Bölüm 11: Veladetin Akıbeti | Kısım 2
Uzman Tunishgare, diğer uzmanlar gibi simülasyonlar konusunda doğal bir başarıya sahip olduğundan kendini Akaf'ın içinde farklı noktalarda göstermek konusunda da oldukça yetenekliydi. Aslında olmadığı bir konumdan kendini silmesi, birkaç rünün yer değiştirmesine bakıyordu. O yok olduğunda Cevza, ürpermiş bir halde öylece kalakaldı.
Doktor ona kiminle görüşmesi gerektiğini söylememişti ama Cevza, çok önemli iki bilgiye sahipti.
Altı dakikalık ölümünde gördüğü, aslında geçmiş bir hırsızlığı değil, gelecekte yaşanılacak bir hadisenin öngörüsü olabilirdi. Bu, geçmişte yaşanmış olma ihtimali kadar ürpertici olsa da Cevza, artık rüyalarının burada bir değeri olduğunu bilerek onları yorumlaması gerektiğini kendine tembihledi. Aynı şekilde bundan kimseye bahsetmemesi gerektiği de açıktı.
Güvenilir bir uzmana ulaşmayı başaramadığından, kendini Akaf'ın bilgi hazinesinin yolunu tutarken buldu. Akaf'taki ilk haftasında Jadall, burada bulunan en kapsamlı bilgi dükkânının Belâgat* olduğunu söylemişti. Nerede olduğunu bilmiyordu ancak bulması zor değildi zira havada doğaüstü bir güç ile süzülen devasa binalardan ilki ve en gösterişlisi oydu.
Bir gölü andıran su birikintisinin üstünde –yerden yaklaşık atmış metre yükseklikte-, dört bir yanından beyaz gövdeli ağaçların yükseldiği ve göklerinin, ince uzun kablolar gibi altındaki suya doğru uzandığı beyaz binanın mimarisi bir tür sarayı andırıyordu. Etrafındaki yaşlı ağaçlar sebebiyle binayı görmek bir hayli zordu zira ağaçların pespembe çiçekleri dört mevsim solmadan oradaki tüm pencerelere gölge düşürüyordu. Diğer olağanüstü yapılar gibi pek çok penceresi olmasına rağmen onların oldukça işlevsiz olduğu da buradan anlaşılabilirdi.
Ağaçların gövdelerine ve binanın duvarlarına gömülü beyaz, devasa çarklar vardı ve bunlar kendi ekseninde dönerken beraberinde berrak suyu da döndürüyor, serin ve hoş bir hava yayıyordu. Sudan ve çiçeklerin canlılığından dolayı binanın üstüne dik açıyla düşen güneş ışıkları, orayı canlı bir ampulmüş gibi ışıl ışıl yapıyordu. Binanın altındaki gölgede ise tamamıyla ağaç gökleri olduğundan, yukarıdaki görüntüye nazaran oldukça kasvetli bir hava vardı.
Cevza genişlikleri altı metreyi bulan daire platformları çıkarken, tek tük gördüğünden dolayı gözünü dikmekten kendini alamadığı çocuk ignaları seyrediyordu. Platformlar yerden farklı farklı yüksekliklerde bulunuyordu, çevresinde herhangi bir koruma önlemi yoktu. Çocuklar, düşebileceklerini biliyor olmalarına rağmen kaygan zemin üzerinde koşuşturarak birbirlerine keskin sopalarla vuruyorlardı. Sobelemece oynuyormuş gibi duran çocuklar, resmen ölümü de aralarına almış, onun kendilerini yakalamalarına izin vermiyorlardı.
Kontrol, diye düşündü Cevza. Stefi'nin bahsettiği kontrol buydu; çocukluğundan beri öldürmeyi sıradan bir hamle gibi gören, ölmeyeceğini bilerek gururla gülümseyen çocukların bir gün kontrolü kaybedeceğini öngörmek zor değildi.
Belâgat'a ağaç yapraklarıyla süslü, cam bir kapıdan geçerek girdiğinde içerisini beklediğinden daha kalabalık buldu. Çoğu sarı ve yeşil ignalardan oluşan pek çok dişi ve erkek, ellerinde renkli ışıltılar ya da iksir şişelerini andıran cam kapsüller ile dört bir yanda dolaşıyordu.
Dışarıdan gömülü gibi duran beyaz çarkların içerideki kısmında devasa aynalar ve aynaların yüzeyinde de gizli kapılar vardı. Birkaç yeşil igna, aynaların içinden geçerek üst katlarda yeniden belirdi.
Geniş, kubbeli tavandan dolayı oldukça yüksek görülen alan bembeyaz, pembe çiçeklerden dolayı da hafif sevimli bir tonda parlıyordu. Birkaç kattan oluştuğundan, üst katlardaki ignalarda açıkça seçiliyordu ancak kalabalık görünmesinin başlıca sebebi bu değildi. Alanın çevresinde –bir sanat galerisinde bile görülecekten çok daha fazla- igna heykeli bulunuyordu. Bembeyaz, duvarlar ile uyum içinde olan heykeller bir igna boyutundaydı; bazılarının duruşları –ışıkla birlikte- hala hareket ediyormuş gibi görünmelerine neden olacak kadar kusursuzdu. Çoğunun avucunda ya da başının üstünde kırmızı ışıltılar dolaşıyordu ve diğer ignalar bu ışıltılara dokunarak onları okuyordu.
Cevza nereye gideceğini bilmediğinde yalnızca etrafta dolaşan birkaç sarı ignanın peşine takıldı. İgnalar sıcakkanlı canlılardı, bu yüzden her ne kadar gizli kibri taşıyor olsalar da kendi aralarında gayet konuşkan ve samimiydiler. Buraya bilgi öğrenmek için gelmiş, kitap okumaya niyetlenmiş olan ignaların yüzünde bile tebessüm dolanıyordu. Kaynayan bir gençlik ateşinin içine düşmüş gibi hisseden Cevza, aynı muhabbete dâhil olamadığı için üzülüyor değildi lakin bir nebze burukluk hissetti.
Cevza bu kalabalığın kendini bu kadar rahatsız edebileceğini düşünmediğinden, başta aralarında dolansa da sonra kendini Belâgat'ın sessiz ve gizli bölgelerine ilerlerken buldu.
Üst katlarda, üç farklı igna heykelinin ardına gizlenmiş bir aynayı fark ettiğinde beklemeden oradan adım attı. Herhangi bir şifre ya da koordinat belirtmediğinden ayna onu herhangi bir köşeye savurup, bıraktı. Tek ayağı üzerinde sekerek toparlanan Cevza, geldiği alanda kimseciklerin olmadığını görünce tebessüm etti. Kapüşonunu indirip, gökte dağınık bir şekilde süzülen ve karanlık duvarda beyaz bir yaprak gibi savrulan kalın yığınları seyretti. Havada eni iki karış, boyu ise belirsiz olan duvarlar süzülüyordu. Duvarların üzerinde kızıl ışıklar, ışıkların içinde de rünler geziniyordu.
Cevza, boşlukta süzülen duvarların olduğu alana geçebilmek için önce uçurumu andıran basamakların bitimine kadar inmeliydi. Duvarlara nasıl ulaşacağını bilmiyordu bu yüzden başını kaldırıp bir süre boş boş yukarıya bakınması istikrarla devam etti.
"Aradığın bir bilgi var mıydı, genç igna?" diye mırıldanan bir ses duyduğunda Cevza irkilip arkasına döndü. Parmak uçlarını kucağında birleştirmiş, başını hafifçe yana eğmiş olan sesin sahibi bir erkek gibiydi. Cevza, onun kimliğini ancak sesiyle tanımlayabilirdi zira yüzünde; beyaz, uzun angelisinin yüksek yakalarına tutturulmuş beyaz bir tül vardı ve yüzü bu şekilde kapatılmıştı. Adım atmaktan ziyade havada süzlüyormuş gibi bir edayla, bir elbiseyi andıran angelisi bir milim dahi havalanmadan ağırca Cevza'nın yanına geldi ve başını eğerek ona bakındı.
O yaklaştığı sırada da Cevza'nın boynu acıyana dek başını geriye atması gerekmişti. Adamın boyu yüksek heykellerle yarışacak kadar uzundu; genç kız onun yalnızca bel hizasına denk geliyordu. Angelisinin üzerindeki altın detaylara bakarak, onun sarı ignalardan biri olduğunu normal zamanda söyleyebilecek olan Cevza, duvarlardaki kızıl ışıkların yansımasıyla tülün altında belli belirsiz gördüğü çıplak ve buruşuk ten ile bu kararından hemencecik vazgeçti.
Örtünün altındaki baş bir ignanın sahip olacağı türden değildi.
"Tam olarak... Ne aradığımı bilmiyorum."
Parmaklar kendi arasında sırayla havalanıp indi ve adam, başını kaldırıp duvarlara bakındı. Cevza onun Belâgat'ın bu gizemli duvarlarından sorumlu kimse olduğunu düşündü. Üzerindeki sarı detayları daha koyu ve yoğundu, hatta omuzlarından dümdüz dökülen elbisesi diğer angelislerin aksine bir kalıba batırılmış altın yığını gibi kaskatı duruyordu.
"Sorularını söyle, cevapları vereyim," dedi adam.
"İ-isminiz ne?" dedi Cevza'da kibarca.
Adamın yüzündeki tül hafifçe havalandı, kızıl ışıklar kırılıp kısacık bir an onun burnunun olması gereken yere kadar düştü ve boşluğa çarpıp yoluna devam etti.
Cevza, o anda onun neden yüzünü gizliyor olduğunu merak etti; bir igna olmadığı için miydi yoksa bir ignanın bile korkmasına sebep olacak bir yüzü olduğu için miydi?
"Xui," diye mırıldandı adam. Öyle bir tonda söylemişti ki Cevza oradan kovulduğunu sanıp tuhaf bir kaçış hamlesi uygulamak üzereydi.
"Adınız bu mu?" Cevap gelmeyince bunun onay olduğunu varsaydı. "Ne yazık ki doğru soruları sorabileceğimden de emin değilim Xui," diyerek dürüstçe omuzlarını düşürdü Cevza. Yukarıya bakıp, duvarları işaret etti.
"Akaf'ın teknolojisinin dertlerime çare olarak cevapları tek hamlede önüme sermesi harika olurdu."
"Ben zaten bunun için buradayım," diyen adam başını hafifçe eğip, tek elini havaya kaldırdı. Diğer eli bir robotun bozuk kolu gibi olduğu yerde kalakalmıştı.
Havadaki elini boşlukta gezdirip, kendi hallerinde gezinen duvarları aniden uyardı ve sıkışık bir trafikteki araçlar gibi tüm nesneler hızla harekete geçti. Kendi içinde sarmal bir şekil oluşturarak düzenli aralıklarla dönmeye başladılar.
Ve bunların arasından kırık, yarısı devasa bir canavarın dişleri tarafından koparılıp atılmış gibi duran bir duvar öne doğru çıktı. Duvar onlara yaklaştıkça, üzerindeki kızıl ışıltılar da gittikçe arttı. Şimdi bir alevin harelerinden daha berrak bir ışık yüzlerini kızıla boyamıştı.
Cevza, bir milim ötesinde yükselen ve tam olarak göz hizasında durarak, kendi halinde nefes alan duvarın pürüzlü yüzeyinde parmaklarını gezdirdi. Üzerine alçı çalınmış bir mermer duvarı andırıyordu, parlak yerlerinde kendi buğulu yansımasını, çıkıntılı noktalarında ise rünlerin çıkış noktasını görebiliyordu. Tüm duvar, eski, kırık dökük bir kitaptı adeta.
Parmaklarını gezdirdiği yerlerde ışıklar onun ellerinden kaçmaya çalışır gibi dağıldı. Duvarın kırık noktalarından sızan hafif pembemsi ışıklar genç ignanın avuç içine doğru yol aldı. Cevza henüz düşünmeye bile vakit bulamadan aniden kulağına dokunan birinin varlığını sezdi. Tek eli havadayken bir anda başını çevirince kendini uçsuz bucaksız bir çölün ortasında buldu.
Öyle ki bu çöl, sonunu göremediği tepelerin ve bazı tehlikeli çukurların tamamı yosun yeşili kum taneleriyle doluydu. Sanki ince, koyu renkli bir kalemle sıra sıra, düzeni bozmayan çizgilerle çölün yüzeyi özenle çizilmiş gibi görünüyordu. Çöl, Cevza'nın durduğu noktadan itibaren –bir buz dağının kırığı gibi- ortadan yarılmıştı. O noktalarda kum taneleri usul usul havalanıyordu.
Cevza'nın bakışları anlık olarak şaşkınlıkla aralanmış ve yarığın içindeki karanlığa doğru çevrilivermişti. Ayaklarının hemen altından başlayan yarık, gittikçe genişliyor gibi duruyordu ve içinden, bir ölüye aitmiş gibi görünen sıska, devasa bir el yukarıya doğru uzanıyordu. Elin ten rengi gece mavisi tonlarındaydı lakin parmak uçlarından aşağıya doğru süt rengi ince bir sızı boşalıyordu.
Göğe yükselen el, gökten aşağı düşen açık renkli bir çemberi havada yakaladı. Cevza telaşla elini çekip dudakları üzerine örttüğünde çöl ve gizemli el aniden yok oldu ve Cevza, karanlık odaya geri döndü.
"O da neydi?" diye mırıldandı ve merakla yanı başındaki Xui'ye döndü. Xui'nin o anki yüzünü görebilmeyi çok isterdi lakin o, "Ne gördüğünü bilemem," diye yanıtlamakla yetindi.
"Bu ışıltılar..." dediğinde adamın yanıtlamasına gerek kalmadan dokunduğu her bir noktadan farklı bir sahne ya da ses duyabildiğini anladı. Bu, bir kitabı aynı anda –yazarın gözünden- filme dönüştürmekle eş değerdi. Elini yeniden yaslamadan önce, "Tuhaf bir çöl ve bir çemberi yakalayan el gördüm. Bu... Tam olarak hangi sorumun yanıtı olabilir ki?" diye sordu.
"Henüz bilmediğin bir bilinmezliğin sırlarını da görmüş olabilirsin, zaten biliyor olduğun bir gerçeğin izlerini de..."
Cevza yüzünü ekşitip, bunun hiçbir yararı dokunmadığını ifade etse de sonra elini yeniden aynı noktaya yaslayıp neler olacağını seyretti.
Ardındaki hadise aynıydı ancak karşısında daha ilgi çekici bir sahne vardı; ileride, yosun yeşili kumların üstünde yükselen bir taş yapı vardı. Bu yapı, dik konumlandırılmış bir dikdörtgen prizmasını andırıyordu. Kenarları oyulmuştu, böylece içindeki gizemli ışık kaynağı o oyuklardan dışarıya sızıyordu. Prizmanın altında ise dört bir yana açılan dört kiriş yer alıyordu.
Cevza'nın eli de tam olarak dört basamaktan oluşan merdivenin arkasındaki kendine doğru bakan kirişi işaret ediyordu.
"Beni duyabiliyor musunuz?" diye sorduğunda sağ tarafından Xui'nin kendini onaylayan sesini duydu. "İçeriye girebilir miyim?"
"Dilediğini yapmakta özgürsün."
Cevza, aldığı yanıtla ileriye doğru bir adım attı. Kirişin içinden geçti ve prizmanın merkezinde durup etrafına bakındı. O anda dışarıdaki çöldeki yarık genişledi ve el, havalanıp çemberi avucunda bir tur döndürdü. Sanki tuttuğu bir çember değilmiş te devasa bir yıldızmış gibi gök parladı ve Cevza, gözlerini yeniden araladığında kendini gökyüzünde, parlak bulutların üzerinde buldu.
Prizma hala daha yerli yerinde, başının üstünde bir şapka misali yükseliyordu ama bu defa kirişlerin arasından sızan kuvvetli bir rüzgâr vardı. Gökyüzünde asılı bir halde duruyordu. Gök şiddetliydi, hırslıydı. İvedilikte oradan oraya koşturan bir şimşek topluluğu yer edinmişti. Saniyeler önceki çölün dinginliği yerini yağan yağmurun öfkesine bırakmıştı. Karanlık hava, yağmurun şiddetli yağışıyla iyice göz gözü görmez hale getiriyor, prizmaya çarpan taneler basamakları sırılsıklam ediyordu. Çakan şimşeklerin ardından bir kadının çığlığı duyuluyordu. Gök gürlüyor, tamda o anda kılıçlar çarpışıyordu.
Biraz sonra Cevza, başını hafifçe dışarı uzatıp, gözlerini kısarak yağmurun ardında neler olduğuna bakacaktı ki aniden bir göktaşı son sürat önünden geçip gitti. Aslında onun, düşen bi uzay gemisi olduğunu çok sonra fark edecekti.
Korkup gerilediğinde bu defa ardındaki kirişin basamaklarına bir beden çarptı. Tıpkı bir insana benzeyen beden, çarpmanın etkisiyle vücudunun alt kısmını kaybetti ve iki büklüm bir halde basamaklara yığıldı. Ellerini yukarıya, Cevza'ya doğru kaydırdığında Cevza telaşla ilk basamaya inip onun kolundan uzandı. O anda tek amacı yardım edebilmek, neler olduğunu öğrenebilmekti ancak daha ikilinin parmakları buluşamadan adamın sağ kalan üst bedeni, kayıp gökten düştü.
"Neler oluyor?" diye mırıldandı Cevza. Xui ile iletişime geçmeye çalıştı ancak başarılı olamadı. Ne kadar yükseklikte, hangi mevkide ya da tam olarak neyin ortasında olduğunu bilmiyordu bu yüzden basamaklardan düşme riskini göze alamadı. Ara sıra prizmanın yüksekteki köşelerine çarpan bedenlerde vardı. Kimisi insana benziyordu, kimisi ise insan dışında her türlü canlıya.
Cevza'yı tedirgin edense bunun, bir savaştan farksız bir görüntü olduğunu bilmesiydi. Aklına düşen tek savaş, Morulas'ın en önemli savaşı olan Simurg Savaşı'ydı ve ölenlerin igna olma olasılığı onu kedere boğuyordu.
Yüzüne çarpan şiddetli rüzgâr onu prizmanın içinden savurup düşürmek üzereydi. İki kirişin birleştiği noktaya sırtını verip yüzünü döven saçlarını geriye attı. O anda bir beden, aniden prizmanın içine kadar girip merkeze düştüğünde Cevza'nın gözleri hayretle büyüdü.
Düşen beden, altından yapılmaymış gibi duran devasa kanatlara sahipti ve sırt üstü düştüğünden dolayı kanatları bükülmüş, kirişlerden dışarıya doğru taşıyordu. Prizmanın tek bacağını kırmıştı bu yüzden etrafa saçılan minik taşlarla birlikte tepelerinden yükselen yapı hafifçe eğim kazandı.
Cevza, eğilip kanatlı insana yardım edecekti ki karanlığı bir şimşek misali yaran bembeyaz bir beden bir süratle önünde belirdi. Bu, saç diplerinden ayakucuna dek bembeyaz bir hareyle kaplı bir kadındı. Tıpkı kanatlı varlık gibi o da bir hızla prizmaya çarpmıştı. Elinde büyükçe bir mızrak tutuyordu, acımasızca mızrağı kanatlı insanın başına doğru savurdu.
Kanatlı insan onu tekmeledi, prizmanın tavanına çarptı. Kırılan taşlar Cevza'nın başına düştüğü için dudaklarından küçük çığlıklar kaçmıştı. İkilinin savaşına karışmak istemezdi lakin kanatlı insan, mızraklı kadına baskın gelmeye başladığında onun daracık alanda savurduğu altın kanatlarının çarpmasıyla birlikte, prizmadan dışarıya savruldu. Yerçekimine engel olacak hiçbir gücü olmadığından karanlığın ve bir ok yağmuru misali delici yağışın arasında yere düşmeye başladı. Yardığı her bir bulutun arasında savaşan, birbirilerini öldürmek için çırpınan iki farklı ırkın rekabetini seyrediyordu. Başı bir sağa, bir sola dönüyor ve bedeni sert rüzgârın etkisiyle savrulup duruyordu.
Yere düşmesine belli ki çok bir zaman vardı zira Cevza'nın hızı arttıkça artıyordu. Çığlık atamıyor, korkusunu belli edemiyordu. Yalnızca tutunacak bir yer arayışında, bilhassa ırkların savaşının doğduğu noktayı görebilme telaşındaydı. O anda altın kanatları olan bir adam aniden ona çarptı ve ikili, kontrolsüzce farklı yerlere doğru savruldu. Tıpkı diğer bedenler gibi çarpışmaları şiddet yaratmıştı.
Cevza, o anda bir anda gözlerini kırpıştırarak araladı ve kendini Xui'nin önünde yere diz çökmüş bir halde buldu.
Biraz önce elini yasladığı beyaz mermer duvar şimdi yan yatmıştı ve Cevza, o duvarın üstünde yerde oturuyordu. Xui, tepeden ona elini uzattığında nefes nefese olmasını umursamadan ayağa kalktı ve uzatılmış eli tutup duvarın üstünden güvenli bölgeye atladı. O anda da duvar tekrar dikelip eski konumunu aldı.
"Bir savaş gördüm," diye soluyan Cevza, gerçekçi görüntüler sebebiyle kendine gelememişti. Hala daha düşüyormuş gibi sırtında rüzgârın gücünü hissediyordu. Nefes nefeseydi. "İki farklı ırk vardı, ikisini de daha önce görmedim. Kim... Ne için saldırıyordu bilmiyorum."
Xui, sessiz bir şekilde onu dinlerken avucunu kaldırıp duvarı eski konumuna, sarmal yapının olduğu bölgeye yolladı. Ellerini dizlerine yaslamış olan Cevza dikelip angelisini düzelttiğinde de parmaklarını birleştirip arkasını döndü. Daha fazla bilgiyi kaldıramayacağı konusunda ikisi de hemfikir olmuştu.
"Neden bir savaş gördüm?" diye sordu Cevza.
Xui, tok sesiyle onu kibarca yanıtladı. "Belli ki gelecek savaş hakkında konuşan tellallar seni ürkütmüş."
"Kimi ürkütmüyor ki..." diye söylenen Cevza, "Gördüğüm Simurg savaşı olabilir mi?" dedi.
"Okuduğun duvar, Morulas'ın dış diyarlarında bulunan hasideleri anlatan bir desteydi."
"Ne? Morulas'a ait bir belge vermediniz mi bana?"
"Cevaplar istediğini söylemiştin."
"Neden cevaplarımın Morulas'ta olmadığını düşündünüz?"
"Kararları veren ben değilim genç igna," diyerek parmaklarını ritmik bir şekilde kaldırıp indirdi, beyaz örtülü adam.
Cevza, onun yanında ilerlemeye başladığında kendini devenin yanında pire gibi hissetmişti. Adam, gerçekten ince uzun bir sütunu andırıyordu. Alandan uzaklaşmadan hemen önce Xui, bir kürsünün ardından sarı ışıltılar toplamıştı.
"Morulas'ın dış diyarlarında savaş hala devam mı ediyor yoksa?"
"Savaş her daim vardır. Boyutlarda savaşın olmadığı tek bir zaman dilimi bile yoktur. Şu anda başka bir boyutta yüzyıllardır devam eden savaşlarda var."
"O kadar uzun mu..." diye mırıldanan Cevza, yeniden zaman farkından bahseden adamın anlamsız cümlelerini dinledi. Yüzyılların birkaç dakikaya bedel olabileceği, aynı zamanda tersinin de geçerli olduğunu birkaç kez tekrar etti. Bundan hiç rahatsız olmuyor gibi görünüyordu. Pürüzsüz telaffuzundan dolayı onun tekrar eden kelimelerini dinlemekte pek rahatsız edici değildi.
"Gördüğün savaşta yağmur yağıyor muydu?" diye sordu. "Evet, nereden bildiniz?"
"Öyleyse Heyulaların savaşını görmüş olmalısın."
"Anlamadım," diyerek yüzünü buruşturdu Cevza. "Yağmurla ne ilgisi vardı?"
"Basitçe..." diyerek hırıldadı adam. "...Onlar yağmur tanesi değildi. Gördüklerin, ölen Heyulaların cesetleriydi."
Cevza'nın kaşları merakla havalandı. "N-nasıl yani?"
"Heyulalar boyut arası savaşan bir ırktır; kendilerine ait bir bedenleri yoktur. Onlar düşünce varlıklarıdır bu yüzden görüşünleri çoğu zaman bir bulut kümesini andırır." Cevza, bembeyaz bir beden gördüğünü hatırladı. "Amaçları boyut kapılarını hayatları pahasına korumak ve kirli ırkların savaş nidalarının yankılanmasına engel olmaktır.
Ve onlar öldüğünde, ölen ruhlarının ardından kalan parçalar diğer boyutlara dağılır. En yakınındaki boyutta cesedinin bir yansıması açığa çıkar ve bunlar, birer yağmur taneleridir."
"Yani onlar öldüğünde yağmur tanesi olarak mı düşüyor?" Xuie başını salladığında, "Ama gördüğüm savaşta çok... Çok şiddetli bir yağış vardı," dedi. Xuie bunun için üzgün olduğunu söyledi. Cevza'nın gördüğü savaş her ne içinse, Heyula ırkı büyük kayıplar veriyordu. Saçlarına çarpan, duvarları döven ve bulutları yarıp geçen her bir damlanın bir şehit olduğunu düşünmek kalbini yormuştu.
"Boyutlar arası bir ırk olduğunu ve bedenleri olmadığını söylediniz. Aynı şekilde bedensiz bir ruh, tıpkı onların cesedinin dağıldığı gibi boyutlara dağılabilir mi?"
"İlginç bir soru," diyen adam önce biraz düşündü. "Aslında altıncı boyutta yaşanan her gök olayı diğer boyutlara yansır," dedi. Cevza hemen altı numaranın neyi simgelediğini hatırladı. "Gök; gecesiyle ve gündüzüyle diğer boyutlar için bir ulaktır. Eğer ki bir yağmur yağıyorsa, Heyula ırkının ölüleri bir bir yeryüzüne düşüyor demektir. Eğer ki bulutlar çarpışıyorsa, aslında orada ordular çarpışıyor demektir. Yeryüzüne bir yıldırım düşmüşse, bilinmelidir ki yasak silahlar açığa çıkmış ve patlamıştır.
Savaşlar ya da benzeri büyük olaylar gökten kolaylıkla okunur."
Cevza gözlerini kırpıştırdı ve daha önce, Dünyada'yken seyrettiği bulutları hatırladı. Orada pek çok kez hayvanlar, ejderhalar, sevgi dolu bakışlar ya da farklı dillerde yazılar görürdü; bunların birer hayal ürünü olduğunu ve aslında bulutların öylesine sürüklendiğini sanırdı. Ya da gökyüzü şiddetli bir yağmurla şahlanmışsa bunun, doğal bir olay olduğunu söyler geçerdi. Gökyüzü onun için her zaman seyredilmesi ve yorumlanması gereken bir manzaraydı ancak bunların gerçeklik payını hiç düşünmemişti.
Morulas'a geldiği gün, Bekir Amca'nın hayal dünyasını anımsamadan edemedi. Gökyüzünde her devasında bir savaşın ya da bir katliamın izlerini gördüğünü söylerdi. Şimdi geri dönüp ona haklı olduğunu anlatmak için nelerini vermezdi...
"Bu Morulas'ta yağan bir yağmurunda aynı anlama geldiğini mi gösterir?"
"Bu, Morulas'a felaketin geldiğini gösterir."
Cevza yutkundu, önüne düşen tutamlarını toparlayarak vakit kazanmaya çalıştı.
"Gördüğüm savaş nereye aitti?"
"Çok uzak bir yere değil. Morulas ile yakın bağı bulunan bir savaşı görmüş olmalısın."
"Bir prizmanın içindeydim, dört yanımda kirişler vardı. Onlarla temasa bile geçtim. Onlar beni görebiliyor muydu?"
"Geçmiş kayıtların içinde seyahat ettin; onlar seni şimdiki sen olarak göremezdi. Daha önce orada, 'dört kapı' dediğimiz yapının içinde bulunan bir bedenin hafızası ile iletişime geçtin."
"Kimdi?" dedi hemen Cevza. "Agneya mı?"
*Akaf'taki tek kütüphane
Bölüm sonu köşemiz
Sizce Cevza, Agneya hakkında aradıklarını bulabilecek mi?
Hırsız olmadığını ispat edebilir mi?
O bir hırsız mı?
Xui, ona neden dış Morulas'tan bir anı gösterdi?
Yağmur taneleri neyi işaret ediyor?
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top