Dilerim sende sevinirsin oğlum...


Bülent henüz aramamıştı. Birkaç haftadır, kür merkezinin yerine yapılacak binanın taslakları ve detayları ile uğraşmışlardı.

" Hemen inşaata başlamalıyız." diye mırıldandı. Bakışlarını duvarda ki saate çevirdi, "Gece yarısını geçmiş." dedi.

Geniş büyük pencerenin önünde durup, dışarıya, karanlığa bakmaya başladı.

" İstanbul'a inmedi mi hala acaba.?", bu aralar o da çok yoruldu diye düşündü. İzmir ile İstanbul arasında mekik dokuyor. Şu sağlık merkezi bitsin, ofisi İstanbul'a alalım bari, ikimiz de yaşlandık yoruluyoruz...

Bülent evlenmişti ama olmamış, yürümemişti. Kaderi, mutsuzlukla ve ellerinin arasında minik bebek Selma ile kendi başına kalarak, gülmemişti. Üstelik hastalanmıştı. Selma büyüyünce de bir daha evlenmeye yanaşmadı.

İki arkadaş birbirlerine çok bağlıydılar, günlerce parasız kalmışlardı ama Bülent onu hiç yalnız bırakmamış, otellerde mevsimlik iş bulduklarında,

" Sen nerdeysen ben de ordayım biraderim." demişti hep.

Rehberlik kokartlarını aldıkları gün ikisinin cebinden hepsi hepsi onbeş lira para çıkmıştı. Ören yerlerinde günlerce, kapılarda hem İngilizce çalışmış hem de aç susuz gelecek olan tur kafilelerini beklemişlerdi. Çok zor günlerdi o günler. İkisi de ailelerine durumlarını hiç şikayet etmemişti.

Bülent evlendiği gün ona;

" Senin yalnız kalacak olmana dayanamıyorum." demişti.

Sonra ki yıllarda Selma büyümüş, onu amcası biliyordu. " Amca..."  kelimesini isimsiz söylüyordu, babası öyle öğretmişti. Zaten bebekliğinden beri Selma dizinin dibinden ayrılmadı.

Askerden geldikten sonra buldukları ilk iş, yurt kantininde çalıştıkları işti... Semtlerin de ağbi dedikleri Zafer vardı, iyi birisiydi. Bülent ve ondan yaşça büyüktü. Otuzbeş yaşlarında, mahallede ki diğer gençlerinde sevdiği, şakacı, efendi bir adamdı. Kıvırcık saçlı beş yaşlarında minik bir kızı vardı. Yaşıt olmasalar da çok iyi anlaşıyorlardı. Aslında iyi diyolog kurmalarının temelinde Mehmet amcasının onlara verdiği öğütlerin de çok etkisi vardı. Bir keresin de

" Çocuklar arkadaşlarınızın bir kısmını sizden yaşça büyük olanlardan edinin, çünkü tecrübeye ihtiyacınız var. Hayatı öğrenmeniz için tecrübelerden ders almanız gerekir." demiş elinde ki kadehi bir dikişte bitirmişti. 

Sonra ikisinin yüzüne kederle bakıp " Bize kimse öğretmedi hayatı."  ve, " Kimsesizdik..." diyerek bardağına rakı doldurmuştu.

Zafer iki arkadaşı hafta sonları fuara, mini golf sahasına götürür, pinpon topundan daha büyükçe tırtıklı beyaz topu ellerinde ki demir çubukların ucunda, yana doğru uzanan kısa aparat ile vurarak ince şap betondan yapılmış yüksek eski çam ve palmiye ağaçlarının altında ki parkur da bulunan çukurların içine gülüşerek atmaya çalışırlardı.

İşe başladıkları günün öncesi, yine golf sahasına gitmişler ama Zafer oyunu yarım bırakarak 

" Birlikte yemek yiyeceğiz çocuklar." demişti.

Mini golf sahasının tam karşısında, belki orayı işletene ait restoranta girdiler. Golf Restorant...

Yemyeşil çam ve palmiyelerin altında, üstün de tertemiz beyaz örtülerin serili olduğu masalar, müşterileri cezbedecek şekilde düzenliydi. Üçgen görünümlü beyaz renkli kabartılmış bez peçeteler, iyice silinip parlatılmış metal bıçak, kaşık ve çatallar ile ince uzun ve bardaklar ters olarak birbirine parelel konmuş, bahçenin iki tarafından da geçen dar ana yoldan geçenleri, göz ucuyla da olsa mutlaka baktırırdı.

Açık hava lokantası çok temizdi. Mutfak olarak kullanılan, tek katlı, kiremit çatılı ve taş duvarlı binadan güzel ızgara kokuları yayılıyor, sağ tarafta ki masalarda oturanların içtiği rakının anason kokusu ile karışıyordu. 

Yemek yerken epey konuşmuşlardı, ince ve yeşile çalan dar bardaklarda ki içkiyi yudumladıkça  konuşuyordu Zafer... Sarhoş değil ama neşeliydi adam. Askerliğinden, evlenmesi ve kızının doğumuna kadar birçok şey anlatmıştı, ancak Ali Hakan çoğunu dinlememişti. İçki içmeyi de, masada yapılan o sınırsız sohbetleri de pek sevmiyordu. Amcasının da içki içtiği masasına çok oturmuştu. O da çok konuşur ama amcasına onu dinliyormuş gibi bakardı.

"Alkol insanın konuşma becerisi ve performansını arttırıyor demek ki."  der, arada gülerdi.

Zafer daha sonra devletin yurtlar kurumuna bağlı bir yurdun kantin işletmesini aldığını anlattı. Babası ve eniştesi ile işe yetişemediklerini söylemiş ikisinin de yanında çalışmalarını istemişti. Harçlık sıkıntıları olmasa da çalışmaları gerekiyordu. Askerden terhis olup geleli bir ayı geçmiş, iş arıyorlardı. Bülent'le aralarında aynı şeyi konuşuyorlardı, 

"Çalışmamız lazım."

12 Eylül darbesi olalı bir yıl geçmiş olmasına rağmen memleket henüz toparlanamamıştı. İşsizlik ve işsiz sayısı çok yüksek ve iş bulmak çok zordu.

Zafer'i seviyorlardı ve adam iyi denecek bir teklif yapmıştı, oldukça yüksekti haftalık ücreti. Zafer'in arabası da olduğu için yol masrafları da olmayacaktı. Kabul etmelerinden başka seçenekleri yoktu zaten. Zafer ikisinden tek bir şey istemişti, burası kız yurdu idi ve dikkat etmelerini, kızlarla irtibattan uzak durmaları gerektiğini söylemişti. Adam elinde ki boş rakı bardağını bırakıp, bakmış ve,

" Bunu niçin istiyorum.?" dedikten sonra bir yudum su içip, tabağında ki son et parçasını ağızına attı,

"Yurt müdürü emekli bir albay. Sözleşmeyi yaparken kızlardan bir şikayet gelecek olursa ya da siyasi bir söylem ile eylem duyacak olursam iş aktini hemen fash ederim demişti. Bunu da sözleşmeye bir madde olarak koydu. Onun için çok dikkatli çalışmalıyız çocuklar." dedi.

İşte o pazartesi sabahı işe başlamıştı ikisi de... Ancak çok geçmeden artık içini titreten bir suça karışmıştı. Zafer'in o günkü ricasına bağlı kalamamış, gönlüne prangalar vuran o güzel gözlü kızla iki gün önce çay bahçesine gitmişlerdi. O akşamdan sonra kendi kendine, " Vicdan yapıp durma." dese de o suçun içinde ki sesi ile başa çıkmaya çalışmıştı.

Kartonlara yazı yazarken gelip, karşısında durduğu zaman da, aniden önüne çıkıp ismini sorduğu gün de, bana kahve borcun var dediği akşam da, bu suça karışacağını hiç düşünmemişti. Düşünemezdi çünkü onu gördüğü zaman zihni sanki boşalıp gidiyordu.

Yuvarlak masanın üstünde duran telefon hızla sarsılıp, titremeye başladı. Arkasından da duyduğu vınlamaya dönüp baktı.

Ekranda "Kardeşim" yazıyordu.

"Alo, biraderim yatmış mıydın.?"

"Henüz yatmadım Bülent, senin aramanı bekliyordum."

"Yeni indim, biraz rötarlı uçtuk."

"Selma ne yapıyor? Yanında mı.?"

"Yattı az önce, havaalanında beni beklerken yorulmuş. Sizi de bekliyor heyecanla."

Sonra kür merkezini, mimarların yapmasını istediklerini anlattı arkadaşına.

"Selma evi temizletsin kardeşim. Ne zamandır kapalı. Biliyorsun ablam kalabalıktan sıkılıyor, siz de Beşiktaş'a geçin orada görüşürüz."

" Halledildi bil biraderim."

"Teşekkür ederim Bülent."

"Ayşe ablamı bizim için öp, haydi iyi geceler."

"Hoşçakal, size de iyi geceler. Onu çok özlediğimi söyle. Selma'm burnumda tütüyor."

Kapanan telefonun ekranına baktı ve sehpanın üzerine bıraktı.

"İkinizi de çok seviyorum." diye mırıldandı.

Sehpanın arkasında ki küçük aynanın önünde duran iki siyah beyaz resime takıldı bakışları. Biri, küçük Selma kucağında boynuna sarılmış ağlıyordu, diğeri ise Bülent ile yan yana çektirdikleri resim. Geometrik desenli kırmızı rengin hakim olduğu kazak vardı üstünde. İkisinin de bıyıkları yeni terlemişti, "O zamanlardı galiba." diye düşündü içinden. Evet, evet birkaç gün sonra Zeliha önüne aniden çıkıp ismini sormuştu. Kazadan bir iki hafta önceydi...


Ayakta bekleşen bir gurup kızla, önlerin de ki ahşap bankta oturan üç kız gülüşerek konuşuyorlardı. İçlerinden biri ona dikkatle baktı. Zeliha ile sık sık beraber gördüğü kızdı o... Baktığını fark etmemiş gibi, görmezliğe gelip yanlarından geçti.

Öğrencilerin guruplar halinde yurt girişinde beklemeleri yasaktı, eğer albay görse muhakkak hepsini azarlar, yurda gönderirdi. Üç kişinin bir arada olmasına bile tahammül edilmiyordu. Darbenin üstünden bir yıl geçmiş olmasına rağmen sıkı yönetim uygulamaları kesintisiz devam ediyordu. Demokrasiyi yerleştirmek için yönetime el koyanların uyguladıkları sıkı, sıkı yönetim... Asıl garip olan ise bozanlar demokrasiyi yerleştireceğiz diyordu. 

Demokrasinin bozuk olduğu, sokakların karanlık içine çekildiği, insanların ikiye, üçe ayrıştırıldığı, hergün gazeteler de akıtılan kanın sorumlularının arandığı, o kahrolsun bu kahrolsun, şu yansın bitsin haykırışlarının yankılandığı günlerde üniversitenin kapısını görmüş ama fakülte ve dersliklerine hiç girememişti. Üç beş ay sonra da bırakmış, okumak ya da okulla ilgili herşeyi yakmış ve amcasının kederle bakan gözlerinin önünde yırtıp atmıştı. Günlerce de kapandığı odasından çıkmamıştı.

Lise de son sınıfta iken, uçları sivri demir korkulukların üstünden atlarken pantolonu ve baldırının iç kısmı yırtılmıştı da, eczacı Gani'ye gidene kadar annesinin takazası sürüp gitmişti. Ali Hakan sinirli, sinirli söylenip duran annesine,

"Ne yapayım, oradan atlayıp kaçmasaydık bizi de kavgaya sokacaklardı." demişti. 

Yarası pansuman yapılıp eve dönerken de kadın, 

"Okuyup ta avukatmı olacaksın." deyip durmuştu. 

O akşam anne ve babasına karşı büyük bir mücadele vermişti. Amcası üçünü de üzülerek izlemiş ve Ali'nin tarafında olmuş ve babasına, 

"Ağbi ben hergün Ali'yi okuldan almaya gideceğim." dese de, babası amcasına da kızarak, "Onu düşünürken, bir de seninle mi uğraşacağım Mehmet." diye azarlamıştı.

Gerçekten de o günler ateş çemberlerinin içinden geçilen günlerdi. Amcası hiç gelmemişti, ya da -babasına rağmen –gelememişti ama kavgalar lisenin bahçesinden de içeriye girmişti artık... Öldürülen bir öğrenci nedeniyle, şehrin gazeteleri okulun önünden ayrılmayan muhabirler yollamıştı. O sıralarda da ağrıları yüzünden geceleri uyuyamadığı eğe kemiğinin çatlamasına neden olan olayı yaşamıştı. Babasına, hele annesine söylememiş onu hastaneye, gizlice amcası götürmüştü. İyileşene kadar da alt katta amcasının yanında kalmıştı. Sonraları, yine de anne ve babasını hiç olmazsa lise bitsin diyerek, buna razı etmişlerdi. Bir yıl sonra üniversiteyi kazandığını babasına, amcası söylemişti. Annesi duyunca uzun uzun ağlamış, Ali Hakan bu ağlayışın sebebini yıllar sonra öğrenebilmişti. Başlarına gelen tuhaf kazalar nedeniyle vefat eden iki ablasının kederiyle yanıp duran annesi oğlunun başına bir şey gelir endişe ve korkusuyla babasına baskı yapıp okulu bıraktırdığını annesinin vefatından sonra amcasından öğrenmişti.

Bir gece de sona eren kavgaların ardından anarşi dedikleri kaos bitmişti. El koyucular övünerek anarşiyi bitirdiklerini anlatıyordu o günlerde... Memleketin o kötü günleri artık sona ermiş ve onların yapacağı işlerle de tamamen düzelecekti...

" Neden diye sormaya hakkın var ancak öğrendikten sonra bir daha girme o şehre. Bırak yanan tüm şehir olsun. O güzel yıllarını çaldıysalar eğer, bırak kanayan yüreğin olsun..."

Bir lise defterine yazmıştı bunu... Kaç yürek, kaç yürekler kanamıştı acaba.? Kaç Ali, kaç Hakan kalmıştı orta da...

Şimdi ise!.. yurdun girişinde asker nöbetteydi. Kampüs kapısında da nöbetteydi, fakültelerin önünde, caddelerde, sokaklarda ve büyük hastaneye kadar askerler nöbetteydi. Üçten fazla topluluklar dağıtılıyor veya insanlar sorguya götürülüyordu. Korkunun verdiği endişe ile dört beş kişiyi bir arada görmek zordu. Burada bekleyen kızları biri gelip uyaracaktı muhakkak. Dün de böyle olmuştu dedi içinden.

Dün... dün de kalabalıktı kızlar, Zeliha' vardı aralarında. İzmir'e malzeme almaya gidiyordu. Yanlarından geçerken aniden ona doğru yüzünü çeviren kızı görmüştü. O iri siyah gözlü, uzun boylu ve parlak dalgalı saçları olan kız. Daha önce de göz göze gelmişlerdi. Kız çoğu kez gülerek bakmış ama Ali Hakan yanaklarına kan hucüm edince başını çevirip gözlerini hep kaçırmıştı. Birkaç defa da karşı karşıya geleceklerini anlayınca, yönünü değiştirip bulaşık yıkadıkları evyeye doğru gitmişti.

Yine gülümsüyordu, birden bire yüz yüze gelmişlerdi. Kız, ona doğru bir iki adım atarak yaklaştı ve ellerini arkasına götürüp, 

"Bugün erkencisin, gidiyorsun herhalde." dedi. 

Tren istasyonu az ilerdeydi, acaba cevap vermeden hemen oraya gitse miydi.? " Ne istiyor benden.?" diye düşündü. Tam karşısındaydı siyah gözler ve üzerine geliyordu. Daha ilerde ki kampüs kapısına mı yürüyüp gitseydi.? Ancak sonra böyle düşündüğü için yanaklarının yanmaya başladığını hissetti, " Ne yapıyorsun oğlum.?" demişti kendine. 

"İsmin ne.?" diye sordu kız ve ciddileşerek yüzüne doğru iyice yaklaştı, meydan okur gibi bakıyordu, benden kaçmayı mı düşündün der gibi bakıyordu, ayıp değil mi bir kızdan kaçılır mı diyordu sanki bakışları... Gözlerini, çabalayarak kızın gözlerinden kurtardığında tekrar sesini duydu,

" İsmini sordum..."

" Ali Hakan." diyebildi.

Zeliha ona gülümserken arkadan askerin sert sesi geldi.

"Burada toplanmayın, dağılın. Hemen boşaltın kapının önünü..."

Kıza, "Müsaadenizle..." diyerek istasyona doğru yürümüştü. Kızların çoğu yurda giderken nöbetçi askerin katı bakışlarından uzaklaşmıştı. Orada yanlızca kısa kesilmiş saçları sarıya kaçan arkadaşı ile Zeliha kalmıştı.


Kapının açıldığını duymamıştı, elinde tuttuğu resmi yerine bıraktı.

"Ali..."

" Abla, neden ayaktasın hala.?"

Ayşe hemşire kapıyı açmış, uykusuz gözlerle ona bakıyordu.

"Uyuyamadım. Sen kiminle konuşuyordun az önce.?"

"Bülent aradı, eve varmış. Uçak rötarlıinmiş." dedikten sonra, kadının beyaz ama katlanarak sarkanyanağını öptü, "Seni öpmemi istedi." dedi.

"Selma ne yapıyormuş.?"

"Yatmış ama seni bekliyormuş."  nefes alıp,

"Seni çok özlemiş."

" Hergün arıyor görüşüyoruz ama ben de minik kızımı özlüyorum."

"Birkaç güne kadar gideceğiz, o zaman hasret giderirsiniz."

"Nereye İstanbul'a mı.?"  adama dik dik bakarak,

"Oğlum ben yoruluyorum artık. Sen git işlerinizi halledin."

Ali Hakan kollarını kadının çökmüş omuzlarına sardı ve,

"Hani ben yokken, seni özlüyorum diyordun."

"Ben seni hep özlüyorum Ali, yanımda olsan bile özlüyorum seni."

"Beraber gidelim, Selma evi temizletecek, kaç yıldır kapalı duruyor. Üç beş gün kalırız, boğaz havası iyi gelir şimdi sana, özlemişsindir oraları, Yahya Efendi'yi de özlemişsindir."

"O evi sat oğlum, boşu boşuna duruyor."

"O ev annen ve ablanın hatıraları iledolu abla. Biz de çok oturduk, beni adam etmek için çabaladığın günlerin dehatıraları var o evde."


Kadın çizgilerle dolu yaşlı yüzünü Ali Hakan'a çevirip hüzünle baktı,

"Benim en güzel hatıralarım bu evde geçti yakışıklım. Sevdiğim adamla bu evde yaşadım. Seni ve..." sustu, gözleri nemlenmeye başlamıştı. Ali'ye yaslanıp sarıldı.

"Biliyorum ondan bahsetmek istemiyorsun, ben bu evde ikinizle beraber en güzel günlerine nefes alıp verdim. Bu ev sevda kokuları ile tütüp duruyor." dedi ve tekrar sustu. 

Ali Hakan durgun ve sessizce bakıyordu kadına.

"Bu saatten sonra mal da yalan mülk de yalan oğlum. Kür merkezi en iyi hastanelerden biri olsun, en yeni teknolojiyi, en iyi doktorları getir. Boşta bekleyen malın bana da size de faydası yok. Eğitime harcadığın gibi buraya da harca, masraftan kaçınma."

Bilinmeyen bir sırrı aniden ortaya çıkan insanın tepki vermemeye çalıştığı gibi kısık gözlerle baktı Ayşe hemşireye.

"Bana öyle gözlerini kısarak bakma Ali, eğitim için ayırdığın fonları biliyorum."

"Nasıl öğrendin? Selma böyle şeyleri pek söylemez ama..."

Ayşe hemşire çok bilmiş ifadesini yüzüne oturtup adama baktı,

"Selma'dan değil."  bir an sustu, sonra

"Senin yirmiden fazla acenten varsa benim de herbirinde hafiyem var."  ve, benden bir şey saklayamazsın, anın da haberim olur diyordu bakışlarıyla...

"Öğrenimlerine yardım ettiğin çocukların ya annesi ya da babası şirket çalışanı. Hepsini biliyorum yakışıklım ve seninle gurur duyuyorum"  yüzüne bakıp gülümsedi ve,

"Geçenlerde taa Amerika'dan arayıp seninle görüşen o çocuk... aklıma gelmedi neydi mesleği.? Şu kahveci olan lise arkadaşının oğlu hani."

"Desinatör."

"Hah işte o... Bir defa da şirketi aramıştı, sen ve Bülent Almaya'ya gitmiştiniz, ben görüşmüştüm. Yanında ki öğrenciden bahsetmişti."

Ali Hakan yüzünde ki tebessümü genişletip gülümsedi.

"Benim senden gizlim saklım yok ki abla."

"Neden anlatmadın bugüne kadar o zaman.?"

"Bilmem ki, hiç konusu geçmediği için olabilir. Hem ne yaparsak yapalım senin memnun kalacağını biliyorum, belki ondandır. Ya da..." dedi. 

Nefes alıp verdikten sonra kadına masumca baktı. Ayşe hemşire, "Ya da..." dedi.

"Ya da, o eğitim fonunun parası senin şirket hisselerinden, sana düşen gelirden karşılanıyor olabilir. Sen bir defa hayır hasenat yapacaksan gizli yapacaksın demiştin ya... senin paran, senin adına hayra sebep oluyor abla. Senden de habersiz yapılıyor."

Ayşe hemşire adamın gülümseyen çehresine, söylediklerini anlamaya çalışarak bir süre baktı, sonra da, "Of..." diyerek içini çekti ve Ali'ye sarıldı tekrar.

"Ben bunu hiç düşünmemiştim Ali."

Ablasına sarılıp büyük pencerenin dışında ki karanlığa bakarak

"Yarın akşam Sesli Kahve'ye gidelim. Sen söyleyince aklıma geldi. Hem belki bana kızgınlığın geçer." dedi.

Yaşlı kadın, "Ben sana bir kere bile kızmadım ki Ali."  Sonra kapıya doğru gitti ve,

"Senbeni hep sevindirdin. Dilerim sende sevinirsin oğlum." diyerek odadançıktı. 

Ali Hakan ablasının ağlamaya başladığına emindi...

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top