açarak baktı ve,

" Hocam." dedi fısıltı ile.

Ölüyordu talebesi, derin ve aralıklı nefesi yavaşlamış, karnında tuttuğu elleri gevşeyivermişti. Gözleri bıçakla yarılmış aracın arka lastiklerine odaklandı o an... Aynı bıçaktı herhalde; karnında ki elleri yana doğru düşüp vucüdu titremeye başlayan çocuğu yaralayan...

Keskin, şiddetli bir gürültü koptu, kulakları sağır eden bir ses. Ürkütücü... Nefesleri kesen bir gümbürtü... Kıyametin sesi mi?, Sur'a mı üfürüldü yoksa? İnce tiz bir vınlama ile göğsünün üstüne, boğazının dört parmak altına gelen çarpmayla sendeledi. Demir, küçük alev topu derisini ve etini yakarak bedeninde kavurucu bir acıya sebep oldu. Elini yanmaya başlayan yere götürmek için çabaladı ama hissizdi. Eli de, kolu da diğer azaları ile beraber harekete karşı direnmiş, kıpırdamamıştı. Birileri buz basıyordu her organına. Bir alev, ateş ve yangının kızıl koru, şeffaf buz kalıbının içinde haykırarak kırmızı bir güle dönüşüyordu. Acı kokan, yanık bir güle...

Boğazında ki hırıltılar fazlalaştı, nefes alırken göğsünün ortasında garip bir sesle tencere fokurtusu duydu. Aldığı nefes ciğerlerine bağırıp çağırarak gidiyor, giderken de içinde ki etler yırtılıp yarılıyordu adeta... Aracının ön kapısına, yerde yatan delikanlının omuzlarına doğru devriliverdi. Uğultular arasında,

"Murat hoca vuruldu..." haykırışını duydu.

Patlama ve vınlamaların düzensiz senfonisi kulaklarından yavaşça çekilirken, koşuşturan ayaklar, diz kapakları, bol ve geniş pantolon paçaları sisli bir görüntüye dönüştü. Başında toplanmaya başlayan karaltılar, ona doğru yaklaşanların net olmayan resimleri hepsi bir kare fotoğrafta deklanşöre basıldıktan sonra donarak kalmıştı...

Fatma ve kızlar... Sesleri geliyor, nerdeler?. 

İşaret parmağını tutarak yanında yürümeye can atan küçük kızı... Kara gözlü minik Zeliha'sı ve ondan daha iri, uzun boylu güzeller güzeli Saliha'sı. İkisi de arkasından koşarken Saliha, arada bir içinde ki çıplak ayaklarına büyük gelen beyaz renkli pabucunu çıkarmaya çalışıyor ve,

" Dur baba, beni bekle. " diyerek bağırıyor, elini sıkıca tutan Zeliha ise bazen arkasına bakıyor ve,

" Hadi, hadi " diye yarım yamalak ablasına sesleniyordu.

Fatma... Karısı Fatma eğilip küçük kıza bakıyor ve tebessüm ederek elini Saliha'nın sırtında tutuyordu.

Galiba hastanedeydi, Yüksel!... Yüksel yanında mıydı ki? Onunla konuşmalıydı, söylemesi gerekenler vardı, ancak elektrikler kesiliverdi hemen, hep kesildiği gibi. Karanlığa gömülmüştü herşey. Karısı ve çocukları ile olan bağı kopmuştu, yoktu şu an üçü de yanında. Sesler vardı ama görüntüler gibi bulanıktı.

"Onlar okusun Fatma..." diye fısıldamıştı, onlar için başka şeyler de söylemişti ama kulakları boğuk bir uğultu, düşünce ve hisleri de anlamsız bir boşluk içinde denizin dibine çekilmeye başladı. İçinde ki su bedeninin dışında ki denize rağmen yavaş yavaş buharlaşıyordu. Sıcak değil, soğuk bir şekilde buharlaşıyordu. Damarlarında akan nehir dahi çekilip boşalmış, çağlayan suların kabararak kıyıya dalga dalga geliş gidişi durmuştu nerdeyse. Kocaman ışık hüzmeleri düşüyordu gözlerinin üstüne... Allah'ım ne kadar parlak dedi kendi kendine, ah! Bir de gözlerimi açabilsem. Yüksel, arkadaşım, kardeşim ordamısın? Sen misin o? Yüksel dostum kanım boşaldı, damarlarım kuruyor sanki. Göğsümde ki bu yanma ne? Tınn... Tınnn.

" Kızların ellerini tut Yüksel, Fatma'da onlar da sana emanet."

Vızıltı ve derinden gelen bir uğultu, nefes sesleri... Biri kulağımın dibinde derin derin nefes alıp veriyor. Kimsin sen?

Demirden yapılmış, ağır ve oldukça yüksek bir kapı sürtünüp gıcırdayarak açıldı. Kapı çok eski, paslı ve siyahlaşmış her yanı. Üzerinde ot mu bitmiş? Hayret kapının üstünde otlar bitmiş. Biri geliyor, kendi gibi uzun boylu, zayıf biri... Öne doğru eğilerek yürüyen bir adam geliyor.

" Oh nihayet kendime geliyorum galiba."

Göğsünün üstünde ki acı gitti, yanma ve hırıltılarda bitti. Adam ona yaklaştıkça şemali belirginleşiyor.

"Allah, Allah tanıdık biri ama."

Gülüyordu adam, tam yanında durdu, bembeyazdı yüzü. Siyah gür saçları, siyah gözleri ve enli kaşları ile uzun ince burnu..., Çok tanıdık biri.

" Yoksa bu, bu ben miyim?"

" Ben! benim yanıma geldim, ben karşımda duran bana bakıyorum, rüya bu herhalde."

Kendi yüzü ona bakarak gülümsüyordu,

"Gitmeli miyiz, nereye?"  

 Mart 1982, 

" Kurucu meclis Anayasa çalışmalarına başladı..." Manşet siyah, kalın ve büyük harflerle atılmıştı. Derin bir nefes alıp verdi.

" On yılı geçti dostum seni kaybedeli, on yılı geçti."

Mırıldanırken pencerenin dışında, bahçede olan gözlerini elinde tuttuğu gazeteye çevirdi yine. Manşete tekrar bakıp bir defa daha okudu. Manşetin altında daha küçük harflerle,

" Anayasa düzenleme çalışmaları için belirlenen komisyon taslak metin hazırlıyor, yaz aylarında danışma meclisine sunulacak olan metin titizlikle elden geçecek."  yazıyordu. Hemen altında ise,

" Milli Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilerek, halk oyuna sunulacak ve seçimler en kısa sürede yapılacak." diyordu.

Adam gözlüklerini eline aldı ve,

" Sana sıkılan mermiyi de, tetiği düşüren eli de görmezden gelenler meclisi kurdu, şimdi Anayasa kuruyorlar." dedi kendi kendine.

Başını tekrar çevirdi. Güzel, yüksek ve yemyeşil ağaçlarda tutu bakışlarını. Seni kurtarmak çok zordu kardeşim ama bak! Memleket kurtuldu Murat, hem de bir gece de... diye geçirdi içinden. Hastaneye getirildiğinde hemen ameliyata alınmıştı ancak çok sevdiği dostunu, cerrah olan iki arkadaşı ile kurtaramamıştı.

" Ne garip..." diye düşündü. 

Uzun süredir çeşitli ameliyat ve tedavinin uygulandığı memleketin hastalığı bir gece de bitivermişti. Şimdi de taburcu ediliyor, hayatına kaldığı yerden devam etmesi için çalışılıyor, Anayasa oluşturuluyordu bunun için.

" Bir geceyi niye on yıl bekledi bu millet? Niye Murat öğretmenler ve öğrencileri canlarını verdi? Ama diğerleri alacaklarını aldı... Yangınlar ve kaoslar çıkarıldı, şimdi geriye; arta kalan tamirata alınıyor ve yangını çıkaran eller tamirini sadece biz yaparız diyor."

Gözleri nemlenmişti, hüzün vardı bakışlarında, göğsünün ortasında ki kedere bakmaya çalışıyordu. 

" Ya, tamiri mümkün olmayanlar? Sen hayatta yaşıyor olsaydın küçük güzel kızın hayatının tükendiğini zannetmiyecekti o sana gelmeye çalışıyor Murat, hem de kendi elleri ile..." 

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top