İsmin, benim adımda gizli Ali...

İki ders kitabını alıp masanın üstüne koydu. Ön yüzünde büyük harflerle –NOT DEFTERİ- yazan, açık mavi karton kapaklı ders notlarını yazdığı defteri ve mavi tükenmez kalemi de alıp, kitapların yanına bıraktı. Duvarda asılı olan büyük aynada yüzüne bakıp uzun dalgalı saçlarını iki eliyle düzeltti. Göğüslerinin üstünde ki iki düğmeyi ilikleyerek yün hırkasını giydi. Yakasından omuz altına kadar beyaz, oradan diz kapaklarına kadar koyu gri renkli hırkasını...

Beyaz gömleğinin yakası ile düğmelerini tekrar gözden geçirdi.

Elini önce kaleme uzattı sonra defteri aldı, baktı ve kapağını açtı. Kapağın tam ortasına daha önce yazdığı satırı okudu, sesli okudu.

" Ali Hakan... Sen, Ali Hakan'mışsın..."

Tebessüm ederek yazıyı bir daha okudu ve,

" İsmin benim adımda gizli Ali, sen bende saklısın." diye mırıldanıp kitaplarını alarak odadan çıktı.

Adını öğrendiği o gün,

" Müsaadenizle," diyerek istasyona doğru yürümüştü adam. Askerin sert ikazından sonra da kızlar dağılmış, yanında sadece oda arkadaşı Serap kalmıştı. 

" Baksana kızım ne kadar acelesi var, bekleyeni varmış gibi gidiyor." diyerek kıkırdayan arkadaşına dudaklarını büzüp,

" Öldürecek bu çocuk beni." demişti. 

Gözleri, bakışları, istasyonda gelecek olan treni bekleyen Ali Hakan'daydı.

" Yüz vermiyor sana görmüyor musun? Hadi daha fazla inat etme, kabul et artık."

" Hayır..." dedi ve Serap'ın alaycı bakışını görmezden geldi.

" Yurda geliyor musun?." diye soran kıza,

" Şimdi gelmeyeceğim, sen istersen gidebilirsin." diyerek banka oturdu.

Serap'ın, geniş korkuluklu kapıdan bahçeye geçip yurda gidişini izledikten sonra elinde ki not defterini açıp, kapağının tam ortasına yazmıştı o satırı, büyük harflerle yazmıştı... Tekrar istasyona doğru bakmış,

" Gidip ben de binsem mi acaba trene?." diye geçirmişti içinden.

Kendi kendine,

" Utangaç." dedi.

Yanakları kızarmıştı Ali'nin. Çok hoşuna gitmişti genç adamın o hali. Hakkında bir çok şey biliyordu, sevdiği ya da sevmediği her şeyi öğrenmişti.

"Keşke..." demiş, " Keşke arkasındangidip gözlerine bir kez daha baksaydım." diye düşündüğünde, tren çoktan hareket etmişti.  

Üç gün önce fakülteden çıkıp yurda gelmiş, odasına çıkmadan kantine girmişti. Bir iki masada oturan kızlar ve mutfakta ki yaşlı adamdan başka kimseler olmadığını görünce meraklanıp mutfağa giderek çay istemişti. Elleri titreyerek bardağı uzatan yaşlı adama,

" Yalnız kalmışsın amca." dedi. Adam gözlerini kısarak bakıp,

" Zafer'le damat malzeme almaya gitti, gençler de arkada yazı hazırlıyorlar."  deyince çayını alıp,

" Yazı mı?." diye mırıldanarak yürümüştü.

Altı kişilik on tane masa salonda dağınık bir halde duruyor, çevresinde ki sandalyeler bazen fazlalaşıyordu. Büyük uzun masa ise televizyon kabininin altındaydı. Ne kadar çok sandalye var etrafında diye düşündü. Bu kadar insan geceleri burada nasıl oturabiliyor ki... Kızlar siyah-beyaz televizyonu geç saatlere kadar seyrediyordu. Tek eğlenceleri vardı, o da bu kocaman televizyon. Hemen üstte Türk bayrağı, bayrağın sağ tarafında Mustafa Kemal Atatürk'ün kalpaklı resmi ve sol tarafta yönetime el koyanların başında olan paşanın gülümseyen resmi asılıydı.

Uzun masanın çevresinde ki dağınık sandalyeleri düzeltmeye çalıştı ve oturdu. İlerde iki arkadaşın bulunduğu tarafa baktı. Önünde ki renkli kartonlara bir şeyler yazıyordu o... Serap'ın gelip yanına oturduğunu sonradan farketmişti. Ayağa kalkıp, tül perdelerin örttüğü uzun camlardan bahçeye baktıktan sonra Serap'ın şaşkın bakışlarına aldırış etmeden iki delikanlının oturduğu yöne doğru yürüdü. Ali Hakan'ın ne yazdığına bakarak,

" Oldukça güzel, yazılar çok şirin olmuş." deyince bir kez daha yüzüne bakan yeşil gözlere doğru yuvarlandığını zannetmişti. 

Adını bile bilmiyordu, kaç gündür onu gördüğünde kalbi hızlanıp göğüs kafesine vurup duruyordu. Bir kitapta mı okumuştu ne!.. Kalp kandilinin ışığını yakmak için ateşe ihtiyaç olmazmış, kandili aydınlatan bazen bir bakış ya da bir tebessüm yeterli olabilirmiş. 

Yazıları beğendiğini söyleyince tebessüm etmişti genç adam... Yanında arkadaşı olmasaydı ismini o gün soracaktı ama, soramadı. Masaya eğilerek önce yazılara sonra delikanlıya bakmış, yüzünü yüzüne yaklaştırıp,

" Ne güzel yazmışsın, oldukça güzel, yazılar çok şirin olmuş." demişti.

O cevap vermeden arkadaşı,

" Kardeşimin yazısı çok güzeldir. Artık sabahları sıcak süt ve tost olacak." dedikten sonra yazılan kartonları göstermişti. Masaya dönünce Serap tekrar takılmıştı Zeliha'ya,

" Seninle hiç konuşmadı."

" O zevzek arkadaşı fırsat vermedi ki."

" Olsun... Bak bir haftayı geçti kaç gündür arkadaşı mı engelledi seni? Çocukla hala konuşamadın."  Serap gülmüş ve,

" Kaybediyorsun Zeliha." demişti. O ise omuzlarını silkerek odaya çıkacağını söylemiş, birlikte yürümüşlerdi merdivenlere. Serap ona,

" Ama hareketlerin gayet iyi idi, çocuğa doğru eğilince onu öpeceksin sandım." deyince de Zeliha,

" Saçmalama Serap." diyerek kızmıştı arkadaşına. 


" Hala kendine gelmedi."

" Tamam hemşire hanım, siz şimdilik çıkabilirsiniz."

Kızın kolunda takılı olan serumun ince hortumuna sonra da şişeye baktı. İlaçlı sıvı damla damla iniyordu.

" Bu kadar mı Zeliha, bu kadar çok mu sevdin onu be kızım?"

Sessizce mırıldandıktan sonra elinde ki kitaba baktı ve ceketinin dış cebinden gazeteyi çıkarıp, pencerenin önünde ki sandalyeye oturdu.

Zeliha'nın göz kapaklarının titrediğini farketmedi.

Bileğinde şiddetli bir ağrı vardı, kolunu kıpırdatmak istedi, olmadı yapamadı. Bedeni buz gibiydi, donuk, uyuşuk ve hissiz. Gözlerini ne kadar zorladıysa açamadı, açılmıyordu... Kırılan bardak parçaları yerdeydi, kırmızı kan lekeleri camlarda, parmaklarında ve bileğinde artarak çoğalmış bayılacakken iki kadın onu kaldırıp yatağına oturtmuşlar sonra da sedyeye yatırmışlardı. Doktorun, Yüksel amcasının yüzünü hatırlıyordu sadece... Adam ona bakıyordu kederle. Nefesinin arasından,

" Ali..." ismi çıkmıştı.

Hiç ses yok diye düşündü, karanlıkta değildi çevresi. Birşeyler yapmak için çabalamaktan vazgeçip bıraktı kendini.

Gözünün önüne gelip giden gölgelerin arasına girdi tekrar.

Merdivenlerden koşarak indi, kantine girdi. İlk dersi önemliydi ve ona yetişmek istiyordu.

" Geç kaldın hayırdır.?" Çayını yudumlayan arkadaşına bakıp,

" İşlerimi ancak bitirdim. Biraz da ders notlarıma göz attım." dedi.

Mutfak tezgahının önünde bekleyen kızlara döndü, her sabah olduğu gibi yine sıra vardı. Kahve ya da çay alsa iyi olurdu fakat zaman daralıyordu. Geç kalacaktı derse...

" Çay almayacak mısın.?"

" Baksana kuyruk çok uzun, geç kalacağım Serap."

" Çalışıyor... Orda içerde " diyerek mutfağa doğru baktı Serap, sonra da

" Vazgeçmedin değil mi.?" diye sordu.

Zeliha kalın kaşlarının uçlarını birbirine yaklaştırıp,

" Niye vazgeçeyim Serap.?" dedikten sonra, öğrencilerin beklediği sıraya doğru ilerledi. Tanıdığı bazı kızlardan izin isteyerek sıranın ortalarına girdi. Serap oturduğu yerden onu izliyordu, gülerek.

" Niye kabul ettim ki böyle birşeyi sürekli beni izliyor." , oflayarak göz ucuyla tekrar arkadaşına baktı. Sadece ona yaklaşmanın yolu olabilir diye düşünmüştü. Altı üstü bir oyundu ama ona cesaret vermişti. Karşısında ki adamı etkilemeye çalışacak, ki zaten bunu yapmayı istiyordu. Eğer başarırsa genç delikanlıya yüz vermeyip yüzüstü bırakacaktı. İşte bunu ona yapamazdı, ölse de bırakamazdı sevdiği adamı. Yalan dolu bir oyunun içine girmişti. Onun için yalandı aslında... Kimi seçeceği konusunda tercihi Serap değil kendi yapmış Ali Hakan'ı seçmişti. Sorsalar bu oyunun nasıl oynandığını bile bilmiyordu. Gerçekten sevmeye başladığı birine kandini fark ettirmenin birçok yolu vardı ama onları da bilmiyordu. Bugüne kadar kalbi ile hiç konuşmamıştı ki...

Kız olmanın en büyük handikaplerinden biri buymuş meğer diye düşündü. Erkekler sevgilerini pat diye ifade ediyorlarmış, bunu diğer kızlardan çok duymuştu. Ama ben, ben bunu yapamam. Kızlar böyle bir şey yapamaz. Sevilen, sevgi duyulan taraf kadın olduğu için kız olmak ayrıcalıktı. İki insan arasında ki sevgi sadece kadına duyulurdu ve bunun için kadın özel bir konumdaydı. Bedeni hazların, güzelliğin, eş olmanın, anne olmanın merkezinde kadın vardı, yaratılıştan beri de hep özeldi. Sevgisini ilan eden erkek, o sevgiyi kabul eden taraf ise kadındı. E naifi, en güzeli, en sevgilesi ve aşk duyulması gereken varlık kadındı. Yavaş yavaş anlamaya da başlamıştı, belli ki kadın sevilmek, sevdalanmak için yaratılmıştı.

" Keşke ona gidip söyleyebilseydim, ne olacak ki insan sevdiğini söylemeli." diye mırıldandı. Gönül işte sevmek, sevilmek istiyor ve bunu utanmadan dillendirmek istiyor. Ne kadar istese de yine de söyleyemezdi, çok istemesine rağmen,

" Seni göremediğim zaman kendimi sokaklara atasım geliyor." diyemezdi.

İşte o iddia fikrini, cesaretini genişlettiği ve oda arkadaşına karşı sevdiği adama yaklaşmak istemesini meşru kıldığı için kabul etmişti. Yoksa herkes onunla alay edebilirdi. Aslında şu sıralar oyun meselesi çok önemli değildi, sırrını ne Serap'a ne de bir başkasına söylemiyecekti. Ali Hakan ve o birlikte fuara gitmiş çay içmişlerdi. Birkaç saat çok az konuşarak birbirlerini seyretmişlerdi. Sanki yıllardır hasret kalan insanlar gibi suskun, sessiz ve öylece yüzlerine bakarak oturmuşlardı.

Sıra hızlanarak ilerlemiş, çayını almıştı. Başını kaldırmadan bardakları yıkıyordu Ali Hakan. Kulaklarının üzerinden yanaklarına doğru eğilen zülüfleri yandan bakınca adamın yüzünü kapatıyordu. Kasadan para üstünü veren adam Ali'ye baktığını görmüş ve gülümsemişti ona, hemen çayını alıp karşıda ki masaya gitti. Usulca yanına gelen Serap'a sert sert baktı. Kız kıkırdayarak,

" Sana yüzünü bile çevirmiyor kızım. Bırak bakmasını, seni fark etmiyor bile."

Ali yıkadığı bardakları kurulayıp rafa diziyordu. Birkaç yudum daha aldığı çayı bırakarak masadan kalktı Zeliha... Bahçeye çıkmak için kapıya doğru yürüdü. Başına bir ağrı saplanıp kalmıştı.


Başında ki tarifsiz ağrı alnına, kaşlarının üstüne ve yarı araladığı gözlerine inmeye başlamıştı. Pencerenin önünde kitap okuyan adama baktı,

" Yüksel amca."

diye geçirdi içinden, kalkmaya çalıştı, doğrulmak istedi fakat yapamadı. Bakışlarını oda da gezdirdi, yoktu o, zaten istemiyordu, görmekte konuşmakta istemiyordu artık. Anne kelimesi o kadar yabancıydı ki, yıllardır dudaklarının arasından çıkmamıştı sanki. Bundan sonra da çıkmayacaktı.

Genç kızın bakışları duvarda tek noktada duruyordu, elinde ki kitabı kapattı.

" Uyanmış, nihayet kendine gelmiş." dedi kendi kendine.

Doktor Yüksel onu bir süre üzüntü ve kederle izledi, bakışları sönük, yüzü solgundu. Serum şişesine baktı, sıvı hala ağır ağır iniyordu. Diğer kolunda takılı olan kan torbasına çevirdi bakışını, o hemen hemen bitmişti. Torbanın artesini çıkardı, bir damla kanın kabardığı yere pamuk parçası bastırdı.

" Yüksel amca..."

" Kendini nasıl hissediyorsun kızım?"

" Yorgun... Yorgunum, başım çok ağırıyor, bileğimde."

Kaybettiğini, canını alarak bulmaya çalışan kız için bir şey yapamamıştı. Engellemeliydi, Zeliha'yı da, Ali'yi de Fatma ile yalnız bırakmaması gerekiyordu. Üzgündü... Üzgün ve çok kızgındı.

" Hemşireler gürültüyü duyunca hemen yanına girmişler, aşırı kan kaybı yok ancak his dünyası çökmüş ve harap bir halde. Küçük kızın bundan sonra ne yapar bilmiyorum, kestirmek zor aziz dostum. Onu artık yalnız bırakmayacağım ama... Bilmiyorum Murat bilemiyorum. O da senin gibi, sevgiye aşırı zaafı var. Annesi bunları niye yapıyor anlamıyorum kardeşim. Fatma hocanın sığındığı tek şey, ölmeden önce senin ona söylediklerin. Ama kızlar aksini yapmıyorlar ki... Yanlızca sevmek istiyorlar. Saliha'yı kaybedeli çok oldu. Birbirlerinden koptular, yıllardır anne-kız görüşmüyorlar. Şimdi de Zeliha... Sen yaşıyor olsaydın."

Adamın göğsünün ortasından kulaklarına hızlıca vuran hüzünlü ses birden sustu. Genç kıza baktı, elinde ki gazeteyi katlayıp ceketinin cebine koyduktan sonra sehpanın üstünde duran beyaz kağıdı aldı.

" Ali'nin yazdığı notu okudukça hırpalanıyor."  dedi içinden.

Zeliha'nın gözleri hala karşı duvardaydı. İntikamın, kin ve ihanetin gölge oyununu izliyordu sanki. 

Yatağın kenarına, kızın yanına oturdu.

" Onu o gün uyarmıştım kızım. Beni dinlemedi, biliyorsun annen..."

" Dik kafalı Yüksel amca, biliyorum. Ona söylermisin artık yanıma sakın gelmesin, onu görmek istemiyorum."

Sesi sertti. Sağ elini yumruk haline getirmiş parmaklarını öylece sıkıyordu. Başını da bakışlarını da çevirmemişti kız... Sağ gözünün çukurundan bir damla yaş düştü solgun yanağına.

" Tamam Zeliha, tamam kızım söyleyeceğim gelmeyecek yanına. Seni hastaneye getireli nerdeyse bir ay oluyor, ara tatile geldin okul açıldı fakat sen hala burdasın ve ölmek istiyorsun."

" Aklımdan, gönlümden gözümün önünden gitmiyor doktor amca."

Adama yüzünü çevirip baktı, sesi kırılgan ve yumuşaktı şimdi. Utangaçtı, hüzün vardı, hüsranla birlikte hicran kaplıydı sesi.

" Az önce doktor amca..." susup ellerine baktı, yaşlar iniverdi yanaklarına.

" Daha biraz önce gözümün önünde bardakları kurulayıp rafa diziyordu." 

sessizce onu dinleyen adama, " Ne olur, ne olursun onu bul doktor amca." dedi.

Hasretle, özlemle ve ümitle çıkmıştı zayıf nefesinin arasından kelimeler.

Özlem ve ümit... Kaybetmenin eşiğinde duruyorsun ama kabullenmeni engelliyor. Ümitle özlüyor, kaybettim seni, gittin ve bitti demiyorsun, sana güç veriyor belki. Özlem, tam bağırında haykırırken ümitlerinin elinden tutuyorsun. Bulamayacağını bilsen bile, gözlerinin önünden ayrılıp gitsede aramaya başlamalıydın kızım. Çabalaman, koşman ve gayretin lazımdı. Canından niye vazgeçiyorsun Zeliha.?

" Biliyorum kaybetmeyi kabul etmiyorsun, ona duyduğun sevgi ve taşıdığın ümit sana büyük bir dayanak olmalı. Bırakma, bırakma be kızım... Ümidini de sevgini de. Her ne olursa olsun duygularına hakim olmalısın, belki anılar hep seninle olacak, hüzün duyacak gözyaşın yağmur gibi yağacak kederleneceksin ama ölmek istemeni anlayamıyorum. Tamam arayacağım, öleceksen onu bulduğum zaman bir anlamı olacak mı? Hem, hem seni düşünürken onu nasıl arayacağım."

Yüzüne yorgun gözlerle bakan genç kıza başını salladı.

" Arayacağım kızım, hergün arayacağım, ümidini asla kaybetme, Ali'ye seni o kavuşturacak." 

kısa bir süre sustu, sonra

" Bana söz vermelisin, onu arayabilmem ve bulmam için senin durumundan emin olmam lazım."

Zeliha'nın yılgın bakışları bileğine indi. Parmakları ile oynamaya başladı ve,

" Peki..." dedi fısıltıyla.

Doktor elinde tuttuğu kitabı uzattı,

" Söz ver bana Zeliha, kederini, hasretini ve acını ölümle yenmekten vazgeçeceksin." Zeliha adamın verdiği kitaba bakıp, yüzünü kaldırdı,

" Tamam Yüksel amca." dedi.

Bakışları yalvarıyordu, yere düşen minik bir çocuğun ki gibiydi. Yardım et, elimden tut düşmek istemiyorum bir daha. Canım yanmasın, ağlamak değil gülmek istiyorum Yüksel amca diyordu sanki.

" Arkadaşının ismi neydi kızım? Önce ona ulaşmalıyım."

" Serap"

Adam çıktıktan sonra odaya giren genç hemşire gülümseyerek pencerenin önünde ki sandalyeye oturdu. Elinde ki küçük defteri açıp birşeyler yazmaya başladı. Genç kadın oldukça mutlu görünüyordu.

" Ben..." diye mırıldandı Zeliha, sonra,

" Bana kaleminizi verirmisiniz hemşire hanım."

Tuttuğu kitabın kapağını açarak kum sarısı kartonun ortasına,

" Ali Hakan, sen Ali Hakan'mışsın." diye yazdı büyük harflerle ve okudu. Sesli okudu, hemşire ona garip bir halde baksa da onun gözleri kitabın ilk sayfasındaydı.

" Hayat herşeye rağmen güzeldir..."

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top