Ah amca! Ah benim güzel amcam, üç gün ha...
Selma, kadını havaalanından aldığı günden beri, bilgisi ve tevazusuna hayran kalmıştı. Beyin cerrahıydı üstelik profesördü ve meslek yaşamı da çok başarılıydı. Almanya'nın en büyük Üniversite Hastanesin de çalışıyordu. Kadın, Türkiye'ye gelmeyi istediğini söylemişti. Telefon görüşmelerinde bunu birkaç defa dinlendirmiş, mesleğine artık memleketin de devam etmek istediğini söylemişti.
Ayşe hemşirenin de kanı ısınıvermişti Saliha'ya. Onun yeni işi ve çevresine uyum sağlaması için hep yanındaydı, boş vakitlerin de Selma ile yanlarına alıp birlikte zaman geçirmişlerdi. Saliha'ya adadan ev de tuttular.
"Zamanımın çoğu burada geçecek biliyorum, kalacağım odada çok güzel ama eşyalarım gelecek bir evim olsa iyi olur. " demişti Ayşe hemşireye.
Ali Hakan'la telefon da konuştukları gün başhekimin beklediği eşyaları gelmişti. Gün boyu Saliha'ya yardımcı olduktan sonra uzun zamandır gitmedikleri Bornova'daki eve geldiler.
Duştan çıkan Selma Ayşe hemşirenin telefonla konuştuğunu gördü ve gülerek,
"Hayırdır nine amcamı mı aradın yine? " diye sorunca
"Hayır kızım... İki şey yaptım. Birincisi yer ayırttım ama ikincisi sürpriz. " dedi.
"Yer mi ayırttın? "
"Seni çok güzel ve çok özel bir yere götüreceğim. Kafamızı dinleyeceğiz, ikincisi ise... "
"Nine ya ... İkincisi ne hadi söylesene. "
"Olmaz söylemem, sabırlı olman lazım kızım "
Dört beş aydır aklından hiç çıkmamıştı. İyi ki telefonunu almışım diye düşündü.
Ona sormak istediği öyle çok şey vardı ki, hem güzel sesli küçük kızı da merak ediyordu.
Çay ile gevrek-simit yemek istediğini söyleyip, evden erken çıktılar. Selma Ayşe hemşirenin heyecan ve telaşını görünce ona şaşırarak bakmıştı.
Sesli Kahveye geldiklerinde Mesut ikisini de saygı ile karşıladı. Selma bahçeyi görünce çok sevdi ve Ayşe hemşireye mekanla ilgili bir sürü soruyu arka arkaya sordu.
"Yanımıza gelen, bizi karşılayan adam çay bahçesinin sahibi. Amcanın okul arkadaşı, baban ve amcan kısa bir süre burada çalışmışlar. "
"Hadi ya... Ben bunu bilmiyordum nine "
"Kantinden ayrıldıkları yıllardı kızım, Ali'nin anne babası ve senin büyükbaban ile büyükannen o zamanlar hayatta idi. İkisi de parasız pulsuz, ikisi de ailelerinden para istemiyor ikisi de gururlu, amcan yanıma hastaneye uğrarsa görüyorum. Cebine harçlık koymak istiyorum almıyor kızıyor ve param var diyor. Ama ben çok iyi biliyordum ki ceplerinde harçlıkları yoktu. "
"Evet babam biraz anlatmıştı o günleri, Bülbül Dağını ve orada ki ağaçların dibinde aç susuz yattıklarını. "
"O zamanlar rehberliğe yeni başlamışlardı. " dedi Ayşe hemşire. Sonra,
"Çok şükür şimdi her şeyleri var. Akıllıca güzel işler yaptılar çok şükür kızım. "
"Amcam öyle söylemiyor ama nine! "
Kadın ince kaşlarını kaldırdı ve Selma'ya gözlerini süzerek baktı
"Ne diyormuş amcan bakalım? "
Kız kollarını omuzlarına doğru uzatıp yaşlı kadına sarıldı ve,
"Sen kabul etmesen de ben amcamın anlattıklarını kabul ediyorum ve ona inanıyorum." dedi.
Ayşe hemşire bu defa yüzüne oturttuğu sert ifade ile Selma'nın çehresinde gezdirdi bakışlarını.
Selma tebessüm ederek
"Nineciğim seni uzun uzun anlattığı o gece ablam yanımda olmasaydı ben ve baban bir hiçtik kızım. Her şeyimizi ona borçluyuz, o bana ablalık yaptı annelik yaptı ikimizin de elinden tuttu. O hayatımızda olmasaydı ben karaciğeri sirozdan İflas etmiş ve bir köşede kendini unutup giden elinde boş şişesiyle sızıp kalan ayyaşlardan biri olurdum herhalde demişti. "
Kadın gözlerini dikmiş bakıyordu.
Uzaklara bakıyordu, Selma'nın görmediği göremeyeceği yerlere.
Gözünden düşen bir damla yaşı yavaşça sildi.
"Onlar iyi çocuklardı kızım, ikisi de farklıydı, ikisi de çalışkandı hele amcan çok farklı çocuktu. "
Diyerek simit ve çay getiren adama baktı.
Orta yaşlarda uzun boylu yüzü sıkıntıyla gergin ancak tebessüm etmeye çalışan adam, tepside bulunanları masaya yavaşça bıraktıktan sonra kadının eline uzanıp öptü. Ayşe hemşire şaşırmıştı.
Kimdi bu adam,
İlk defa görüyordu tanımıyordu ki bu simayı. Daha dikkatlice baktı ancak tanımıyordu.
Sonra hemen yanında Mesut'u gördü.
"Ayşe abla Garibi hatırladın mı?"
"Yok oğlum tanımıyorum ki hatırlayayım."
"A. ... abla, o... o akşam oğlunuz ba... bana ve kız, kızıma yemek yedir... misti"
Ayşe hemşire o akşam ki görünüşünden eser kalmamış adama sıkıntı ve üzüntü ile bir kez bakarak nemlenen gözlerini başka yöne çevirip saklamaya çalıştı.
Mesut gülerek, saç ve sakal tıraşı ile başka bir görünüşe bürünen adamı gösterdi,
"Garip artık burada çalışıyor abla, çok çabuk öğreniyor garsonluğu" dedi.
"Ne güzel bir iş yapmışsınız Mesut Bey oğlum. Allah sizden razı olsun."
"Sebep olana da dua et ablacığım"
Sonra iki adam yanlarından ayrıldı.
Ayşe hemşire gülümsemeye çalıştı, gülemedi ama ağlayamadı da. Selma'ya olanları anlattı. Serap'ın karşılarına çıktığı o akşam Garibin ve küçük kızının kederli halini anlattı...
"Ne kadar değişmiş, demek ki bu Garibin Hızırı amcanmış Selma" diyerek çayından bir yudum aldı.
"Kaç gündür bizde kızımla aynı şeyi konuşuyorduk Ayşe abla"
Yaşlı kadın arkasından gelen sese döndü "Aaa Serap gelmiş" dedi ve ayağa kalktı. Hem Serap'a hem güzel sesli kızına uzun uzun sarıldı. Onları Selma'ya, Selma'yı da ikisine tanıştırdı. Serap Bülent'in bir kızı olduğuna sevinmişti. Ona babasının kantin de çalıştığı zamanlardan bahsetti. Yurttaki kızlar Bülent'in yanağındaki gamzeyi konuşurlardı hep dedi ve onun Ali ile olan arkadaşlığına imrendiklerini de söyledi. Kızı sahneye çıkıp şarkı söylemeye başlayınca hüzünlenerek, bahçeyi dolduran nağmeleri dinlemeye koyuldu.
Serap bir süre sonra Ayşe hemşire ile konuştukları gibi, ona Zeliha'yı anlatmaya başladı. Ali Hakan'ın not bırakıp kızı görmeden hastaneden ayrıldığı sabahtan bahsedip, kendisinin neler olduğundan ancak üç ay kadar sonra yaz tatili gelince haberi olduğunu söyledi. Zeliha hem ondan hem diğer kızlardan uzun bir süre uzak durmuştu. Kantine o günlerden sonra asla girmediğini, zamanının çoğunu bahçe de ve öğleden sonraları istasyona gidip saatlerce orada oturarak geçirdiğini anlattı.
"Hatta bazı günler, gece yurda giriş saatlerine kadar orada oturuyordu abla. Kaç defa yanına gittimse benimle hiç konuşmadı. Öylece kampüs kapısının olduğu tarafa bakıp oturdu hep."
Selma merakla, "Niye ki?" diye sorunca Serap kederle,
"Belli ki Ali'yi bekliyordu istasyonda" dedi
Aldattın beni, seviyorum diye
Kalbimi yaktın, kalbimi yaktın.
Selma gözlerini kapattı, Zeliha'yı düşündü tanımasa da görmese de düşündü. İnsan sevdiğini kaybedince, hele böyle bir şekilde... Kim bilir nasıl yıkılıp gidiyordur, yakın zaman da amcasının anlattıklarını getirdi aklına.
Sahnede genç kızın söylediği hicranlı melodinin sözlerine kaptırdı kendini, Ayşe hemşire ve Serap gibi...
Günahımı sen çek, günahımı sen çek
Mihrabımı elinle yıktın...
"Bana hastaneye gelmiş kızım, o sıralar da yoğun bakımda çalışıyordum, maalesef görüşemedik. Düşünsene kimse yok yanında...Aliye ulaşabileceği kimse yok" dedi yaşlı kadın.
Boğazı düğümlenince sustu.
Serap, Zeliha'nın annesi Ali'ye bu işin bir oyunla başladığını söylemiş dedikten sonra şarkı söyleyen kızını dinledi bir müddet. Bakışlarında hüzün, keder ve düşünce yüklüydü. Ayşe hemşire ve Selma'ya baktı, gözleri nemlenmiş ve yanakları kızarmaya başlamıştı.
"Abla Ali niye gelip konuşmadı?" dedi. Sonra da "En azından benimle konuşsaydı Zafer abiye anlatmış, bana da anlatsaydı oyun olmadığını öğrenirdi. Oyun meselesinin suçlusu bendim. İlk zamanlar ben zorlamıştım Zeliha'yı. Aslında o, Ali'yi gördüğü günden beri seviyordu." ve tekrar "Niye gelmedi abla?" diye hüzünle söylendi.
Ayşe hemşire Ali Hakan'ın yurdun önünde beklediği akşama anlattı,
Serap, "Zeliha o günlerin akşamlarında dışarıya hiç çıkmadı abla. Öğleden sonraları istasyon da bekleyip odasına dönüyordu. Belki de orada Ali'yi görünce Zeliha'ya haber vermek isteyen bir kızdı." dedi.
"Demek ki olmayınca olmuyor kızım... Kader"
"Zeliha sonra o eski Zeliha olmadı abla. Hayat dolu, sevgi dolu ve sevdalı Zeliha gitmişti, eski halini hiç yaşamadı. Zaten bir yıl sonra okula gelmedi, yatay geçiş başvurusu yapmış sonra da kaydını doğup büyüdüğü şehre aldırmış."
Ayşe hemşirenin yüzü iyiden iyiye sararmaya başladı.
"Sonra görüştünüz mü hiç?"
"Görüştük"
Serap sustu ve kızının söylediği şarkının son bölümünü dinledi sonra da
"Evlendiği gün görüştük abla"
Ayşe hemşire iki elinin avucunu ağzına dayadı. Gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı tane tane, ardı ardına.
Selma kaşlarını çatarak bakıyordu, göğsü ısınmıştı, elini boğazına götürdü, neredeyse biri gelip sıkacak nefes alamayacaktı. İki kadının ağlamasını izledi.
Güzel sesli kız,
Sen yoksun ya yanımda
Bu alemden bana ne...
Mısralarını, notaların o güzel melodisi ile söylüyordu.
"Evlendi ha..."
"Evet abla evlendi. Nikahına çağırdı, gittim." Susup dalgın dalgın ağaçlara doğru baktı.
"Kına akşamı beni yanına oturttu, hep ağladı. Kaderine ağladı abla. Gelen davetliler belki sevinçten olduğunu düşünmüşlerdi ama ben biliyordum abla, O Ali'sine ağladı." sesi titremeye başlayınca nefes alıp verdi.
"Ertesi gün nikah salonun da yanıma zayıfça bir adam geldi, doktor olduğunu ve Ali Hakan'ı tanıdığını söyledi. Sizi çok aramış, annenizin vefat ettiğini söylemişler hastaneden. Doktor bey ile ben yurdu telefonla aradığında da görüşmüştüm."
Bir an durdu yaşlı kadına baktı,
"Zeliha canına kıymak istediği zaman"
"Ne? Canına kıymak mı istemiş?" yaşlı yanaklarına ellerini vurup kesik hıçkırmaya başladı.
"Vah yavrum, vah Zeliha'm" diye seslendi. Selma uzanıp ellerini tuttu sonra uzunca süren bir sessizlik oldu.
"Yurda döndüğünde bileğinde ki dikiş izlerini sonradan görmüştüm. Doktor Bey o zaman aramıştı, Zeliha'yı yalnız bakmamamı rica etmişti. O günlerde eğer size ulaşmış olsaydı İzmir'e gelecekti."
"Ali'nin arkadaşı neredeydi kızım o zaman?"
"Kim Bülent mi?"
"Hayır kantini işleten arkadaşı..."
"O çoktan kantini bırakmıştı abla, Zeliha yurda geldiğin de Zafer abi gitmişti. Albay ile anlaşamadı dediler. Zeliha'nın her yanı yıkılmış dalları kopmuştu, sen, Ali, Bülent ve kantinci Zafer abi, hepiniz çekilivermiştiniz"
Ayşe hemşirenin yüzüne yine yaşlar süzüldü.
"Yavrum, güzel kızım" diye fısıldadı
Selma,
"Bu nasıl bir şey nine?" dedi kederle. Kadın genç kızın saçlarını okşayıp,
"İkisinin de bahtı buymuş Selma" dedi.
Selma, "Asıl sonrası çok üzücü Selma" diyen Serap'a üzüntüyle bakıp
"Sonrası mı, nasıl yani?" diye sordu.
Serap ağlamaya başlamıştı yüzü iyice kırmızıya dönmüş yaşlı gözlerle Selma ve Ayşe hemşireye bakıyordu. Aralarında ki sessizlik güzel sesli kızın sorusu ile bitti.
"Öldü mü yoksa anne?"
Gül, sahnede ki programını bitirdikten sonra yanlarına gelmiş başını annesinin omuzuna yaslayarak üçünü dinlemişti.
"Hayır kızım o değil ama eşi ve oğlu trafik kazasın da ölmüş. Üç yıl önce Ankara'ya bir toplantıya gittim, onu orada gördüm, Zeliha da öğretim görevlisi olmuş benim gibi. Bana hayatını tepetaklak yıkan kazayı anlattı. Kızı yaralı kurtulmuş ancak omur kırığı nedeniyle yürüyemiyor ve aldığı kötü darbeler ile kafatası kırıkları konuşmasını da engellemiş. Hepsini ağlayarak anlattı." dedi ve akıp giden gözyaşlarını sildi. Küçük kızına bakıp,
"Sonra..." diyerek yine sustu.
"Sonra" dedi Ayşe hemşire aceleyle
"Toplantı bittikten sonra ayrılacağımız gün Ali'yi sordu seni de sordu... onları hiç gördün mü? diye sordu abla"
Serap ellerini yüzüne kapatıp sarsılarak ağlamaya başlamıştı.
Ayşe hemşire,
"Vah kızım vah Zeliha'm canım kızım" dedi birkaç kez inleyerek.
Yine sessizlik indi aralarına, o zaman dinlediler ud'un yaptığı taksimin güzel ve hicranlı sesini.
Selma dudaklarının arasından çıkmamasına özen göstererek
"Ah amca ah, niye çekip gittin? Niye getirmedin Zeliha'yı, Niye konuşmadın amca, niye?" diye mırıldandı.
Yaşlı kadına uzanıp omuzlarını tuttu ve,
"Kendini çok üzdün, hadi toparlan biraz nine. Tansiyonun yükselecek amcam kızacak sonra bana" dedi.
Aralarında konuşmadan çaylarını yudumladılar, Selma bir süre genç kız Gül'le sohbet etti.
"Annesini biliyorsun değil mi abla?", "Size Zeliha anlatmış mıydı annesini?"
"Evet kızım biraz bahsetmişti. Eve gittiğimiz gece, Ali'yi istasyonda baygın bulduğumuz gece anlatmıştı"
"Ölmüş, annesi ölmüş abla", "Allah rahmet etsin"
Selma ve Gül Ayşe hemşireye aynı anda baktılar. Şaşkındı ikisi de... Kadın yaşlı yüzünü yaymaya; tebessüm etmeye çalıştı.
"Niye öyle bakıyorsunuz çocuklar? Ölen insanın arkasından böyle demek lazım"
Selma,
"Ben onun için bakmadım nine, sanıyorum Gül'de benim gibi düşündü, istasyon da Ali'yi baygın bulduğumuz gece dedin ya...Amcam neden bayıldı ki, hastalandı mı?" diye sordu.
Ayşe hemşire hüzünlü bakışlarını Serap'a çevirdi. Serap gülmekle ağlamak arası bir ses tonu ile,
"Benim yüzümden Selma yine benim yüzümden. Amcanın bana söylediği, yolladığı bir haberi Zeliha'ya iletmeyi unuttum. Onların arasında ki sevdanın ne kadar büyük ve dayanılmaz olduğunu o zaman anlayabildim. Onların sevgisi farklıydı. Onlar gözyaşlarını güllerin yapraklarına siliyordu sanki. Sevgileriyle bülbüllerin kanatlarına şarkılar diziyorlardı. Ben daha önce ne yazık ki anlayamamıştım"
"Hadi anne anlatsana"
Selma'da kızın sözlerini destek verip
"Çok merak ettim Serap abla" dedi.
Kadın kafasını salladı ve "Ah Ali ah" dedikten sonra,
"O akşam karanlık çökmüştü, bir ara Ali'nin sürekli bana baktığını fark ettim, birkaç kızla konuşuyorduk. O işaret edip çağıramıyordu, öyle hissetmiştim. Tedirgin bir halde beni izliyordu. Tezgâha doğru gidip yanına yaklaştım ve çay istedim. Sonra bana Zeliha'dan haberin var mı diye sordu. Onu hiç görmediğini ve hasta olup olmadığını sordu."
Serap kısa bir süre nefeslendikten sonra genç kızlara bakarak anlatmaya devam etti.
"Yok, yok hasta değil sadece biraz yorgun. Gece boyunca ders çalıştık. Sabah sınavımız erken, ilk derste olacaktı salona uğramadan gittik okula. Onu oda da bıraktığımda uyuyordu" dedi sonra da "Hayırdır Ali?" diye sordu.
"Ben sabah kantine gelmeyeceğim" Serap hemen "Neden?" dedi. Sesinden telaşlandığı belli oluyordu.
"Zafer abi ile İzmir'e gideceğiz, tam bilmiyorum ama sanırım malzeme alacağız. Zeliha'ya söyler misin?"
"Tabii söylerim"
"Unutmazsan sevinirim Serap. Zeliha merak edebilir."
"Yo unutmam Ali, seni kantinde bir daha göremezse bu sefer kafayı yer zaten. Birazdan odaya çıkacağım söylerim."
Ali Hakan gözlerini tezgâhın üstüne indirdi, "Sağ ol." dedi usulca.
Serap çayını alıp mutfağın önünden ayrılırken yanaklarına kan hücum edip kızaran genç adama bir daha baktı,
"Zeliha Gerçekten haklı, çocuk çok utangaç" diye mırıldanarak yürüdü.
Ali Hakan ve Zafer sabah Konak Kemeraltı Çarşısı'nda alışveriş yaptılar.
Gıda malzemeleri satan toptancıların bir kısmı Kestane Pazarı Camisi'nin girişinde ve arkasında ki sokaklardaydı.
Dar bir aralıkta ahşap tezgahlarda bayrak satan adamların çaylarını yudumlarken aralarından geçtiler. Sola Şekerciler sokağına dönüp kahvehane malzemeleri satan dükkanlara, baharatçılara ve temizlik ürünleri satanlara da uğrayıp epey malzeme aldılar.
Kasaplar, balıkçılar ve manavlar ile yüksek tavanlı dükkanlarda ki peynircilerin bulunduğu, yılın her mevsiminde her türlü meyve ve sebzenin bulunduğu, bir ressamın paleti gibi rengarenk tezgahların süslediği "Havra Sokağı" denilen arastadan geçtiler. Hemen yan sokakta Yahudilerin ibadethanesi dört beş Havranın bulunması nedeniyle tüm İzmir halkı bu sokağa o ismi vermiş ve belki de yüz yıldır böyle biliniyordu.
Hatay ve Eşrefpaşa semtlerine giden geniş caddeden koşarak geçip karşıda kapalı Saray sinemasının arasında ki tarihi antik Agora alanına bakan sokağa girdiler.
İleride park ettikleri arabanın yanına gelince Ali Hakan,
"Dönüyor muyuz abi" diye sordu.
"İşlerimiz henüz bitmedi Ali 'cim" dedikten sonra Zafer aracı çalıştırıp hareket ettirdi.
Alsancak tarafından fuara yakın bir yere geldiklerinde,
"Golf oynayacak zaman yok abi" dedi kendi kendine. Aklında Zeliha vardı.
"Serap İnşallah söylemiştir, belki de bekliyordur." diye düşündü.
Çok büyük geniş ve güzel kokulu Manolya ile Akasya ağaçlarının bulunduğu, antik bir şehirden gelip dirsekleri üzerine yere uzanmış iki güzel kızın -tanrıçanın- heykelleri sağ ve sol tarafına konulmuş geniş ve uzun süs havuzu, -ilerleyen yıllarda bu havuzda ses ve ışık armonisi ile hareketli su dalgalanmaları gösterisi yapılacaktı- ile İzmir TRT stüdyolarının bulunduğu binanın karşısında ki yüksek tavanlı büyük bir alana sahip olan pavyonun çift kanatlı, önünde insanların kalabalıklar oluşturduğu kapısına doğru ilerlediler.
"Tekstil fuarı Ali..." dedi Zafer, tebessüm ederek.
Havuzdan öteye karşıya doğru baktı. Bu güzel havuzun önünde uzun yeşillik geniş alanın orta kısmından bakınca fuarın Lozan kapısı ve Lozan Meydanı görünüyordu. Meydanın hemen tam sağ köşesinde Alsancak semtine ilerleyen iki caddenin ortasında Lozan pastanesi vardı. İnsana İzmir'de bulunduğunu hissettiren limonlu dondurması, pastası ile çilek şantiyi sevdiren; ismi fuar ile daima yan yana söylenen, Zeliha ile pasta ve çilek şanti yedikleri pastane...
Üçüncü cadde ikinci Kordon ve Dokuz Eylül Üniversitesi'nin dekanlık binasına çıkarken, sol tarafta çok güzel ve muhteşem binasıyla Atatürk Erkek Lisesi onu az geçince Montrö Meydanı ve oradan görünen dümdüz caddenin sonunda ise İzmir Körfezi'nin koyu yeşile dönen suları dalgalanıp duruyordu.
Montrö meydanını geçip o caddeye yürüyünce sağ köşede Atatürk Erkek Lisesinin bahçe duvarı uzanıyordu. Protestan kilisesine kadar...
Kilisenin önünden ilerleyip sol tarafta kalan çocuk hastanesinin bahçe duvarı ile dip dibe bulunan ve Cumhuriyet Meydanı'na bakan Büyük Efes otelini eğer dikkatle bakarsanız sağda sokağın için de kan merkezini görebilir ve nihayet büyük geniş ve yuvarlak alana ulaşabilirdiniz. Ve sonra da Mustafa Kemal Atatürk'ün şaha kalkmış atının üstünde askerlerine Bel Kahve sırtlarında iken verdiği söylenen "Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir" emrini betimleyen meşhur heykelin bulunduğu Cumhuriyet Meydanına ve körfezin tam önüne gelmiş olurdunuz.
Askere gitmeden önceki günler gelip geçiverdi önünden koşarak... Gönlünü sızlatan günler, okula gittiği günler...
''Ali Hakan... Ali, hadi geliyormusun.?''
Zafer sesleniyordu kalabalığın beklediği kapının önünde, ona bakarak.
Firmaların beş altı metrekarelik stantlar da ürünlerinin tanıtımını ve satışını yaptıkları derli toplu kocaman bir panayır alanı gibiydi içerisi... Kalabalıktı ve alana girenleri yüksek bir uğultu karşılıyordu. Hararetli konuşmalar, bağrışmalar oldukça tonlu bir sesle çalınan müzik, stantların önün de bekleşenler, hızla yürüyüp gidenler, firmaların çalışanları ile alışveriş yapmak isteyen insanların arasında geçen konuşmalar, bir hengâme kopup bir curcuna sürüyor bir heyula çığlıklar atıyordu koca salonda.
Bir süre gezdiler, Zafer alışveriş yaptı. Eşi ve küçük kızına giysiler aldı, kendine de aldıktan sonra Ali'nin beğendiği bir kazağın ücretini ödeyip ona hediye etti. Mor rengin üstünde koyu kırmızı, kalın ama dikine şerit deseni olan kazağı alınca Ali Zafer'e teşekkür etti.
Ali Hakan ona yakışacağına emin olarak V yaka simli beyaz bir süveteri de Zeliha'ya aldı. Renkli ve güzel bir hediye paketi yapan satıcı kıza gülümsedi.
Sonra da "Zeliha'ya çok yakışacak." dedi, kendi kendine.
Zafer'le birlikte yemek yediler. Adam çaylarını yudumlarken ona Zeliha'yı sordu. Ali Hakan olan biteni ve yaşadıklarını anlattı. Bazen yaptığı bir şeyi söyleyince Zafer, "Aferin iyi yapmışsın" demiş ve dinlemişti.
Zafer'e mahcubiyetini ve isterse verdiği sözü tutamadığı için işi bırakabileceğini de söyledi Ali Hakan.
"Size ve işinize benim yüzümden zarar gelmesini istemiyorum abi"
Zafer gülümseyerek dikti bakışlarını Ali'nin yüzüne.
"Zeliha seni seviyor, senin de ona sevdalandığını biliyordum zaten. Sana bakarken kaç kere görmüştüm, fark ettiğimi anlayınca kaçırmıştı hep bakışlarını. Lakin o gün yaptığına hayret ettim Ali. O çok yürekli bir kız... Sana gerçekten sevdalı."
Ali Hakan'ın sormasına fırsat vermeden,
"Kaza geçirdiğini öğrendiği o sabah çok ağladı. - Ne oldu ona?- diye de bağırdı bize. O gün çok endişelenmiştim. Sana sevdalı olduğunu o zaman anladım."
"Sana mı bağırdı abi?"
"Hepimize, mutfakta olan herkese. Hem de iki defa... Salon da bulunan herkes şaşırdı. Kızlar bir hafta o sabah Zeliha'nın yaptığını konuştu. Sonra da ertesi gün..."
Zafer ve hüzünle baktı genç adamı.
"Ertesi gün beni çok duygulandırdı, - Ben onu görmeden yapamam abi, ne olur hastaneye beni de götür- diyerek ağladı. Kocaman ve içinde de senin olduğun bir yüreği var o kızın. Sen bana kalkmış işi bırakabilirim diyorsun. Hadi sana kıydım diyelim, ona nasıl kıyarım Ali? İşi bıraktığını düşün bakalım, o kızın hali ne olur?"
Adam elini Ali Hakan'ın bileğinin üzerine koydu ve,
"Ben senin işi bırakmanı değil, dedikodu olup yayılmamasını ve bunun için de biraz dikkatli olmanızı istiyorum. Sen çalışırken hem o hem sen göze batacak şekilde hareket etmeyin. Zeliha'ya istersen söyle, ben ikinizin de yüzünün gülmesini istiyorum."
Sonra saatine bakıp,
"Hadi kalkalım artık vakit epey ilerlemiş. Akşam servisine bizimkilere yetişelim. Hem Zeliha seni bekliyordur, bize yine bağırmasın." diyerek güldü.
Bir saat sonra malzemeleri mutfak tarafında ki kapıya bırakıp, bahçeden binanın giriş kapısına yürüdüler. Neredeyse akşam oluyordu. Serap'ı gördü, oradaydı. Birkaç kız gülüşerek sohbet ediyorlardı, Ali Hakan durdu ve kıza baktı. Serap onu görünce, gülümseyen yüzü aniden ciddileşip asılı verdi. Sonra elini alnına vurarak genç adama doğru koştu.
"Eyvah, Ali söylemeyi unuttum. Şimdi seni görünce aklıma geldi." dedi.
Ali Hakan endişe ile bakmaya başlamıştı Serap'a ve beti benzi de atmıştı.
Sadece başını salladı.
Serap, heyecanla, "Hemen yukarıya çıkıyorum son gördüğüm de odadaydı" diyerek yurda girdi.
"Ne oldu Ali?"
"Söylemeyi unutmuş ağabey, inşallah Zeliha iyidir."
Zafer koluna girdi ve salona doğru ilerlediler.
"Kadınlar çok hassas ve kırılgandır. Yaratılışları gereği ince düşüncelidir hepsi, hele bir de sana aşıksa!... Neyse üzülme hadi gönlünü alırsın, bak ona hediye de aldın. Birazdan kantine gelir."
"Kim bilir kafasın da neler kurmuştur"
Mutfağa girince, Zafer
"Bizi soran oldu mu?" diye sordu.
"Sormadı" yanıtı gelince Ali'ye bakıp,
"İyi bari" diyerek gülümsedi.
Biraz sonra Bülent usulca Ali'nin yanına yaklaştı.
"Zeliha dört defa geldi ve bakıp gitti" dedi.
"Ne zaman geldi?"
"İki saatten fazla oldu, gözlerini bana dikip sinirli sinirli bakarak hiçbir şey söylemeden gitti. Senin dışarıda olduğunu bilmiyor muydu?"
"Arkadaşı Serap'a dün söylemiştim ama o da haber vermeyi unutmuş"
"Yapma ya... tüh. Bilseydim ben söylerdim biraderim."
İşte aklına gelen başına gelmişti. İçinde gün boyu süren sıkıntının feryatları boşuna değilmiş. Epey tedirgin bir halde bekledi.
Serap geldiğin de ise içinde ki sıkıntı iyice artmıştı. Zeliha oda da yoktu, bahçede de yoktu. Serap kızlara sormuş çoğu görmediklerini söylemişti.
Zeliha neredeydi?
Bir an tüm kampüsü dolaşıp aramayı düşündü, Acaba bir yerlerde oturmuş ağlıyor muydu? İzmir'de gidebileceği hiçbir yer yoktu ki,
"Neredesin Zeliş?" diye mırıldandı.
Zafer eliyle omuzuna dokununca, irkilip döndü. Adam,
"Endişelenme Ali, birazdan gelir" sonra, "İstiyorsan erken çıkabilirsin" dedi.
"Yok hayır abi önce işleri toparlayalım ben de biraz düşüneyim"
Birkaç saat sonra hem mutfakta hem salonda ki işleri bitirmişlerdi. Bülent ve diğer adamlar da gitmek için hazırdılar. Dördü de Ali Hakan'ın dalgın bir halde temizlik yapmaya devam etmesini izlediler. Orada değildi sanki.
Zafer, "Hadi biz gidelim." Dedikten sonra çıktılar.
Araca bindiklerinde Zafer,
"Bülent sen eve uğra da babasına bir şeyler söyle, meraklanmasınlar." dedi ve arabayı çalıştırdı. Kendi kendine, "Zeliha gelmeden o hiçbir yere gitmez." diye mırıldandı.
Ali Hakan bir müddet temizlik yaptıktan sonra elini yüzünü yıkayıp kalın montunu giydi.
Zeliha'ya aldığı süveterin sarılı olduğu paketi alıp ışıkları söndürdü.
"Ali..."
Serap tezgâhın ön tarafındaydı,
"Gittiniz zannettim Ali." dedi.
"Onlar gittiler, Zafer abiler gitti"
"Sen?" diye soran kıza sessizce bakıp, tezgâhın kenarında ki boşluktan salona çıktı. Serap,
"İzin almış, izin kâğıdı yazmışlar." dedi.
"İzin kâğıdı mı? Nereye gitmiş Serap? "
"Nöbetçi söylemiyor ki, yalvardım yakardım özel bilgi diyor. Sadece, izinli dedi."
Ali Hakan kıza hüzünle bakarak başını önüne eğdi. Serap,
"Hadi sen de eve git. Bak izin kâğıdı yazdırmış." dedi.
"Zeliha'yı bekleyeceğim Serap, gelene kadar bekleyeceğim."
"Nerede bekleyeceksin ki? Gece on birden sonra burada kalamazsın Ali."
"İstasyon da..." dedikten sonra yurdun girişine doğru yürüdü.
Bahçeden çıktı. Serap karanlıkta kaybolana kadar Ali Hakan'ın arkasından baktı. Uzun pencerelerin önünde hızlı hızlı nefes alıp veriyordu.
"Benim suçum." diye fısıldadı birkaç kere.
İstasyonun önünde durup kampüs kapısına doğru yüzünü çevirdi. Bir süre bakıp bekledi ve ahşap banka oturdu. Yurt girişine doğru hızlı adımlarla birkaç kız geçip gitti. Elinde ki beyaz süveterin olduğu paketi kucağına koydu, kafasın da dönüp dolaşan ses kulağına eğilmiş konuşuyordu...
Zeliha izin kâğıdı yazdırmış,
İyi de burada tanıdığı yok ki, kimseleri tanımıyor, ne akrabası nede bildik tanıdık biri var, kimsesi yok. Daha önce söylemişti ona.
Eve mi gitti yoksa?
Hayır gitmez dedi kendi kendine, gitmez...
Kapıya gidip nöbetçi askere sorsa söyler miydi acaba? Hayır söylemez dedi.
Oda arkadaşına söylemeyen ona hiç söylemezdi.
Ama Ayşe abla burada olsaydı o öğrenirdi hemen. Bir iki defa izin almıştı kadın Zeliha'ya, orada ismi kayıtlıydı.
Durdu, kafasında ki sese cevap veriyor gibi "Ne..." diye seslendi yavaşça.
Oturduğu yerden kalkıp, bir ileri bir geri, birkaç adım yürüdü.
"Ayşe ablaya gitti... niye düşünemedim bunu ben?"
Ama o Ayşe ablanın evini bilmiyordu,
"Hay Allah." dedi içinden hayıflanarak.
Biraz hafiflemiş gibi oldu içinde ki sıkıntı.
"Yarın gelir." diye mırıldandı.
Banka oturdu sakinlemişti, içinde ki ses yardım etmişti epey...
"Evet evet Ayşe ablaya gitti."
Yüzünü yıldızlara doğru çevirdi ve öylece durdu bir süre. Yıldızların önünden bir yağ damlacığı gözünün önüne akıverdi sanki. Kapıda ki sarı ışık... Tabağın içinde ki sarı ışıktı. Rüyaların da gördüğü ışık.
"Bekleyeceğim Zeliha, gelmen günler sürse de bekleyeceğim seni." diye fısıldadı.
Gün doğduktan sonra Zafer ve Bülent'i görünce ikisine el salladı,
Zafer, "Bir haber var mı?" diye seslendi.
"İzin almış abi ama nereye gittiğini bilmiyorum."
Sonra, derslerine ya da kampüs dışına giden kızlar Ali Hakan'a bakarak geçiyor ve kıkırdaşıyorlardı. Vakit öğlene yaklaştığın da dört tren gelip gitti. Yemek için gelen kızlar Ali'yi aynı yerde otururken görünce bu defa aralarında fısıldaşarak gelip geçtiler.
Serap'ı gördü karşıda, rayların diğer tarafında.
"Hiçbir bilgi alamadım. Bir şey söylemiyorlar." diyerek gitti.
Ali Hakan o gün ve o gece de bekledi sabaha kadar.
Zafer, Bülent ve diğerleri yine gelip geçti. Öğrenciler de hem sabah hem akşam ona yine fısıldayarak baktılar. Bülent birkaç defa dış kapıya gelerek ona uzaktan baktı.
Serap o akşam yanına geldi. Elinde ki küçük paketi uzatıp,
"İki gündür ağzına bir şey koymadın bunu ye lütfen sandviç yaptırdım, hasta olacaksın." dedi.
"Canım hiçbir şey istemiyor Serap."
"Daha ne kadar bekleyeceksin? Git dinlen biraz ailen merak etmiştir."
Ali Hakan gözlerini kapattı, iki damla yaş süzüldü yanaklarına ve,
"O gelene kadar bekleyeceğim." dedi.
Serap elini genç adamın omuzuna koydu. Birkaç saniye Ali'ye baktı. Sonra raylara, oradan da yurdun girişine doğru gitti.
Kızın kapıdan ağlayarak geçtiğini görmedi Ali Hakan.
"Anne!.."
Serap yanaklarını silip kızına baktı.
"Bu nasıl sevgi anne?"
Kadın,
"Gerçek sevgi yavrum, asıl sevgiydi onların sevgisi. Hakikisi idi."
Sonra Ayşe hemşireye çevirdi bakışlarını. Menekşe gözlü kadın kederle tebessüm etti.
"Aşk küçük kızım. Aşktı onların ki... Kalp sevdiğine karşı istek duyduğu kadar endişe ve korkuya da kapılırsa işte o kalp, sevgi ve aşkla doludur. Aşk bedeni sarmaya başladı mı artık seni sana bırakmaz. Zeliha onu merak ettiği, özlediği ve bütün gün göremediği için kızıp gidiyor, Ali ise ona bir şey olmasından endişeleniyor, nereye gitti diye merakla onu gece gündüz bekliyor." dedi.
"İyi ama Ali amca kendine ızdırap çektirmiş."
Serap elini kızın sırtına yaslayıp usulca vurdu.
"Kızım seven bir gönül için aşk ne ızdıraptır ne acı ne de elemdir. Ben böyle olduğunu ikisinden öğrendim. İnsan aç susuz üç gün niye bekler yavrum?"
Selma. "Ah amca!.. Ah benim güzel amcam üç gün ha..." diye mırıldandı.
Üçüncü gün olmuş, sabah ve gündüz, öğrenci kızlar Ali Hakan'ı hala oturduğu yerde görünce. "Yazık bu çocuğa ya..." Diye söylenerek gitmişlerdi.
Akşam üzeri Serap rayların ardında ona bakıyordu. Ali kızarmış gözleriyle izledi kızı. Başını iki yana sallayıp yurda giden kızın arkasından baktı.
Gece iyice ayaza dönmüş üşütüyordu. Ali hem yorgun hem de üşümüştü. Son tren henüz ortalarda yoktu. Hastaneden taburcu olup kantine erken vakitte geldiği o sabah... Birlikte kahve içtikleri sabah, Zeliha ona bilemeyeceği bir şey söylemişti. Aklına hiç gelmeyecek bir şey. İkisinin ismini yan yana yazarken bulmuş. "Keşfettim..." demişti gülerek. Onun isminin içinde adının olduğunu...
Zeliha yazınca karışık da olsa tersten "Ali ve H" harfi vardı. Kıza göre bu bir anlam ifade ediyordu.
"Senin adın benim ismimin içinde saklı."
Sonra da.
"Yani sen bende saklısın Ali, benim gizemim ve saklı sevdamsın." diyerek sarılmıştı boynuna.
Kampüs kapısına doğru baktı,
"Hani ben sende saklıydım Zeliş? Neredesin? Üç gün oldu, nerdesin?" diye mırıldandı.
Omzuna bir el dokundu kabaca. Döndü yavaşça. Kısa, saçlı ve bıyıklı esmer tenli adam elinde tuttuğu çayı uzatıyordu. Tanıyordu adamı gişede ki memurdu. Kısık bir şekilde bakan gözleri üzerinde gezindi.
"Senin evin barkın yok mu delikanlı, öğrenci misin, hangi blokta kalıyorsun ?" diye sordu.
Ali Hakan titreyen elleriyle bardağa uzandı. Elleri de bardak da sallanıyordu. Rüzgâr vuran ince bir dal gibi. Altları morarmış, gözlerini ovuşturdu ve.
"Var abi evim var, yurtta kalmıyorum, öğrenci değilim." dedi.
"Hava epey soğudu. Artık evine git evlat."
"Birini bekliyorum abi, o gelene kadar gidemem, beklemek zorundayım."
Son trenin uzaklardan gelen sesi adamın sesinin üstüne düşmeye başlamıştı.
"İçeriye gel de ısın biraz, tren gelene kadar çayını sobanın yanında iç."
Dedikten sonra gişe memuru binaya girdi. Ali de kalkıp adamın arkasından içeriye gitti. Yanan sobanın önündeki banka oturdu.
"Tren epey uzakta biraz ısınırsam iyi olacak." diye düşündü.
Çaydan birkaç yudum aldı. Sıcağın harareti tüm bedenini ele geçirip gevşetmişti. Uyku göz kapaklarına doğru hücum ediyor o ise gözlerinin içinde ki tatlı sızıya karşı koyamıyordu. Bilinçsizce yavaş bir şekilde sağ yanına dizlerini karnına çekerek uzandı.
"Nasıl olsa lokomotifin gürültüsü ile uyanırım." dedi.
Yarısını içebildiği çayın bardağını yere bıraktı.
Gişeden gelen müziğe kulağını verdi, billur gibi ses güzel bir söylüyordu notaları.
Başka söz söylemem aşktan yana ben.
Yaralı bir kuşum battım kana ben.
Ömrümce baş koydum güzelliğine.
Azatsız köleyim bil ki sana ben.
Az sonra daha önce de gördüğü karanlık, her yeri çepeçevre kuşatmaya başlamıştı. Bu karanlıktan korkmaya başladığını, kaçmak istediğini ama kaçamadığını düşünmüştü hep. Çok siyahtı. İstasyon da bu kez ışık yoktu. Rayları göremiyordu. Çiseleyen incecik damlaların altında saçları ıslanıyordu, omuzları da...
Bazen yüzüne vuruyordu yağmur tanecikleri. Gözlerini ayaklarına indirdi, onları da göremedi. Simsiyah bir boşluk sanki yutmuştu ayaklarını ve o boşluk beline doğru yükseliyordu. Kara bir ateşin çıkardığı kara bir duman gibiydi. Endişe ile o siyahlığı takip etti, göğsüne yükseldi, sonra da boğazına ulaştı çabucak.
Yanaklarını ve gözlerinin altını geçerek saçlarına doğru geldiğin de damlalar yüzüne çoğalarak dökülmeye başlamıştı. Yağmur hızlandı diyerek irkildi ve elini yüzüne götürdü. Ardından genzini kavuran bir limon kokusu duydu. Yanaklarındaki ince ve yumuşak zarif parmakları hissedip gözlerini aniden açtı.
Ağlayan bir çift gözden inen yaşlar yağıyordu yüzüne. İri, siyah gözlerden sicim gibi inen yaşlar...
"Amcamı orada nasıl buldunuz Serap abla?"
"Olanları anlatınca Zeliha hemen koşup istasyona gitti"
"Zeliha yurda gelmiş miydi?"
Serap, Selma'nın sorusuna Ayşe hemşireye bakarak cevap vermedi.
Yaşlı kadın," Yurda beraber gelmiştik kızım" dedikten sonra da,
"Salona girdiğimiz de Serap çok öfkeliydi. Burnundan soluyor derler ya, işte öyle." diyerek Selma'ya bakıp anlatmaya devam etti.
Serap hiddetle bakıyordu Zeliha'ya. Aylardır ilk kez bu kadar kızgındı ona, Zeliha ise umursamaz bir ifadeyle oturuyordu. Serap en çok ta kızın bu haline sinirliydi.
"Kaç gündür neredesin Zeliha?" diye sordu sert bir şekilde,
Zeliha kıza bakarak omuzlarını silkeledi ve yanında oturan Ayşe hemşireye çevirdi yüzünü,
"Dışarıdaydım" dedi.
"Allah aşkına seni düşünenleri bu kadar üzmenin anlamı ne Zeliha? Hiç kimseye söylemeden gitmen uygun bir davranış mı? İnsanları üzüp durma Zeliha, üzüp durma."
"Kimi üzmüşüm Serap?"
Tam arkalarında oturan kızlardan biri, yüzünü onlara dönmeden
"Ali'yi..." diye seslendi. O an üçü de sessizce durdu, seslenen kız oturduğu sandalyeden kalktı ve hızlı hızlı merdivenlere doğru gitti.
Serap ikisinin arasında oturan ve onları dinleyen, kızın sert ses tonuna anlam veremeyen Ayşe hemşireye bakıp,
"Abla üç gündür ortalarda yok, hiç kimseye haber vermeden çekip gitmiş."
Ayşe hemşire elini uzatıp Serap'ın kolunun üstüne koydu ve,
"Meraklanacak bir şey yok kızım. Ben müdür bey arayarak izin aldım. Az önce de kapıda kağıtları imzaladım. Dışarıdayım dediğine bakma, bende kaldı. Üç gündür ders çalışıyor." Dedi.
Serap bu kez sesini yükselterek,
"Onun izin aldığını öğrendim abla ama kapıda duran adamlar nereye gittiğini söylemedi. Hadi biz merak ettik peki o çocuğun suçu ne?"
"Hangi çocuğun?.."
"Bilmiyorsun abla ne senin ne onun haberiniz yok. Ali Hakan'ın ne günahı var?"
Ayşe hemşirenin bembeyaz yüzü önce kızardı sonra da neredeyse simsiyah oldu. Zeliha'ya sertçe baktı.
Serap üç gün önce olanları anlattı, Ali'nin Zeliha'ya yolladığı haberi söylemeyi unuttuğunu ve genç adamın üç gündür aç- susuz, uykusuz bir halde Zeliha'yı istasyonda beklediğini söyledi.
"Vah yavrum..." dedi Ayşe hemşire. Sonra
"Trenden indiğimizde kimse yoktu orada" diyerek Serap'a baktı.
Kız, "Hava çok soğuk belki içeriye girmiştir. Dün evine git artık deyince Zeliha gelmeden gidemem demişti."
Sandalyenin hızla geri çekilip çıkardığı gıcırtılı sesi duydu ikisi de.
Zeliha'nın koşarak bahçeye çıkışını afallayarak izlediler.
Salonda bulunan kızlar da onlara bakıyordu. Ayşe hemşire ve Serap kızın peşinden bahçeye oradan da dış kapıya ilerlediler.
Zeliha kapıdan geçip tekrar koşmaya başlamıştı, uzun bacaklarıyla uzun adımlar atıyordu. İstasyona hızla gitti...
Onları getiren son trendi ve karanlığın içinde bekliyordu, sabah ki ilk tren de o olacaktı...
Zeliha Ayşe hemşire ile trenden indiklerinde kalbi çılgınca çarpmaya başlamıştı. Pencereden dışarı bakmış binanın içinde sobanın karşısında ki bankta birini görmüştü. Yatıyordu ve yüzü diğer tarafa bakıyordu. Yurda girip kantine oturana kadar da kalbi çarpmaya devam etmişti. Ali aklındaydı, hep aklındaydı ama evine gittiğini sanıyordu. Onu üç gün bekleyeceğini aklına asla getiremezdi.
Vagonların birleşme yerlerinde ki ara kapılardan atlayarak diğer tarafa geçti, binaya doğru koştu bankta yatıyordu hâlâ,
" İşte orada, yatıyor."
Salona girince iyice emin oldu, ceketinden tanıdı, toprak rengi kalın safari ceket vardı Ali'nin üzerinde. Evet Ali Hakan'dı o...
"Yüreğim gördü ama gözlerim göremedi"
Yanına yaklaştı yüzü bembeyazdı, gözlerinin altında uykusuzluktan koyu halkalar oluşmuştu. Saçları da birbirine karışmış, dağınık...
Bir eli aşağıda yerde, diğeri ise göğsünün üstünde olan paketi sıkı sıkı tutuyordu. Zeliha yerde ki çay bardağını alıp diğer bankın üstüne koydu ve Ali'ye seslenmeye başladı,
"Ali, Ali benim. Uyan hadi Ali."
Ama adam gözlerini açmıyordu, ya da açamıyordu. Zeliha'nın gözyaşları, haykırırken ağzından savrulan tükürüklerle etrafa dağılıyordu.
Ali'nin önüne dizlerinin üstüne oturdu ve adamın yerde duran elini ellerinin arasına alıp öpüp koklamaya başladı.
Ayşe hemşire ikisinin yanına gelince kaşlarını çatarak baktı.
"Oğlum siz birbirinizi böyle mi seviyorsunuz? Aşkı kendinize acı olarak yaşatıyorsunuz." Diyerek söylendi. Zeliha ya baktı onu yerden kaldırıp Ali'nin nabzını kontrol ettikten sonra elini genç adamın yanağına yaslayarak kısa bir süre bekledi ve
"Baygın..." dedi.
Zeliha Ali'nin saçlarını sıvazlıyor ve ağlıyordu.
"Abla uyanmıyor bir şey yap ne olur gözlerini açmıyor abla."
Kadın kızın ellerini tuttu,
" Zeliha sakin ol, bir şey yok."
Dedikten sonra çantasından küçük bir kolonya şişesi çıkardı. Genç adamın yüzüne ve burnuna sürmeye başladı.
Serap Zeliha'nın arkasında ki banka oturmuş nemli gözlerle izliyor, içinden de "Suç bende" deyip duruyordu. Ali Hakan üç günde ne hale gelmişti. Unutmamalıydı, Zeliha içinde, Ali içinde üzüldü. İkisini de elinde olmadan çok üzmüştü, aralarında ki sevginin bu derece yüksek olduğunu aklının ucundan bile geçiremezdi.
Küçük bir kız çocuğu iken seyrettiği filmlerde ki sevgiler gibi bir sevda gerçekten olabilir miydi?
Demek ki oluyor ve yaşanıyormuş. Hem de gözlerinin önünde. Her şey gerçekti... Kendisi kadar nefes alıp vermesi kadar gerçekti.
"Allah'ım ne olur artık üzülmesinler, ikisi de üzülmesin artık ne olur..." diye mırıldandı.
Arkadaşına baktı hicranla, kızın hıçkırıkları boş salonda yankı yapıp geri geliyor sonra boğularak kapıdan çıkıp gidiyordu. "Ah Zeliha..." dedi usulca.
Bilet gişesini kapatan adam yavaş adımlarla yanlarına geldi. Sobanın yanında ki çay bardağını aldı. Zeliha'ya "O seni mi bekliyordu?" diye sordu.
Kız bakışlarını adama çevirip başını salladı.
"Niye beklettin zavallıyı bu kadar be kızım?" dedikten sonra da Ayşe hemşireye bakarak yavaş adımlarla istasyondan çıktı.
Kapı da dönüp yine hepsine baktı ve karanlıkta kayboldu.
Ayşe hemşire önce Zeliha'ya sonra Ali'ye ve sonra da ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başlayan Serap'a bakıyor, içinin sızladığını hissediyordu.
" Ah be çocuklar..." diye inledi.
Kolonyayı bir kez daha Ali'nin burnuna sürdü.
"Nine amcamı hastaneye götürseydin ya"
"Götürmedim kızım, baygındı yalnızca. Zaten biraz sonra kendine geldi."
Gül, annesine bakıp "Ali amca kızdı mı peki Zeliha ya?"
Serap kızına hafifçe tebessüm edip yanaklarını sildi.
"Hayır kızım. Zeliha dakikalarca özür diledi ondan. Affet dedi ve ağladı. Zeliha yaptığı yanlışın altında kalmıştı zaten" diyerek sustu, ellerine baktı bir müddet.
Sonra,
"Galiba Ali Zeliha'ya sadece -ne olur Zeliş beni bilmediğim yerlere atma, ne olursun atma- diye sitem etmişti."
Selma Ayşe hemşire ve Serap'a "Sonra..." diyerek baktı. Yaşlı kadın,
"Sonra Zeliha ve Ali' eve götürdüm. Ali'nin sıcak çorba ile uykuya ihtiyacı vardı. Ali uyudu, Zeliha o gece bana annesini anlattı. Korkularını ve Ali'si için duyduğu endişeyi anlattı. Ben de ertesi sabah Zeliha erkenden okula gidince amcana söyledim. Annesinden bahsettim."
Selman'ın elini tuttu ve hüzünle,
"Sevdiği kız için ilk kez ağladığı sabah..."dedi.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top