Bölüm 7: Akaf'ın Gözdesi | Kısım 3


"Başlıyoruz," diyen ses, hiç tanımadığı bir kadına aitti ve o anda, alevler hiç olmadığı kadar canlanıp, aniden tüm gölgeleri yıkıp geçti. Kızılın en koyu tonlarında, birer hayalet gibi yükselen alevler, karanlık duvarları tamamen sarana dek harlandı. Cevza'nın alnından -adeta sele dönüşecek- ter damlaları boşalmaya başladı.

Çok sıcak, diye düşündü. Zihninin sınır kapılarını aralamasını bırak, henüz gözlerini bile açmaya gücü kalmayacağı kadar kavrulabileceği bir boyuta yükseldi sıcaklık. Alevlerle arasında oldukça uzak bir mesafe olmasına rağmen kirpikleri dahi yanmış gibi hissediyordu. İleriye bir adım dahi atabileceği hiçbir yeri olmadan, sıcak bir kafesin içine hapsedilmiş gibiydi.

Kendi yalnızlığına mahkûm edildiğini sandı ama yanılıyordu; hayal dünyası sandığı kadar sakin değildi.

Alevlerin arasından uzun, devasa bir kanat üzerine doğru salındı. Tüyleri saçlarını süpürüp geçerken, devasa kanadın rüzgârı Cevza'yı çığlık çığlığa olduğu yere çöktürdü. Rüzgâr onu neredeyse altındaki karanlığa doğru savuracaktı.

Dizleri üzerine düştükten sonra parmaklarını, altındaki yuvarlak plakanın kenarlarına sıkıca bastırdı. Şimdi gözleri başının üstünde savrulan, ara sıra alevlerin arasına karışan ve renkleri ile adeta göz kamaştıran kanatlarda dolanıyordu. Tüyleri özenle çizilmişçesine alevin tonlarına bürünüyor ve uçları, oraya küçük yıldız taneleri yapıştırılmışçasına parıldıyordu.

Alevler onu yakmıyor, aksine o alevlerden bir parça haline geliyordu. Kanatların uçları ne kadar yanıyorsa, kökleri de bir o kadar kararıyordu. İçinde kızıl damarların nüksettiği kara tüyler alevlerin üzerine bir örtülüp bir kayboluyordu.

Cevza, kanatların birleştiği noktada şimşek gibi çakan bir göz yakaladı. Orada, Cevza'nın her bir hareketini an be an izleyen bir varlık vardı.

Başı alevlerin arasına karıştı, kanatları geri çekilir gibi aniden kayboldu. Cevza, neredeyse sırılsıklam bir halde telaşla çevresini dolandı. Alevler şimdi tavana dek yükselmiş ve duvarların bizzat kendisi olmuştu.

Cevza'nın mavi gözlerinde de, parıldayan teninde de alevlerin yansıması dans ediyordu.

Solukları artık yetersiz geldi, oksijen git gide tükeniyormuş gibi bedeni yorgun düştü. Stefi'nin adını haykırdığını sandı, bu korkutucu atmosferin artık son bulması gerektiğini söyledi.

Stefi onu duyuyor muydu emin değildi ama varlık onu dikkatle dinliyordu.

Sonra, Cevza'nın dikkatinin tamamen dağıldığı bir anda varlık aniden belirdi. Avına saldıran bir şahin gücüyle kızıllıkların arasından fırladı; kanatları yanan, kuyruğundaki tüyleri tutuşan kapkara, deva bir kuş dimiğini ayırmış ve gözlerinde vahşet kol gezer bir halde genç kızın üzerine doğru atıldı.

Cevza, saldırmasına gerek kalmadan kuşun rüzgârı ile geriye doğru savruldu. Elleri tutunduğu yerden kaydı, mavi saçları geriye doğru savruldu; kuş, başını kaldırıp pençelerini süratle savurduğunda ise genç kızın ayakları yerden kesildi.

Cevza, tutunacak hiçbir yer bulamadan geriye, karanlığa doğru uzun bir yolcuğa çıktı.

İşte yeniden düşüyordu ancak bu defa onun düşüşünü yavaşlatacak bir Agneya kalkanı da, düştüğünde onu sarmalayacak bir Akaf toprağı da yoktu.

Cevza, şimdi sonsuzluğa düşüyordu. Tahayyül gücü başlamıştı.

Karanlığa doğru süratle düşerken zift karası köprüyü de, havada süzülen dairesel plakayı da kaybetti; alevlerin kaybolmasına fırsat vermeyen devasa kuş onunla birlikte aşağıya doğru uçtu. Şimdi, avını düşürmüş, yutmaya hazır bir avcı gibi üzerine doğru gelen kuştan kaçmak için Cevza, neredeyse daha hızlı düşmek için dualar edecekti. Mavi saçları görüşünü bozuyor ve yanan kuşun görüntüsünü bulanıklaştırıyordu.

Kulaklarındaki tok 'tik, tak' seslerinden dolayı bir saatin içinde yuvarlanıyor olduğunu sandı.

Mekân değişti; Cevza bu defa hiçliğin ortasında değil, bir uzay boşluğunda, asteroit yığınlarının arasındaydı. Düştü, düştü, düştü ve acı içinde bir asteroidin üstüne kondu. Sırtı, kaya parçasının pürüzlü yüzeyi yüzünden adeta cayır cayır yanarken nefessizlikten telaşla ayaklanmak zorunda kaldı.

Ona doğru süzülen kuşta o anda yanıp, küllerini bir yağmur misali Cevza'nın üzerine yağdırdı.

Cevza öksürerek boğazına saplanan kül tohumlarından kurtulmaya çalıştı. Öyle sert düşmüştü ki kemiklerinin kırıldığına emindi.

Genç kız etrafına baktığında, nereden geldiği meçhul, su mavisi bir ışığın asteroidler üzerinde yaptığı huzmelerin arasında olduğunu gördü. Altındaki asteroid hafifçe sallanıyor, Cevza'nın her bir hareketinde diğerlerinin savruluşuna katılıyordu.

Cevza ileriye doğru uzandığında, kaya aniden ters döndü ve Cevza aşağıya doğru savruldu. Çığlık çığlığa bir başka asteroidin üstünde dengede durmayı başardığında artık ciğerlerinin basıncı tüm boşluğa yankı yapıyor, kulaklarında adını seslenen çağrılar duyuyordu.

Birisi ona sesleniyordu.

Ya da nefessiz zihni oyun oynamayı seviyordu.

Cevza başını kaldırıp baktığında, daha önce görmediği takımyıldızlarının parıltısını yakaladı. Orada, yıldızların birbirini tamamladığı noktada apaçık bir şekilde görülebilen bir kadın sureti vardı. Latifeli, sıska yanaklı ve ince telli saçları ile kendisine doğru bakıyormuş gibi duran kadın sureti biraz sonra parıldadı, yıldızlar aniden hareket edip gözden kayboldu.

Kaçıyor gibi bir hali vardı; sanki gördüğü kızdan pek hoşnut olmamış gibi hızla kayboluvermişti.

Cevza'nın bakışları, asteroidlerin ardından yükselen bir başka ışık belirtisine doğru kaydı.

Pembe bir saçak, bir asteroidin arkasından dans ederek havalandı. Ardından, kat kat ışıklar saçan yüzgeçleri görüldüğünde Cevza onun uzayda yüzen, pembe bir yarım ay beta balığı olduğunu sandı.

Öyleydi de ancak devasa kuyruğu, suda dağılan bir çiçek yaprağı gibi salındığında ardından bir gül cemali canlandı. Berceste bir kadın yüzü, balık kuyruğunun hemen ardından açığa çıkıp ileride doğru atıldı. Uzayda kuyruğunu sallayarak yüzüyor ve açık pembe saçları yüzgeçleri gibi boşlukta dağılıyordu.

Kadının güzelliğini gölgeleyen ise yüzünde aniden canlanan vahşi bir gülümseme oldu. Cevza'ya doğru hızla yüzmeye başladı. Cevza'nın gözleri korkuyla aralandı, ona saldırmaya ant içmiş bu varlıklardan kaçışabilmek için uzay boşluğunda savrulmayı göze aldı. Ayağa kalktığı gibi boşluğa doğru atladı ve sık sık dizili duran asteroidlerden başka birinin üstüne kondu. Koşuyor, nedensizce peşine düşmüş balık kadından kaçmaya çalışıyordu. Ardına bir kez bakma gafletine düştüğünde, kadının kolları ile bir asteroide çarpıp onu un ufak ettiğini gördü. Önüne çıkan her şeyi paramparça ediyordu.

Koştu, zıpladı ve havada adeta süzüldükten sonra metrelerce aşağıdaki bir kayanın üzerine kapaklandı. Zıplaya zıplaya ilerlediği kayalar arasında varlıktan kaçabilecek kadar hıza ulaşamamıştı. Saniyeler uzayda tıkırdıyor; Bekir Usta'nın saatçi dükkânını anımsatır bir şekilde boşlukta gürültü oluşturuyordu.

Cevza, nereye kadar kaçabileceğini bilmeden saldırıya uğramamak uğruna koşup durdu. Ne yazık ki yolun sonu beklediğinden erken geldi. Asteroid yığınlarının son bulduğu noktaya ulaştığında, ayakları kayıp boşluğa düşmeden son anda durmayı başardı. Ardında ona doğru süratle gelen bir beta kadını, önünde ise devasa bir gezegenin gölgesinde kalmış uzay boşluğu uzanıyordu.

Ne olduysa, o anda mavi bir gezegenin açığa çıkması ile oldu.

Karşısında karanlık bir gezegen ile açık mavi bir küre çarpıştı, iki gezegenin birbirine geçtiği noktada büyük bir yankı oluştu. Patlama etkisiyle Cevza'nın bedeni geriye doğru savruldu. Parmakları, kayanın çıkıntılı yüzeylerine tutunması başardığında, devasa bir yükseklikten sadece bir parmak yardımıyla sallanıyordu. Beta kadını yaklaştı, tepesindeki bir kayayı parçaladı ve taneleri Cevza'nın yüzüne savruldu. Parmakları kayıyor; çarpışmış gezegenlerden ikinci bir dalga yükseliyor, beta kadınının ışıltısı artık hiç olmadığı kadar yakından nüksediyor ve kulaklarında nefessizliğin çağrısı yankılanıyordu ama Cevza'yı boşluğa düşüren bunlardan hiçbiri olmadı. Kayaya tutunan parmaklarının hemen yanında duran bir çift ayak onu boşluğa düşüren tek etken oldu.

Biri onun aşağı düşmesini istedi.

Cevza'nın elleri kaydı ve defalarca kez olduğu gibi aşağıya doğru düştü. Şimdi gezegenlerde, asteroidlerde, beta kadını da ve o gizemli varlıkta gittikçe kendinden uzaklaşıyordu.

Cevza, uzayda bir güç tarafından aşağıya çekiliyordu.

Tahayyül durmuyordu.

Ve düştüğü yer, ona oldukça tanıdık geliyordu.

Uzay küçüldükçe, tanıdık bir atmosfer görünür hale geldi. Bir sıcaklık sırtından yukarıya tırmandı. Geçtiği yollarda soluk bir iz bırakırken bir bulut kümesini ortadan yarıp geçti. Şimdi masmavi gökyüzünü de, beyaz kümecik halindeki bulutları da tanıyabiliyordu.

Dünya'ya düşüyordu; belki de geleceği kutsayacak olan geçmişin vakti gelmişti.

Bulutlar bir bir yanından sıyrılıp geçti, kemikleri sızlayana dek yere çarpacağı anı bekledi. Başını çevirip bakmaya korkuyordu ama orada, uzak bir yerde kendi şehrinin siluetini görebiliyordu.

Sonra ansızın, kulağına ilişen sessizliğin arasında yere çarptı. Beklediğinden hızlı, hissettiğinden yavaş olan bu çarpmanın etkisi, kendisini düşündüğü kadar alabora etmedi. Bir kez ters dönmüş bir sandal, ikinci kez düze çıkardı; Cevza ayağa kalkacak gücü toparladı lakin dönen başı ve kan ağlayan gözleri onunla hemfikir değildi.

Şimdi nefes alabiliyor ama aldığı her nefeste Dünya'yı da sömürüyormuş gibi hissediyordu.

İkindi vaktiydi, hava kararıyor ve güneş ağırca alçalıyordu. Uzakta bir yerde şehrin esintisi dolanıyordu. Bulunduğu yerde ise orman yolunun sessizliği hâkimdi.

Genç kız kambur bir halde ayakları üzerinde dikelmeyi başardığında ise kulaklarını sağır edecek bir fren sesi duydu. Sızlayan gözlerini aralayıp karşıya baktığında, üzerine doğru süratle gelen bir araç olduğunu fark etti.

Beyaz bir araba, sürücü koltuğundaki direksiyonu kuvvetle kırmasına rağmen Cevza'ya çarpmaktan kaçamadı. Araba bir direğe gömülürcesine eğildi, Cevza'nın telaşla iki büklüm olmuş bedeni tek bir sıyrık dahi almadan olduğu yerde kalakalmışken, araç taklalar atarak yolun kenarına savruldu. Yaşlı bir ağaç, onu şefkatle kollarına almadan önce içindeki bir yaralı bedeni dışarıya savurmuştu.

Cevza'nın kaşları, bu gerçekçi görüntü karşısında adeta gözlerine yapıştı.

Acıyı hissedişinin de, nefeslerini kontrol edemeyişinin de ve bir yerde kan ağlayan gözlerinin de tahayyülden kaynaklandığını biliyordu ama bir an olsun, gerçekten Dünya'ya düşüp bir kazaya sebebiyet verdiğini farz etti.

Titreyen bacakları onu devrilen araca doğru yönlendirdi.

Tanıdık geliyor, diye düşündü. Geçmişimde bir ölüme sebep olmadım ama bu gerçekten yaşanmışçasına tanıdık geliyor.

Toprak yolda ağırca ilerledi. Her yanı parçalanmış, iskeleti kırılıp dökülmüş, camları düşen güneşin ışıkları ile yıldız kümeleri gibi parıldamak üzere yere serilmişti, aracın. Ters duruyor, tekerlerinden biri olduğu yerde dönmeye devam ederken diğeri sökülmüş, yolda rastgele dairelerden çiziyordu.

Kırık camların ardında bir yaralı beden vardı. Ölmemişti, araçtan fırlayan ve ikiye ayrılmış bedeni ile yolun kenarında öylece uzanan adamın aksine, araçta kalan kişi hala hayattaydı.

Cevza zorlukla yutkunup araca doğru ilerledi. Sol tarafa yanaşıp, iki büklüm olmuş kapıyı tekmelerle zoraki açtı. Boynu kırılmış gibi duran ve yüzünün yarısı kanla kaplı olan kadının yanına çömeldi. Elleri titriyor ve nedensizce kan akıtan gözlerine tuzlu su damlacıkları da eşlik ediyordu.

Parmakları yaralı kadına doğru uzandı lakin ona dokunup dokunmamak konusunda tereddütteydi. Onu kurtarabilir miydi yoksa bir tahayyülde boş ümitlere mi kapılmış olurdu, bilmiyordu.

Gerçekte ya da bir hayalde, katil olabilir miydi?

Parmakları kadının kanlı saçlarına dokunduğunda, o pis sıcaklığı hissediverdi. Yapış yapış olmuş tutamları kadının yüzünden kaldırdı, diğer eli bir telaşla kadının bileğine dolandı. O anda, ilk fark ettiği şey, kadının taktığı saatin ona oldukça tanıdık gelmesiydi.

Sonra kadının açığa çıkan yüzünün onun, uzun bir süredir özlemle andığı annesine ait olduğunu anladı. Gözleri telaşla büyüdü, gerçeklikle sanrıyı tamamen birbirine karıştırmış bir halde annesine defalarca seslendi.

"Anne! Anne! Anne!" Haykırışları orman yolunu kapladı ve rüzgârı kendisiyle birlikte alıp götürdü. Cevza titreyen ellerine rağmen kadının yüzünü avuçladı, küçük darbelerle onu ayıltmaya çalıştı. Annesinin zayıf yanakları sanki her darbede daha da içe çöküyor ve göz kapakları ara sıra açılarak genç kızın bulanık yüzüne bakınmaya çalışıyordu.

Kadının kana bulanmış saçları yarasının ne kadar kötü olduğunu belli ediyor olsa da Cevza, onu kurtarmak için olağanca bir çabanın içine düştü.

Kadının emniyet kemerini çözmeyi başardığında bedeni kızın kolları üzerine yıkılıverdi.

"Anne uyan!" dedi, yıllar önce mezarı başında sayıkladığı her bir kelimeyi şimdi kendini duyduğundan emin bir halde ona sarf etti.

"Kendine gel anne! Beni bırakma, ne olursan uyan! Sadece birazcık daha dayanırsan buradan sağ salim çıkabiliriz."

Ama nereye?

Tahayyülün bittiği noktada varacağı Akaf dağına mı yoksa çoktan onu oradan def etmiş olan Agneya'nın bıraktığı çorak araziye mi?

Cevza, yolun ne kadarını gitmişti de ne kadarını kaybediyordu?

Sanrılar onu yönetmeye devam etti.

Kadının kırılmış dizine rağmen onu koltuk altından kavrayıp araçtan sürüne sürüne çıkarmayı başardı. Kan, ellerin birbirine tutunmasını engelliyor ve kızın ayakları yerdeki cam parçalarından dolayı can çekişiyordu.

"İyi olacaksın anne!" dedi Cevza, gözyaşları eşliğinde. Kadının bedenini sıkıca sardı, araçtan onu uzaklaştırmaya çalıştığı her vakit kadının bedeni daha da güçsüz düşüyordu.

Ya zamanın dışına çıkmasına izin verilmiyordu ya da birileri tahayyüle müdahale ediyordu.

"Dayan anne," dedi sadece. "Dayan anne, seni buradan kurtaracağım."

Annesinin sırtına doladığı elleri ile ona özlemle sarıldı, saçlarını okşadı ve şakaklarındaki yaraya sıkıca bastırdı. Evlat, annesinin ölmesini istemiyordu ama geçmiş, ne kadar değiştirilebilirdi ki?

Cevza annesini kucağına yatırdı ama kan kusan kadının bunu kendi başına sürdürebilecek hali yoktu. Gözyaşları birbirine karıştı, genç kız annesinin yanaklarından tutarak onu kendisine bakmaya zorladı. Kadının gözleri çoktan kapanmış, ardındaki irisleri saklar hale gelmişti.

"Ölemezsin!" diye bağırdı Cevza. "Ölemezsin!"Yeniden ölemezsin."

Kadının başı kızın göğsüne düştü. Cevza inatla onu kaldırmaya çalıştı. "Seni çoktan bir kez kaybettim," diyordu. "İkinci defa kaybetmek istemiyorum." Çünkü özlem katlanılması güç bir histi...

Kadın gözlerini açtı lakin Cevza'nın özlediği canlı irisleri ona sunmadı. Kadının göz çukurları boştu; gözleri alınmış, geriye karanlık ve kanlı bir damar yığını bırakılmıştı.

Cevza çığlık attığını sandı, annesi kollarından yere yığılmadan önce kadın gözlerini kapattı.

Annesi ona gitmek istediğini söyledi. Cevza reddedecek gücü bulamadı.

Araçtan birkaç adım uzakta ölümün diğer yüzüyle yüzleşenlerin yanında; o izbe yoldaki kazada davetsiz bir misafir daha vardı.

Cevza, yolunda tam ortasında, daha önce düştüğü yerde dikilen kapkara bir beden olduğunu gördü. Biraz asteroidin tepesinden onu düşüren kişiyle aynı hisleri çağrıştıran varlığın, kendini sanrıdan sanrıya takip ettiğini sandı.

Ama burada, onun hedefi Cevza değildi. En azından öyle olduğunu sanmasını istediği belliydi.

Adamın üzerinde yüzünü tamamen gizleyen büyük bir kukuletası ve yalnızca ince bacaklarını belli eden bir pelerini vardı.

Habisin yansıması, adına bu deniyordu.

Elini pelerinin altından çıkardığında, koca, yassı bir kılıcı tuttuğu fark edildi.

Güneş batıyordu ve göğün kızıllığı Cevza'ya yalnızca ölümü anımsatıyordu. Kan kusan annesi ve kan ağlayan gözlerinden bile daha kızıl bir tufan kopuyordu.

Adam çok beklemedi. Neredeyse bir hilali andıran pürüzsüz kılıcını büyük bir süratle savurdu. Kılıç havada döndü, gözle takip etmenin imkânsız olduğu bir hızla gelip, Cevza'nın annesinin başına saplandı. Durmak için çok geçti, kılıç yoluna devam etti ve kadının kafasını parçalayıp attı.

Kan, canhıraş halde Cevza'nın yüzüne sıçradı.

Bir saniye önce yerde can çekişen kadın her nasıl olduysa şimdi Cevza'nın önünde bir kalkan misali dikilmiş, kılıcın kendisini kesmesine izin vermişti.

"Anne!" diye bir feryat koptu ve kadının bedeni süratle yere yığıldı. Artık kollarındaki kadını tutabilecek cesareti yoktu, acı dolu evladın. Çığlıkları yolu ikiye ayırdı, ağaçlar olduğu yerde köklerinden kurtulmak istiyormuşçasına sarsıldı. Dünya sallandı, deprem şehri yerin altında göçürttü. Kopmuş bir başın verebileceği tüm hissiyatı o anda tattı genç kız.

Kadının bedeni cansız bir halde yere düştüğünde, bileğindeki saati de çıkıp küçük taklalar attı. Gümüş, zincirli saatin üstünde, kanlı kaplı olmasaydı bir kristal sembolü kazınmış olacaktı.

Cevza o anda sanrılarının sancıları ile uğraşıyordu ama geçmiş yıllarda, annesinin saatini takmak için ne kadar çırpındığı ve sırf o saati bahane ederek ne kadar çok ağladığını zaman, her bir gözyaşı tanesine kadar net bir şekilde hatırlıyordu.

Kılıç, bir bumerang misali dönüp yeniden adamın avuçlarına kondu.

Cevza, neredeyse nefretle adamın üzerine sıçrayacak ve onu paramparça edecekti. Ayağa kalkan kızdan önce davrandı varlık.

Pelerinini savurdu. Bedeni kara örtünün arkasında bir duman misali bozulup şekil değiştirmeye başladı. Kumaş yığını dönüp durdu, orada dikilen karartı artık vahşi bir varlığa dönüşene dek Cevza büyük sarsıntının sebebi oldu. Varlığın kaçmasından korkan Cevza haykırdı. Çığlıkları Dünya'nın çekirdeğini çatlattı.

Magma, genç kızın çağrısına uydu ve yer, bir volkanın patlayışı gibi parçalanıp kızgın lavları dışına dağıttı.

Dizleri üzerine kapaklanan kızın bedeni, parçalanan yeryüzünden lavın içine düşüverdi.

Varlık ve genç kız, o anda tayyı mekân eyledi.

Engin bir denizi andırırcasına kızılın ve siyahın buluştuğu kızgın lavlar arasına karıştılar.

Okyanusun ortasına düşmüş gibi lavın içinde seyir halindeydiler. Lav derin ve karanlık, Cevza ise küçük ve güçsüzdü. Varlık, karanlık bir suretle kıza yaklaşmaya başladığında Cevza aniden geriledi.

Başı lavın altına düşmesin diye yüzeyde kalmaya çalışıyordu. Solukları artık yetersiz, kızgın lav ise kör ediciydi.

Yanmıyor ama yanmaya çok yakın bir halde kıpraşıyorlardı.

Varlık bu lav denizinde karlı durumundaydı. Varlık tıpkı bir yılanın bedeni gibi kıvrılarak, dalga dalga lavın içine karıştı. Derinlere iniyor ve kızın kontrolsüz anını yakalamaya çalışıyordu.

Cevza arkasını döndüğü gibi kulaç atmaya başladı. Yüzüne çarpan kızgın parçalar ya da ziftin izleri canını yakıyor ama ne hikmetse bedeni eriyip gitmeden yüzebiliyordu.

Burası, Selemerçe kanından bir denizdi; uçsuz bucaksız ve tehlikeliydi. Can yakıyordu ama öldürmüyordu. Selemerçe, öldürmüyordu.

Cevza yüzdü ancak yeterince uzaklaşamadan karayılanın yüzgeçlerini teninde hissetti. Varlık kuyruğunu ona çarptı ve Cevza metrelerce öteye yükselip yeniden lava düştü. Varlık etrafında dolanıp durdu, onu kıstırmak için hazırlık yaptı. Cevza an be an saldırılara uğrarken varlık özgürce süzüldü.

Peki ya karayılanın, ait olduğu vaziyete Cevza'da erişebilir miydi?

Yılanın başı yüzeyin üstüne yükseldi. Devasa kellesinin üstünden akan lavlar cızırtılar eşliğinde denize geri düştü. Derisi adeta parıldıyor, pulları resmen çırpınıyordu. Sanki her bir pulunda ayrı bir ruh taşıyormuş gibi özel ve kudretli görünüyordu. Gözleri şimdi kıpkırmızı parıldıyor ve devasa burun deliklerinden nefret nefesleri salınıyordu. Nefesi buharlı bir cehennem gibiydi.

İki sivri dişi, tehlikeli gülümsemesinin altından belirdiğinde Cevza'nın gözleri korkuyla aralandı. Kollarına daireler çizdirerek geriye kaçmaya çalıştı. Lakin yüzeyde kaçacak yer yoktu ve yılanın sivri dişleri, biraz sonra genç kızın bedenini delip geçecekti.

Cevza nefesini tuttu ve karayılanın bir sonraki darbesi inmeden hemen önce kendini lav denizinin derinliğine doğru itti.

Şimdi lavın altında, derinliklerdeydi. Gözleri karanlığa alışana dek yılanın koca gövdesiyle onu nasıl sarmaladığını görememişti. Yılanın bir sonraki hareketi çokta tahmin edilemez değildi. Yılanın başı büyük bir hızla lavın içine girdi ve sarmal kafesten kaçmaya çalışan kızı takip etmeye başladı.

Cevza onu çevreleyen koca, uzun beden yüzünden nereye gideceğini bilemedi; gitmeyi tercih ettiği her yönde yılanın bedeni karşısına çıkıyordu.

Cevza yüzmede iyi değildi, hele ki yılanlarla çevrilmiş bir lav denizinde nefesini yeteri kadar uzun tutabileceğine dair inancı yoktu.

Kalbi zorlanıyor, ciğerleri yeni bir nefes ihtiyacı ile yanıp kavruluyordu.

Yılanın dişleri hemen arkasındaydı, biraz sonra onun zehri nedeniyle cesedi parçalanıp yok olacaktı.

"Burası benim hayal dünyam değil," diye düşündü. "Bu varlıklarda, bu mekânlarda benim hayal gücümün bir esiri değil."

Oysaki hayal dünyası düşündüğünden daha genişti.

"Biliyorum, bunların sebebi ben değilim."

Bu yüzden kaybediyorum, bu benim savaşım değil; bu ruhumdan bir parçanın savaşı.

İşte o an Cevza durup, kaçmaktan vazgeçti. Başlatmadığı bir savaşı durdurmak istiyorsa, o savaşın baş sebebi olmalıydı. Hedef değil amaç olmalıydı.

Karayılanın hükmü altında, hele de onun koca çenesi başının hemen arkasında olmasına rağmen durdu, kaçmayı bıraktı ve elini göğsüne yasladı. "Agneya," dedi nefes almaktan korkmaz bir halde. "Teslim oluyorum." ...Ve daha fazla düşmek istemiyorum.

Genç kız o anda nefes alabildiğini fark etti, nefessizlikten bitap düşmüş bedeni ayıktı, derin solukları içi yana yana ciğerlerine çekti ve lav denizinin, canını eskisi gibi yakmadığını fark etti. Şimdiye dek korktuğundan mı nefes alamamıştı yoksa Agneya ona acımış mıydı, belli değildi.

Karayılan duraksadı, denizin altında başını sağa sola salladı. Büyük, sivri dişleri arasından dilini çıkarıp kıvırdı. Sanki Cevza'nın sözleri onun üzerinde büyük bir etki yaratmış gibiydi.

Sadece birkaç salise, hemen ardından Cevza'nın bedenini sıkıştırıp çenesini kocaman açtı. Beli aniden kırılan kızın bedenini tek çırpıda yuttu.

"Ölüme kucak açtı," dedi bir ses. "Savaşmadı."

"Ama savaşması istendi."

"Onu yeni rengin varisi olarak seçmesinin nedeni buydu," dedi başka bir ses. "Bahimuvit kırılacak."

Gür bir ses araya karıştı. "Gezegenler çarpışacak."

Diğeri devam etti. "Ehru çağrılacak."

"Karayılan lav denizinde açığa çıkacak."

"Hayır," diye atıldı narin bir ses. "Karayılan Agneya'dan beri açığa çıkmadı."

"Bu bir daha açığa çıkmayacağı anlamına gelmez. Bahimuvit'in kırılabileceğini zaten biliyorduk, öyleyse bu Karayılan'ın da geri dönebileceği anlamına gelir."

"Bu savaşı kaybedeceğiz," dedi bir adam. "Mavi yüzünden bu savaşı kaybedeceğiz."

"Yanılıyorsunuz," dedi Stefi. "Karayılan Cevza'yı yuttu."

"Bu ne demek?" diye soran kadına, Stefi yanıt verdi. "Karayılan düşmanlarını yutmaz, aksine onları boğarak derisinden bir pul haline getirir ve sonsuzluk denizine doğru yol alır. Bu, mutlak bir hapsi ve kurtulamayacağın bir eziyeti işaret eder. Ancak Cevza boğulmadı, o karayılan tarafından yutuldu."

"Yani?" dedi gür ses. "Bu Mavi'nin günahkârları hapseden Karayılan'a karşı kaybettiği gerçeğini değiştirmiyor."

Dokuz âlimlerden yanıt geldi sonunda. İlk defa söze katılan bir âlim, tüm soruların cevabını o anda yanıtladı. "Cevza kaybetmedi; o Karayılan tarafından kabul edildi," dedi. "O bir günahkâr değil ancak bir günahsız da değil, sıratta bir başına yürüyen bir tehlike..."

"Onu tehlikeli kılan savaşın sonuçlarını değiştirebilecek güçte olması."

Başka bir âlim araya karıştı. "...Ve o, bizim sadece yeni rengimiz değil."

"Seçimleri Akaf'ın kaderini etkileyecek."

"Ve bu kaderde onun ölümü, savaşın ilk çağrısı olacak."

"Kazansak da, kaybetsek de..."

"Cevza milyonların ölümüne sebep olacak."

"...Çünkü Habisin Yansıması onun peşinde..."

✷.......⊱.。........☼ ☽✧........。.⊰.......✷


Bölüm sonu köşemiz:

O kadar fazla soracak soru var ki...

Sizce Cevza'nın tahayyülü nasıl geçti? Alimler doğru mu yorumladı?

Her bir aşama için yorum yapabielcek olan var mı? BUnu tıpkı bir rüya yorumu gibi düşünebilirsiniz çünkü aslında her görüdğünün bir anlamı var.

Sizce hangi görüler geçmişten, hangi görüler gelecekten ve hangi görüler gerçekken hangileri sahteydi?

Habisin yansıması sizce kim? Neden geldi? Amacı ne?

Cevza'nın ailesine sizce ne oldu? Öncelikle şunu söyleyeyim ki klişe bir şekilde aracın içinde ölmedi. Hatta sebebi ona bilerek çarpan bir varlıkla cinayete kurban gitmesi de değil. Burası Cevza'nın zihninden bir sahneydi yani gerçek değil, o nasıl sanıyorsa öyle görüyor. Tabii ki ailesinin ölümü (acaba öldüler mi) bu şekilde değil.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top