Asil bir insan herşeyi sevgi ile alır...
2011 Yılı...
Duvarları, beyaz ve gri renkli koridorda ilerledi. Etrafını yekpare camın sardığı, odasına girip uzun masif kaplamalı çalışma masasına oturdu. Hazırladığı, ancak hala eksikleri olan dosyayı gözlüklerini takarak tekrar inceledi. Sonra karşısında ki ekrana baktı, gördüğü bilgileri mırıldanarak okuyup notlar almaya ve yazdıklarını mail ile göndermeye başladı. Tam yirmi iki noktadan cevap gelmeliydi ama henüz çok eksik vardı. Daha önce gelen rakamlarda oldukça yetersizdi.
Oflayarak bakmıştı son giden maile,
" İleti alıcıya ulaştı."
Avrupa'dan onbeş, Anadolu'dan altı şehirden ve Asya'dan bir acenta son üç ayın bilançolarını ve gelecek olan ayların rezervasyon bilgilerini eksiksiz yollamaları gerekirken henüz gelmeyen mailler için gün boyu,
" Kahretsin..." deyip durmuştu.
Aslında bu olumsuzlukları ona iletmeliydi ama bunun suçu başına patlayacaktı. Adam, acenta yetkililerini iyi organize etmesi gerektiğini söyleyebilirdi.
Masada ki küçük kutunun üstünde yanan ışığı görünce diyafonun düğmesine bastı.
" Buyurun efendim."
" Bir saniye gelir misiniz Pınar hanım."
Odaya girdiğinde adam önünde ki dosyanın kapağını yavaşça kapatıp üstüne büyük harflerle, "ARŞİV" yazdı.
Sert ve dik olduğu için sağa, sola yatmayan saçlarında ki beyazlar kulaklarının üstünden ensesine kadar iniyor, konuşurken yanağında aralıklarla beliren gamze, çekiciliğine, elini sürekli götürdüğü kirli beyaz ve en çok bir haftalık sakalları ile güç katıyor, tebessüm etmese de gülümsüyor gibi duran yüzü karşısında ki insanı etkiliyordu.
Ona bakarak dosyayı uzattı ve,
" Bunu lütfen arşive gerekli sırasına koyabilir misiniz?" dedi.
" Tabi efendim."
" Sizden beklediğim rapor mailime henüz gelmedi."
" Son ekleme ve düzeltmeleri yapıyorum efendim."
" Güzel... Dosya hazır olduğunda hemen yollayın. İstanbul ve Ankara'dan sayı geldi mi.?"
" Geldi."
Adam önünde ki deftere yazmak için kalemini alıp, " Kaç?" diye sordu.
" Toplam onsekiz. İstanbul on, Ankara sekiz Bülent bey."
" Tamam teşekkür ederim." dedikten sonra deftere yazmaya başladı.
Odasına dönünce kalemliğin içinde ki anahtarlara uzandı. Dört anahtardan, üstünde ki küçük etikette ARŞİV yazanı elinde sıkıca tutup sarı renkli karton dosyaya bakarak arşiv ve tarih yazan kapağı açtı. El yazısı ile yazılmış ilk sayfayı okudu... Çanakkale, Bergama, Salihli, Milas, İzmir ve Efes yazan satırlarda gözlerini gezdirdi.
" Bu el yazısı Bülent beyin değil, muhakkak onun." diye mırıldandı.
Önce tarihleri ve şehirlerin yanında dikkatle yazılmış notları okuyarak bu günkü tarihe baktı, Efes'i gösteriyordu.
" Demek ki bu saatlerde orada." dedi içinden.
Efes yazısının hemen yanında ki iki satırlık notu sesli okudu, son satır kırmızı kalemle yazılmıştı.
" Credo in deum, tu ora..."
Büyük ve eski taban taşının başında duruyordu. Yaklaşık altı metre kare civarında ki mermerin basılmaktan dolayı aşınmış yüzeyi, yüzlerce yıllık yaşını adeta haykırarak söylüyordu. Siyahlaşmış ve çukur çukurdu üzeri. Kenarları örselenmiş gibi kırık, köşelerinde derin çatlaklar göze çarpıyordu. Mermerin tam ortasında, düzensiz bir şekilde,
" CREDO IN DEUM, TU ORA..." yazıyordu büyük harflerle.
" Bu iki mermerin altından, dört metreden çıkarılmış. Asırlarca orada beklemiş."
Adam yanaklarını hafifçe şişirip baktı. Saçının siyah yerlerine, alnına doğru elini atıp kaküllerini arkaya itti.
" Peki ne yazıyor orada?" diye sordu.
Karşısında duran adam güneş gözlüklerini çıkardıktan sonra bakışlarını hepsinin yüzünde gezdirdi ve uzun boylu, zayıf bedenli adama dikkatle bakıp,
" Tanrıya inanıyorum. Sen dua et." dedi.
Adam şaşkınlıkla " Vay canına..." dedikten sonra, kollarını göğsünün üstünde birbirine dolayıp sararak ayağının dibinde ki mermere merakla baktı.
" Demek meşhur heykelin üstünde ki taşa bunu yazmışlar ha..."
Başından, geniş kenarlıklı krem rengi ve yer yer buruşmuş şapkasını çıkardı,
" Evet sayın profösör üstünde yürüdükleri taşın altına gömmüşler." dedikten sonra,
" Acaba neden böyle bir şey yapmışlar? bir sebebi var mıdır sizce?" kendini dinleyenlere gülümseyerek, sorusunun cevabını hemen verdi.
" İnançlarından vazgeçtikleri için diyor bazı tarihçiler. Pagan inancına göre kutsal saydıkları bu tanrıça heykelini, kutsal ayaklar altına gömmüşler."
Profösörün elini tutan esmer tenli kadın, " Kutsal ayaklar mı?" dedi.
" Evet kutsal ayaklar hanımefendi..."
Eli ile, karşılarında duran ve yukarıya doğru üst üste uzanan basamak şeklinde ki oturmalık mermerleri gösterip,
" Burası kentin senato binası, Efes kentinin soylu senatörleri kutsal insanlar olarak görülmüşler hep." dedi.
Taktıkları şapkalara rağmen güneşin yakıcı sıcağı şakaklarından ter damlacıklarının inmesine sebep oluyor, bedenlerinde de oluşan hararet yüzünden tişörtlerinin sırt ve göğüs kısımları bölge bölge ıslanıp kuruyor ve beyaz çizgiler küçüklü, büyüklü harita benzeri şekiller oluşturuyordu. Belli ki serinlemeye ihtiyaçları vardı. Elinde ki beyaz mendili önce yüzüne sonra da ensesine hafifçe bastırdı ve,
" Dostlarım, biraz serinlersek iyi olacak. İsterseniz artık Ayazma çeşmelerine gidelim. Oradan da daha serin bir yere istirahat için gideceğiz." dedikten sonra ilerde ki çıkış turnikelerine doğru giden geniş ve açık alana doğru yürümeye başladı.
Geride kalan altı kişi, mermer taşları ve yazıların fotoğraflarını çekiyordu. Profösör elinde ki cep telefonu ile resim çeken kadının yanından ayrılıp, adamın arkasından gitti.
" Ayazma çeşmeleri nerede Ali?"
" Yukarıda..." turnikelerin önünden geçen asfalt yolun karşısını, çam ağaçlarının oluşturduğu ormanlık alanı gösterip,
" Bülbül dağında, Meryem'in evinin bahçesinde." diyerek güldü.
Profösör, " Dostum bize hazırladığın sürprizler daha bitmedi mi?" diye sordu ve " Ah!... Maria" deyip gülümsedi.
" Ah!...Maria değil sayın profösör, Ave Maria..."
Mavi gözlerini iyice açıp kaşlarını kaldırarak bakan adama tebessüm etti.
" Selam olsun Meryem..." dedi.
Latince yazan nottan sonra, " Meryem" ismi ile " Bülbül Dağı" yazıyordu yan yana. Kadın kendi kendine, " Evet eminim bu yazılar ona ait." diyerek dosyayı kapattı. Bazı turların rehberliğini bizzat kendi yapıyormuş, bir minik sohbetlerinde Ayşe abladan duymuş ve şaşırmamıştı.
" Oteller de çalıştılar... rehberlik yaptılar yıllarca." demişti beyaz yüzlü kadın.
Arşiv odasına giderken hem Bülent'i hem de bir defa gördüğü adamı düşündü. Bülent sert mizaçlıydı, konuşkan biri de değildi ama asla kırıcı değildi. Disiplinli ve ciddi bir çalışma temposu vardı. En küçük bilgiye vakıf olmak istiyordu. Belki de şirketin başarısının altında yatan gerçek, ince detaylar ve küçük bilgilere gösterilen hassasiyetti. Turizm bir hizmet sektörüydü. Siz eğer programlarınızı planlı ve doğru yaptıysanız her yerde, her ülkede tavsiye edilirdiniz. Yönetim kurulu başkanı eğer sahada bizzat çalışıyorsa ve her programa detaylı ilgi gösteriyorsa tabii ki başarısızlık söz konusu olamazdı. Elbette Avrupa'da referans alınabilir lokalizasyon sahibi olurdunuz. İşi iyi yöneten ve bilen birileri ile uyumlu bir ekip her zaman başarılı olur. Hizmet her zaman birinci sırada para sonra ki tercih ise yaptığınız iş dillerden düşmez, aranan firmaların başında gelirdiniz.
Üç yıldır yönetici sekreter olarak çalıştığı şirketin sahibini bir kez görmüş, adamın seviyeli ve saygılı duruşunu unutmamıştı. Biçimli yüz hatlarını, uzun ve dalga dalga beyazlarla kademe yapmış ense hizasında ki saçlarını, yeşil gözlerini, kibarca gülümseyişinin altında ki masumiyeti gözünün önünden gitmemiş ve unutmamıştı. Bir de... adamın Ayşe ablaya gösterdiği saygı ve yakınlık çok farklıydı. Kendisi yokken daima kilitli olan odaya ilk kez ve son defa girmiş ve kahve bırakmıştı. Adam ayağa kalkarak çeketini ilikledikten sonra yaşlı kadının elini iki eli ile tutup öpmüş ve hasretle kucaklaşmışlardı. Onları öylece izlerken, Ayşe ablanın adamın yanaklarına ellerini koyup, " Seni çok özledim yakışıklım." deyişine şahit olmuştu. Adam ona, " Anne..." diyerek seslenmişti. Şirkette çalışanlardan duymuştu, aynı evde oturuyorlardı ama yaşlı kadın gerçek annesi değildi.
" Kutsal Annemiz..." karısının kulağına doğru hafifçe eğilip,
" Ave Maria demelisin Suzi." dedi fısıltıyla.
Diğer kapının iç tarafında bekleyen adama, ikisi de tebessüm ederek baktı. Tam karşılarında İsa Peygamberin çarmıhta ki ikonunu sonra da annesi Meryem'in resmini seyrettiler bir süre. Uzun boylu saçları başının arkasında toplanmış, ayak uçlarına kadar inen yeşil bir entari ile resmedilmiş Meryem'i... Teslis inancı gereği bedenlerinde haç şekli yaptıktan sonra uzun ahşap raftan iki mum alıp yaktılar, diğerleri gibi... Meryem oğlu İsa'ya bakıyordu. Başka çağlardan ya da başka dünyadan gelmiş bir insanın yüz hatlarına sahipti çehresi.
Profösör dua eden kadının yanında bekledi bir süre...
Uzun ve ince on iki borunun musluklarında yüzlerini yıkayarak serinlemeye çalıştıktan sonra, hepsi karşıda ki ahşap sıralara oturdu.
Arkalarında kalan ormanın ağaçları arasından gelen serin hava sırtlarına vuruyordu. Uzun saçları koyu siyah, esmer yüzlü kadın, önce kocasının üstünde gezinen bakışlarını Ali Hakan'a çevirip,
" Bu evin ona ait olduğu gerçek mi acaba? " diye sordu.
Ali beyazlarla harman olmuş kumral saçlarını geriye, ensesine doğru toplayıp siperliği geniş, krem renkli safari şapkasını başına koydu. Elinde ki gözlüğün koyu renkli camlarını silerken,
" Bazı kaynaklarda ona ait olduğu yazılı deniliyor. Söylencelerde ve bulunamayan bazı havari mektuplarında burada yaşadığı yazılıymış."
Ayağa kalktı ve gözlüklerini taktı. " Bilemiyoruz, belki de tanrıçalarının heykelini ayaklarının altına gömen insanlar onun varlığı ve anlattıklarından etkilenmiş olabilir. Olabilir, çünkü bazen bir topluluk, büyük bir şehir pagan dininin temelini yıkıp tek tanrılı dine hemen dönmüş."
Profösör,
" Evinin bu kadar küçük olacağını hiç düşünmemiştim dostum." dedi.
İkisi kadın altı kişi, Ali Hakan'ın yanına yaklaştılar, hepsine gülerek baktı ve,
" Biz müslümanlar, irfan sahibi insanların dünyalarını küçücük mekanlara sığdırdıklarını düşünürüz..." dedi.
Sonra aracın beklediği yola doğru yürümeye başladı.
Herkes onun bilgili, düşünceli ve tecrübeli bir insan olduğunu söylüyor, tüm çalışanlar şirkete gelince ona hayranlıkla bakıyordu. Evlenmelerine sebep olduğu gençlerin sayısı yarım düzineyi geçmişti. Binaya geldiğinde, elinde ki küçükte olsa ikram ya da hediyeleri personele verir, hepsi ile konuşup minik şakalar yapar ve Bülent'in odasına giderdi.
Beyaz açık teninde ki hatlarda kalın çizgiler iyice belirgindi. Oldukça yaşlıydı. Kısacık kesilmiş saçları beyazı çok griydi ve menekşe gözlerini öne çıkarıyordu. Gülerek bakıyordu menekşe gözleri hep...
Büyükanne sıcaklığı ile çevresine güven veriyor, sesinde ki yumuşaklık ve hüzün daima yatıştırıcı etkisi yapar ve onu dinleyen insanı sarardı.
" Herhalde mesleği ile ilgili." diye düşündü Pınar. " Hemşireymiş." dedi kendi kendine.
Girdiği arşiv odasının ışığını açtıktan sonra uzunca bir koridoru andıran yere baktı, sağ ve sol duvarlar çelik raflarla kaplıydı. Boydan boya ve tavana kadar... Eski dosyaların olduğu bölmeleri geçti, yeniler... ve nihayet en son tarihli dosyanın önüne elinde ki dosyayı yasladı.
" Şirketin tarihi burada yatıyor." diye mırıldandı. Türkiye'yi İzmir, Avrupa'yı ise Londra'da ki merkezler yönetiyordu. Ayşe ablanın anlattığına göre Londra'da eski bir okul arkadaşı varmış. İzmir'de ki merkezin başında da çocukluk arkadaşı ve,
" Kardeşim." dediği Bülent vardı.
Rafların arasında bir şeyler arıyormuş gibi gezindi. Bir bölmeden kalın klasörü çekip aldı ve açtı. "Anlaşmalar" dedi.
İki uçak firması ile olan kapasite sözleşmesi, üç ayrı şehirde bulunan üç otelle yapılmış olan sözleşmeler, " Biri ile pay ortaklıkları var."
Klasörü yerine bıraktı.
Üst rafa baktı, bir dosyanın üstünde İstanbul ve Antalya'da ki restoranlar yazılı, bir diğerin de ise çeşitli sahil beldelerinde yapılmış site inşaatlarının isimleri vardı. Daha geride ki bölme de alt raftan " Kür Merkezi" yazan dosyayı çıkardı. Tapular, tescil belgeleri ve inşaat planları düzgünce takılmıştı dosyaya. Beş ayrı tapu vardı, demek arazi parça parça alınmış diye düşündü. Bir kere o da gitmişti kür merkezine. Bülent'le birlikte...
" Amcamı ziyaret etmem lazım" demişti adam.
Hasta olan amcası orada yatıyormuş. İzmir'e henüz dönmeden Ayşe ablayı aramış,
" Ali ararsa amcasının selamını iletiver." deyince kafası karışmıştı. Hasta olan adam hangisinin amcasıydı?.
Yeşil ormanların arasında çok güzel, havası tertemiz bir yerdi kür merkezi.
" Burası neresi, otele mi geldik?."
" Şirketimize ait kür merkezi."
Adam zayıf yanaklarını yaydı, gülümsedi ve, " Güzeel..." diyerek Ali Hakan'a baktı.
Cephesi beyaz, üç katlı binanın önünde duran araçtan inenler, serin ve çam aromalı havayı derin derin ciğerlerine çekmeye ve geldikleri yerin neresi olduğunu anlamak için etrafa bakmaya başlamışlardı.
Her yer uzun, geniş gövdeli köknar çamı ve meşe palamudu ile doluydu. Toprak ve deniz kokusu da vardı. İlerde uzaklarda kalan denize doğru baktılar. Kadın kocasına doğru yanaşıp, " Havası gayet iyiymiş Heyes." dedi içini çekerek. Akşam yemeğini yedikten sonra Profösör Heyes ve Ali Hakan haricinde herkes odasına gitmiş, güneşin yoran ve yıpratan sıcağı altında geçen günün yorgunluğunu iyi bir uyku ile gidermek istemişlerdi. Bir aya yakın zamandır yaptıkları gezinin sonu artık gelmişti ve dinlenmiş olarak yola çıkmayı düşünmüştü hepsi. İki adam bir süre ağaçların arasında yürüyerek sohbet etmişler sonra geriye dönmüş ve Profösör,
" Sıcak termal suya girip, deliksiz bir uykuya yatacağım dostum." diyerek odasına gitmişti.
Sabah erkenden havaalanına gitmişler, Ali Hakan bir aydır birlikte olduğu altı kişi ile hüzünle vedalaşmıştı. Uçağın kapısına giden körüklü tünele girmeden önce, Profösör
" Dostum Ali, hayatımız boyunca unutamayacağımız günler geçirdik. Herşey için sana teşekkür ediyorum, Londra veya Newyork'ta seni tüm içtenliğimizle misafir edeceğimizi bilmeni isterim." dedi.
Bir eli ile Ali'nin kolunu tutup, diğer eliyle de toka yaptı sonra da sarıldılar.
" Sizinle beraber zaman geçirmek beni de çok mutlu etti Mr. Heyes, her zaman beklerim. Tekrar görüşeceğimizi umuyorum." Adam,
" Seni her zaman arayacağım..." diyerek el salladı ve üç dört metre ilerde vedalaşmalarını izleyen karısına, esmer tenli kadına doğru yürüdü. Kadın da gülerek el salladı. Ali tünelde kaybolana kadar ikisinin arkasından baktı.
" Acaba iki üç bin sene önce yaşamış olan insanlar arkalarında bıraktıkları ile, dünyanın farklı yerinde yaşayan günümüzde ki insanları yan yana getirip, dostluk bağı ile kenetlediklerini görseydi ne der, neler düşünürlerdi?... Kim bilir." diye mırıldanıp, Adnan Menderes Havaalanının büyük geniş salonunda hızla yürüdü ve çıkışa doğru ilerledi...
Kadın, düz saçlarını iki eliyle geriye itip düzelttikten sonra arşiv odasından çıktı.
Kapıda bekleyen adam elinde ki çantasının içine bakıyordu. Kadını görünce başını salladı,
" Az daha unutuyordum Pınar hanım, kızım arayacaktı. Ben havaalanına gidiyorum, eğer bana ulaşamazsa sizi arayabilir, İstanbul uçağında olacağımı söyleyin lütfen."
" Tamam Bülent bey hemen not alacağım." Bülent koridora doğru baktı, unuttuğu bir şey varmış gibi gözlerini kıstı ve arkasından,
" Haa, Pınar hanım amcasını da arasın. Unutmazsanız sevinirim."
Sakin adımlarla giden adamın arkasından bakarken, kızı gözlerinin önüne getirmeye çalıştı. Onu ofiste ilk kez gördüğünde kanı ısınıvermişti. Cana yakın biriydi. Selma konuşkandı, geveze değil terbiyeli ve nezaketliydi. İyi okulları bitirmiş. Ayşe abla ondan bahsederken gözleri parlardı hep.
O gün uzun, siyah kaşe mantosunu elinde tutuyordu. Kapıyı çalarak açmış,
" Babam odasında mı.?" diye sormuştu. Sonra hemen,
" Sizi rahatsız ettim, lütfen kusura bakmayın." demişti.
Karşısında oturan yaşlı kadına da gülümsemişti. Bir müşteri ile görüştüğünü tahmin etmişti hemen.
Kumraldan sarıya kat kat dönen uzun saçları ensesinde topuz yapılarak toplanmıştı. Siması, biçimli ve köşeli çenesi, büyük ve açık kahverengi gözleri ile bir amazon savaşçısının yüz hatlarını andırıyordu. Hatta onların kraliçelerinden biriydi sanki... Beyaz bir kısrağın üstünde, elinde ki enli kısa kılıcı sallayan çıplak ayaklı bir kraliçe... Karşısında duran güçlü askerlerin üzerine akın yapan korkusuz ve zeki bir amazon kraliçesi...
Saçlarının yanlarda ki dolgunluğu, kemerli ve uzun narin burnunu kutsarcasına sağ ve sol taraflardan, pürüzsüz parlak bir erguvan yaprağı gibi duran yüzüne gölgelenerek düşüyordu. Nar çiçeği ince dudakları parlıyor, zayıf ince boynu çok uzun ya da çok kısa değil, kemikleri hafifçe belli olan omuzlarının arasında, bir kadehin kristal ayağı gibi duruyordu. Binada çalışan genç kız veya kadınların düzgün vücut hatlarına gıpta ile baktıklarını fark etmişti bir keresinde.
İstanbul'da ki ofisi yöneten oydu. İstanbul demek Türkiye demekti. Oldukça planlı ve titiz çalıştığını, aralarında yaptıkları bazı yazışmalardan anlamıştı. Türkiye'de ki ören yerlerini gayet iyi biliyor, bürokrasinin incelikleri ve prensiplerine hakimdi. Özellikle antik çağ ve klasik dönem 'izm' anlatılarının yer aldığı tur programlarına hep hayranlıkla bakıp, heyecanla okurdu.
Babası değil, daha çok ona benziyordu. Konuşması, oturup kalkması, mimik ve hareketleri sanki Ali Hakan'dı... Selma ona "Amca" diyordu. İyi de Bülent ve Ali Hakan kardeş değillerdi ki... diye düşündü. Dördünü yan yana getirseler aynı ailenin fertleri olmadığını herkes anlardı, fakat aralarındaki bağ, bir ailenin bağlarından öteydi. Tamam Bülent Selma'nın babasıydı, kız Ali Hakan' amca, Ayşe ablaya nine, Ali Hakan'da yaşlı kadına anne veya abla, Bülent'e ise kardeşim diye hitap ediyor ve gerçekten de öyleymiş gibi davranıyorlardı birbirine.
Akrabalıkların bitmeye yüz tuttuğu bu dönemde ilginç bir beraberlik dedi kendi kendine.
Menfaate dayalı beklentileri de yoktu aralarında, hepsi zenginliğin tam ortasında bulunuyor, servet, makam ya da çıkar düşünceleri olmadan çalışıyor, herkes işini yapıyordu. Şirketin, anlayamadığı en önemli özelliği basında yer almaması ve medyadan uzak durmasıydı. İnsanlar basında yer almak için can atarken, onlar sanki kaçıyordu. Hiçbir gazetede şirketle ilgili ne reklam ne de haber çıkmazdı.
Ayşe abla bir defa gazetelere göz atarken okuduğu bir habere,
" İnsan kendine şımarıklık yapsa görünmez, ama başkasına karşı yapılırsa özellikle de toplumun önünde yapılırsa buna adapsızlık denir kızım." diyerek yorum yapmıştı.
" Pınar hanım kızım, ben zenginliğin ve paranın, asaletin değerini düşüreceğine asla inanmıyorum. Asaletin bir bedeli yoktur, sadece asalet sahibi, asil bir insan herşeyi sevgi ile satın alır." demişti.
Dördü de farklı insanlardı, onları bir arada tutanın sevgi olduğunu, aralarında ki bağı sevgi ile kurduklarını o gün Ayşe ablayı dinleyince anlamıştı. Onlar birbirini anlıyor ve kendi dünyaları ayrı bir dünya imiş gibi yaşıyorlardı. Yaşadıkları o dünyanın merkezinde Ayşe abla vardı. Hepsi kendilerini tanıyanları etkiliyordu. Evet çok etkiliyorlardı, aralarında ki sevgi ve saygı ile, yaşadıkları sıradan hayatla, işlerine gösterdikleri hassasiyetle, çalışanları da kendi seviyesinde gören anlayışla herkesi etkiliyorlardı...
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top