4
Güzel cumalar sevgili okurlar,
Bölümler azıcık uzun aralıklarla geliyor, öncelik vermem gereken başka işlerim var bu dönemde; ama panik yok, buradayım, devam ediyorum :) Sizi asla bırakmam!
Hepinize keyifli okumalar.
E.Ç.
***
I'm still bruising
'Cause I'm only human
***
"River?"
Böyle demişti aramıza katılan beşinci ses. Tek bir kelimeyle nefes ciğerlerimden çekilmiş, yerine metan gazı dolmuştu, ama hayır, bu panik bana ait değildi. River'ın telaşı benim göğüs kafesimde büyüyor, her an huzursuzluğumu besliyordu. Ne yaptığımı fark etmeden ben de onunla sese doğru dönmüştüm.
Vance...
River'ın kafasının içindeki tüm boşluk bu isimle doluydu şimdi. Vance... Buradaydı. Neden buradaydı? Ne biliyordu? Ne görmüştü? Oğlan üzerine gelirken River'ın kafasındaki sorular çoğalıyor, korkusu benim midemi yakıyordu.
Vance...
Elbette onu tanıyordum. Elbette onu araştırmıştım ve elbette, onu sevmiyordum. Neden mi? Çünkü o, benim bu hayatta asla elde edemeyeceğim her şeye sahipti. Mükemmel bir hayat, geniş bir aile, arkadaşlar, güzel anılarla dolu bir geçmiş, umut dolu bir gelecek ve elbette... River... Kusursuzdu Vance. Bana kendimi olduğumdan da yetersiz hissettirecek kadar kusursuz... Damarlarında akan asil kanla hayata bir sıfır önde geldiği yetmezmiş gibi, siyaset, adalet ve ekonomiye yön veren, birbirinden önemli atalarla dolu bir ailenin ortasında, müthiş bir ilgi ve büyük bir servetin içinde büyümüştü. Alnına dökülen altın rengi perçemleri, gri gözleri, atletik vücudu ve yersiz onlarca özelliğiyle kendini beğenmek hakkıydı sanırım. Bense onunla aynı havayı soluduğumuz her an kendimden biraz daha nefret ediyordum.
"Vance?" dedi River oğlan yanına ulaştığında. "Sen... Sen nasıl..."
"Milli haber verdi," dedi Vance. Eli anında River'ın yanağına uzanmıştı. "Sen iyi misin?" Gözleri patlayan pencereyi, ayaklarımızın altına saçılmış cam kırıklarını taradı. "Ne oldu burada?"
Milli, River'ın yanında gelen arkadaşı olmalıydı. River ihanete uğramış gibi ona baktığında kızın suratı ağlamaklı olmuştu. "Senin için endişendim Rivs," dedi özür diler gibi. "Aklıma Vance'i çağırmaktan başka fikir gelmedi."
Bu durumun River'ı rahatlatmak bir yana delicesine tedirgin ettiğini görebiliyordum. "Bir... Bir şey yok," diye kekeledi. "Bir kaza oldu. Önemli bir şey değil. Hadi, gidelim buradan."
Benden, ona hatırlattığım her şeyden, olabildiğince çabuk kaçmak istiyordu River. Hışımla arkasını dönmüş, Vance'i de beraberinde çekiştirmişti. Buna rağmen gözlerinin son bir kez bana kaymasına engel olamadı. Tüm endişelerinin altında cılız, çok ama çok cılız bir merak saklandığını hissediyordum. Korkarım o merak değil beni tanıması, açıklamamı dinlemesi için bile yeterli değildi.
"Vance!" diye üsteledi erkek arkadaşı onunla hareket etmediğinde. "Hadi!"
Ama Vance kımıldamıyordu. Gözleri River'da değil, benim üzerimdeydi artık. O gözlerde öyle bir ışıltı vardı ki... Vance'in bakışlarını derimin altında hissediyordum resmen. Damarlarımın arasına buzdan sarkıtlar uzuyor, içimi ürpertiyordu. Ondan yayılan öfke değil, adlandıramadığım başka bir duyguydu. Yersiz bir heyecan... Tedirgin edici bir merak...
"Kim bu Rivs?" dedi ilgiyle.
River'ın ei ayağına dolanmıştı. "Kimse değil," dedi hemen. "Hadi, gidelim. Derse geç kalıyoruz." Arkasını dönmek istemiş, ama Vance bir kez daha hareketine engel olmuştu.
"Sen osun değil mi?" diye sordu. Muhatabı kız arkadaşı değil, bendim. Kaşları büyük bir problemi çözmeye çalışır gibi çatılmıştı. Sesinde onu sevmememi haklı çıkartacak bir kanıt yakalamaya çalıştım. Burnu büyüklük, küstahlık, şımarıklık... Yoktu.
River'ın gözleri cevap vermemem için haykırıyordu. Kalbi panikten yerinden çıkacaktı. Konuşmasa da sesi kafamın içinde çığlık çığlığaydı. Sus, sakın anlatma, git, çık hayatımdan! Vance'in beni öğrenmesini istemiyordu. Vance'in onda bir gariplik olduğunu düşünmesinden delice korkuyordu. Ben, onun ödünü koparan o garipliktim. Normal hayatını mahvedeceğini düşündüğü bir anomali... Mideme oturan ağır bir taş gibi bu gerçeği yutkundum. Onun benden nefret etmesinden ve bu duruma üzüldüğüm için kendimden nefret ettim. Yalan yok, karşımdaki oğlanın suratına kusmak istediğim tonlarca farklı cevap vardı. River'ın duymaya tenezzül etmediği cevaplar... Yine de boğazıma dizilmiş söylenmeyi bekleyen onca sözle birlikte kalakalmıştım.
Kimse ona cevap vermediğinde "Evet," diye onayladı Vance kendini. "Sen osun. River'ın aradığı oğlansın sen."
River'ın aradığı oğlan... Demek River ona benden bahsetmişti. Daha doğrusu bahsetmek zorunda kalmıştı.
"Neden onu bulduğunu bana söylemedin?" diye sordu Vance omzunun üstünden River'a dönüp.
Birkaç adım öteden dehşetle bizi izliyordu River. Gözleri o kadar ıslaktı ki cam gibi pırıl pırıldı artık. "Onu ben bulmadım," diye mırıldandı. Öyle korkuyordu ki Vance onun hakkında kötü düşünecek diye... Öyle üzgündü ki... Sırf bu sebepten bile buradan defolup gitmek istiyordum.
"Bir hataydı," dedim. Sesim bana ait değildi sanki. "Buraya hiç gelmemem gerekirdi."
Arkamı döneyazmıştım ki "Bekle!" dedi Vance. "Liam... İsmin Liam değil mi? Sen komadan uyanan çocuksun." Cevap vermediğimde sıkmam için elini uzattı. "Ben Vance. Vance Byron."
Onu zaten tanıdığımı, tüm hayatını araştırdığımı bilemezdi elbette. Eli havada öylece bekledi bir süre. Bir türlü karşılık almadığındaysa kolunu indirdi.
"Bak Liam, River'ı nasıl buldun bilmiyorum, ama burada olduğuna göre sen de bazı cevapların peşinde olmalısın. Ben uzun süredir aynı cevapları arıyorum ve birbirimize yardım edebileceğimizi düşünüyorum. Haksız mıyım?"
"Vance lütfen!" diye uyardı River. Varlığını sevgilisine hatırlatmak istercesine yanımıza geri gelmiş, onun bileğini tutmuştu. Karşılık olarak Vance onun elini sıktı ve devam etti.
"River çok zor birkaç ay geçirdi. Açıklaması zor olaylar geldi başına. Ona yardımcı olmak istiyorum, ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum. Yaşadıklarının..." Doğru kelimeleri bulmak için duraksadı. "Normal olmadığının farkındaydım." Gözleri bir kez daha ayağımızın altındaki kırıklara kaymıştı. Yeniden yüzüme kaldırdığında heyecanı bir çakmak gibi irislerinde parladı. "Belli ki tüm bunların seninle bir ilgisi var."
Beynim duyduklarını anlamlandırmaya çalışırken bakışlarım Vance'ten River'a, ondan Nova'ya kaydı. Milli dahil hepimizi afallatmayı başarmıştı Vance. Dudaklarım söyleyecek tek bir söz bile aklıma gelmediği halde aralandı. River benzer bir şaşkınlıkla sevgilisine bakıyordu. İkimizin şokunu da umursamadan biraz daha bana yaklaştı Vance.
"River bu konuda konuşmak istemiyor. Ona yardım etmeme de izin vermiyor. Şu ana kadar onun kararına saygı gösterdim, ama bu durumun kendiliğinden çözülmeyeceğini biliyorum. Neler olduğunu anlamamız lazım. Daha fazla River'ın böyle üzüldüğünü görmek istemiyorum."
Şefkatle sevgilisine bakıp yanağını okşadı Vance. Bakışlarımı istemsizce yere çevirmiştim, yine de River'ın başının onun avucunun içine yerleştiğini görmekten kaçamadım. İçtiğim kahve midemde çalkalanıyordu. Yersiz duygularımdan bihaber, Vance yeniden bana dönmüştü.
"Sen bize yardım edebilirsin, değil mi Liam?" diye sordu. "Şimdi burada olduğuna göre, sonunda River'a ne olduğunu anlamamızı sağlayabilirsin."
River'la aynı anda başımızı iki yana salladık. Ben, daha kendime bile nasıl yardım edeceğimi bilmediğimden, River'sa değil benden yardım almak, beni görmeye bile tahammül edemediğinden...
"Ben..." diye başladım. Bunu yapamam, diyecektim.
"Vance..." demişti River. Asla olmaz, diyecekti muhtemelen.
Milli'nin arkadaşını destekleyeceğine, Nova'nın da duruma bilimsel bir açıklama getireceğine emindim, ama Vance ne beni ne River'ı ne Milli'yi ne de Nova'yı dinleyecek gibiydi. Hayatı boyunca istediği her şeyi elde etmiş bir adamdı o ne de olsa.
"Bunu ayak üstü konuşmayalım," dedi hepimizi susturup. Kimsenin ona karşı çıkmamasına öyle alışmıştı ki itirazlarımızı duymuyordu bile muhtemelen. Kaşla göz arasında cüzdanına uzanıp bir kart çıkarmış, elime tutuşturmuştu. "Bu akşam bizim eve gel. Adres kartta yazıyor. İstersen şoförün seni almasını ayarlayabilirim. Rahat rahat sohbet ederiz. Konuşacak çok şeyimiz var."
Bir an boş boş karta baktım. Gerçekten o eve gittiğimi, bu çocuğun karşısına oturduğumu ve geçmişimi, şimdimi, geleceğimi onunla tartıştığımı düşündüm. River da bizimle olacak, aramızdaki bağı çözmemize yardım edecekti pek tabii. Tanrım... Böyle bir ihtimali aklımdan geçirmek bile neredeyse imkansızdı. Jayla'nın daha ilk günden sırrımı zengin züppenin biriyle paylaştığımı öğrendiğinde vereceği tepkiyi düşünemiyordum bile, ama tüm bu nedenler değil, River'a tek bir kez bakmak ve gözlerindeki çaresizliği görmek kartı anında geri uzatmama neden olmuştu.
"Üzgünüm," dedim. "Bir hata olduğunu söyledim. Ben, size yardım edemem. Bir daha karşılaşacağımızı da sanmıyorum."
Vance'in gözlerindeki ışığı koyu bir gölge yuttu anında. Dudaklarındaki tebessümü korumayı başardıysa da aldığı cevabın yarattığı öfke kaşında seğirmişti. Evet, kesinlikle ilk kez birinden hayır cevabını alıyordu Vance. İyi şanslar parlak çocuk. Onu bu travmasıyla baş başa bırakıp arkamı döndüm.
"Hadi Nova."
Nova, kısa bir tereddüttün ardından peşime takılmıştı. Asaleti izin verse Vance de arkamdan gelir, beni durdurmaya çalışır, bir şekilde istediğini elde edene kadar beni bırakmazdı ya, bir heykel gibi sessizce dikilmiş ve uzaklaşmama izin vermişti. Her adımımda River'la aramızdaki mesafe açılıyor, bir kez daha onun varlığı bedenimden çekiliyordu. Rahatlamam gerekirdi aslında. Onca öfke, o taşıması imkansız korku, olanlara duyduğu nefret, olacaklar için duyduğu kaygı... Hayatım bana ait olmayan tüm bu duygular olmadan da yeterince çekilmezdi zaten. Çekilmezdi, ama...
Bu yükün yanında bedenimi terk eden bir şey daha vardı. River'la aramıza giren her metreyle ruhumda yeniden delikler açılıyordu sanki. Uzuvlarım hissizleşiyor, midemdeki boşluk büyüyor, kalbimdeki nedensiz özlem büyüyordu. Koridorun sonuna doğru eksilerek ilerliyordum. Kendimi bildim bileli hep eksik bir adamdım ben zaten. Aylarca ismini koyamadığım yalnızlığın nedenini tam idrak etmişken şimdi, kendimi sonsuza dek o yalnızlığa mahkum etmeye gidiyordum. Sanki başka bir şansın var da Liam... İçimde son bir kez River'a bakma isteği öyle büyüktü ki, başım istemsizce omuzuma dönmüştü. Yine de kendimi zapt etmeyi başardım, ta ki Vance'in sesi beni yerime mimleyene kadar.
"River'ın sana ihtiyacı var Liam. Onun sana ihtiyacı olduğunu biliyorsun."
Görünmez bir duvara toslamış gibi durdum. Kendimi kontrol etmemi sağlayan tüm kayışlar eş zamanlı kopmuş, başım hışımla Vance'e dönmüştü. Attığı oltayla beni yakaladığını biliyordu Vance, kolları göğsünde bağlı, bakışları eskisinden de kendinden emindi.
"River'ın sana ihtiyacı var," diye tekrar etti sözlerini beynimin tüm kıvrımlarına kazımak istercesine. "Madem onu yüz üstü bırakacaktın, neden buraya geldin?"
Ne? Ne? Ne? River'ı yüz üstü bırakmak mı? Hem de onun bana ettiği onca laftan sonra... Pek çok duygu birbiriyle çarpıştı kalbimde. Vance'e sözlerini yedirme isteği bir volkan gibi patlayıp tüm düşüncelerimi küle çevirmişti. Bedenim avını yakalamaya hazırlanan vahşi bir hayvan gibi öne eğildi. Sonra, River'la göz göze geldik. Yeşil gözlerinden taşan korku, buz gibi bir nehir olup üzerime boşaldı ve yaşama enerjimle birlikte tüm ateşimi söndürüverdi. Hayır, yanılıyordu Vance. River'ın bana değil, benim ona ihtiyacım vardı. O yüzden gelmiştim bugün buraya ve hayır, ben ona değil, o bana ihanet etmişti. Bana sırtını dönen, beni yüzüstü bırakan River'dı.
Söylemek istediğim ne varsa genzimde yükselen hayal kırıklığıyla boğdum ve son kez arkamı döndüm. Bu defa Vance beni durdurmaya çalışmamıştı. Bu defa, hiçbir şey beni durdurmazdı zaten. Köşeyi döndüğüm an, o, River, yaşananlar, söylenenler, kötü bir anı gibi arkamdaydı artık. Her metreyi öncekinden de hızlı alarak buradan araştırma merkezinin güvenli kollarına kaçıyordum.
"Liam!" diyordu Nova peşimden koştururken. Liam nereye? Liam bekle. Liam dur. Liam bir dakika. Başkanla görüşmemiz var Liam, unuttun mu?
Unutmamıştım. Sadece, o görüşmenin hiçbir önemi yoktu artık. Nasılsa bir daha buraya dönmeyecektim. Beklemek, durmak, daha fazla bu okulda kalmak istemiyordum. Bu duvarların ortasında geçirdiğim her an, bana buraya gelirken yaşadığım heyecanı, büyük beklentilerimi, o saf umudu hatırlatıyor, salaklığım beni kanser ediyordu. Öyle ki, ana kapıya ulaştığımda, ikinci kez düşünmeden kendimi daha saatler önce beni felç eden kalabalık sokağa atmıştım. Korkunç uğultunun kulaklarıma dolmasına, kafamın içindeki seslerin üstünü örtmesine izin verdim. Ne garipti, şehrin beni sersemleten kaosu, kalbimdeki kıyamete kıyasla bir hiç sayılırdı. Asıl korkmam gerekenin bu elektrik yüklü sokaklar olmadığını anlamam için River'ın beni çarpması lazımdı demek ha? Harika!
"Liam, lütfen biraz durur musun?"
Sonunda otoparka varmıştık. Hala beni sakinleştirmeye çalışıyordu Nova. Hala bana yardım edebileceğini sanıyordu. Sadece susup beni kendi karanlığımla baş başa bıraksa ne olurdu ki?
"Bir dur da sakince konuşalım," diye üsteledi. "Ne demek istedin içeride? Bir daha karşılaşmayacağız ne demek? Sahiden vaz mı geçeceksin?"
"Kapıyı aç Nova," dedim sorularını duymazdan gelip. Öfkem ona karşı olmasa da sesim hiç olmadığı kadar sert çıkmıştı. Olduğu yerde iyice küçüldü Nova. Yine de konuşmayı başarmıştı.
"Bu şekilde kaçmak hiçbir şeyi çözmeyecek Liam."
"Nova! Kapıyı aç!"
"Tamam ama şimdi gidersen..."
"Yeter Nova!"
Bir anda ona doğru döndüm. Bir anda bedenimde bir şimşek çaktı. Daha sesim ona ulaşmadan tenimden fışkıran fırtına Nova'ya çarpmış, onu sırt üstü yere devirmişti. Etrafımızdaki arabaların aynı anda ötmeye başlayan alarmları bir koro gibi sardı etrafımızı. Dünyayı bana ve yapabileceklerime karşı uyarmaya çalışıyorlardı sanki. Hayır, bunu ben yapmamıştım. En azından, yapmak istememiştim, ama yerdeydi Nova. Kocaman açılmış gözleriyle düştüğü yerden dehşetle yüzüme bakıyordu. Nasıl? Nasıl olabilmişti ki bu? Aylarımı araştırma merkezinde geçirip bir kalemi ileri geri oynatmaktan öteye geçememiş ben, nasıl tek arkadaşıma zarar verebilmiştim?
"Nova!" dedim kendimi hemen onun yanına atıp. "İyi misin?"
Başını hızla aşağı yukarı salladığı halde kesinlikle iyi değildi. Özür dilediğimi duyduğunu bile sanmıyordum. Ayağa kalkmasına yardım etmek istedim, ama ona uzandığım an geri sıçramıştı. Bir anlık, refleksi bir tepkiydi bu. Hemen pişman olmuştu zaten. Hüzünle bana baktı sanki yaptığını geri almak istercesine, ne yazık ki bu andan sonra söyleyeceği hiçbir söz gerçeği değiştirmeyecekti. Nova, benden korkuyordu. Tıpkı River gibi... Onun beni gördüğünde verdiği tepki yeterince sarsıcı değilmiş gibi şimdi de Nova'nın gözünde bir canavardım. İstemsizce geriledim. Aramıza giren mesafenin onu rahatlatacağını umarak...
"Üzgünüm," diye mırıldandım.
Çok üzgündüm, gerçekten, çok çok çok üzgün. Boğazımda koca bir yumru büyüyor, yapabileceğim tüm açıklamaları yutuyordu. Bugün girdiğim tüm savaşlardan mağlup, yara bere içinde, kırıklarla çıkmayı başarmıştım.
"Lütfen buradan gidelim," dediğimde bu kez Nova beni aksine ikna etmeye çalışmadı. O da bir an önce benden kurtulmak istiyor olmalıydı. Bir daha benimle konuşabilecek miydi, ona bile emin değildim. Her an kontrolden çıkabilecek, tehlikeli bir deney olduğumu kanıtlamıştım. Hem ona hem de kendime...
Sessizce arabanın koltuğuna yerleştiğinde Nova'nın direksiyonu tutan elleri öyle titriyordu ki, gözlerimi kaçırıp camdan dışarı diktim. Tahmin ettiğim gibi yol boyunca ağzını açmamıştı Nova. Arada bir bakışlarının bana kaydığını, dudaklarının aralandığını fark ediyordum, ama o da benim gibi doğru sözcükleri yan yana getirmeyi başaramamıştı. Sonunda araştırma merkezine ulaştığımızda ona daha fazla işkence çektirmemek için kendimi dışarı attım hemen. Nova da peşimden arabadan inmişti anında. Bir şeyler diyecekmiş gibi yüzüme baktıysa da söyleyeceklerini duymaya cesaretim olmadığından son bir kez "Üzgünüm," dedim ve onu beklemeden odamın yolunu tuttum.
Normalde olsa Nova asla yalnız bırakmazdı beni. Her şeyden önce kapılardan geçmek için onun yetkisine ve yaka kartına ihtiyacım vardı. Buna rağmen geride kalmış, tek başıma uzaklaşmama izin vermişti. O an yalnızlık bir kurşun gibi etime saplandı. Gözümü açtığımdan beri sahip olduğum en güçlü duyguydu o, ama hiçbir zaman şimdiki kadar ölümcül olmamıştı. River yoktu. Nova yoktu. Ailem, arkadaşım, geçmişim... yoktu. Köksüz kalmış bir ağaç gibi yaprak yaprak çürüyordum olduğum yerde.
Ancak şimdi anlıyordum, bu sabaha kadar hep bir umut vardı içimde. Devam etmemi sağlayan buydu. Rüyalarımda beni yalnız bırakmayan River'ın, uyanık dünyadaki boşluğu da doldurabileceğini inanmıştım. Jayla'nın tutunmamı öğütlediği çapa River'dı. Gözüm kapalıyken de açıkken de... Şimdi, onun olmadığı bir gerçeklikte neye sarılacaktım ben? Bildiğim tek geçmiş de elimden gittiğine göre, nasıl adım atacaktım geleceğe? Hele de etrafımda elimden tutacak kimse kalmamışken?
Bana cevap verir gibi bedenim her adımımda gücünü kaybediyordu. Ayaklarımı sürüye sürüye, karşıma çıkan uzmanlara kapıları açtırarak odama kadar ulaşmayı başarmıştım, ama içeri girdiğim an bacaklarım iflas etti. Sırtımı kapıya yaslayıp aşağı kaydım ve olduğum yere yığıldım. Boşluğa bakarak öylece durdum. Beş dakika, on dakika, bir saat, iki saat... Duvardaki saat zamanın aktığını söylüyor, bense aynı salisenin içinde bekliyordum. Nova olanları çoktan ekibe anlatmış olmalıydı. Jayla hala beni sorguya çekmediğine göre ya o bile sonraki adımına karar verememişti ya da tamamen benden ümidi kesmiş, beni kendi halimde yok olmaya terk etmişti.
Böylesi daha iyi, diye düşündüm. Kime ne anlatacaktım ki zaten? River'la aramdaki bağ eskisinden de anlaşılmazdı artık. Onun hislerini kendiminmiş gibi yaşamak, düşüncelerini bir şarkı gibi dinlemek, varlığıyla tamamlanmak, yokluğuyla parçalanmak... Sanki komaya girdiğimde kaybettiğim yarımdı River. İsmini koyamadığım, bende eksik kalmış ne varsa onda vücut bulmuştu. Bir de ona dokunduğumda açığa çıkan enerji vardı tabii. Diğer her şeyi uyduruyorduysam da yol açtığımız yıkım benim hayal ürünüm olamazdı. Olamazdı, ama... Hepsine arkasını dönmüştü River. Bana, arkasını dönmüştü.
Yere kıvrılıp başımı kollarımın arasına sakladım ve her şeyden kaçabilirmiş gibi gözlerimi sıkıca yumdum. Öyle yorgundum ki... Düşüncelerimin beni uyutmayacağına emin olsam da çok geçmeden rüya aleminin ortasında kalmıştım. Ne göreceğimi zaten biliyordum. Kendimi on yaşındaki Liam'ın gözleriyle dünyayı seyretmeye, onun küçük kalbiyle acıyı yaşamaya hazırladım, ama hayır, bu defa çocukluğumun kenar mahallesinde, kazanın gerçekleştiği o malum günde değildim. Ezberlediğim anı yerine, önümde bir koridor uzanıyordu şimdi. Bembeyaz, kapısız, insansız. Sağım, solum, tavan farklı boylarda, içleri boş, onlarca beyaz çerçeveyle kaplanmıştı, ama en sıra dışı olan şüphesiz ki ayaklarımın altından sonsuzluğa akan suydu.
O suya katılıp ilerlemek istediysem de beni taşıyacak bacaklarım yoktu. Hiçbir yerde ve aynı anda her yerdeydim sanki. Bir şekilde görüyor, hissediyor, ama bedenimin ağırlığını taşımıyordum. Kısa bir an bu özgürlük hoşuma gitti. Sonra, çerçevelerin içindeki beyaz boşlukların dolmaya başladığını fark ettim. Kekremsi his de aynı anda olmayan bedenimi vurmuştu. Ne olduğunu söyleyemezdim, ama bir yanlışlık vardı. Bu koridorda, bu duvarlarda, akan suyun sakinliğinde, bende...
Çerçevelerin köşelerinden merkezlerine doğru ilerleyen gümüşi sıvı, ağır ağır, hepsinin içini parlak bir yüzeyle dolduruyordu. Dönüşüm tamamlanıp tüm boşluklar aynalarla kaplandığında onlarca yansımamla göz göze gelmeyi bekledim, oysa bu alemde Liam'ın bir cismi yoktu. Yüzeyleri kaplayan da benim suratım değil, anlamlandıramadığım görüntülerdi. Daha önce görmediğim sokaklar, tanımadığım insanlar, bilmediğim yaşamlar... Koridora saçılmış dev bir yapboza bakar gibi parçaları birleştirmeye, anlamlı bir resme ulaşmaya çalıştım, ama aynaların gösterdikleri sürekli değişiyordu. Bir an sonra yüzlerce, binlerce televizyondan farklı bir filmi izler gibiydim.
Bedenimin olmamasına sevinmeliydim sanırım, aksi halde izlediklerini takip etmeye çalışan beynim patlardı. Rüyanın içindeki Liam ise bir şekilde her şeyi görüyor, tüm kesitleri takip edebiliyordu. Parkta babasıyla oynayan kız çocuğu, buzda kayıp düşen polis memuru, kahvesini yudumlarken yolu izleyen kadın, kalp krizi geçiren yaşlı adam, ambulansa çarpan araba, ilk yıllarını kutlayan çift... Onlarca, hayır yüzlerce hayata bakıyordum farklı pencerelerden. Gözlerimle görmüyor, varlığımla içime çekiyordum tüm bu insanların sevinçlerini, korkularını, hüzünlerini. Öyle hızlı ve aynı zamanda öyle yavaştı ki görüntüler, her biriyle aynı anın içindeydim sanki.
Zaman akıyor, izlediğim yüzler değişiyor, başka başka hayatlardan kesitler önüme dökülüyordu. Neden? Nasıl? Hiçbir şey bilmiyordum. Hiçbir şey düşünemiyordum. İçime akan her duyguyla genişliyor, giderek duvarların arasına sıkışıyordum sanki. Baskı arttıkça görüntülerin akışı da hızlanmıştı. Nasıl bitecekti bu şov? Ne kadar daha fazlasını kaldırabilirdim? Ne anlamam gerekiyordu izlediklerimden? Derdimi anlatacak dudaklarım yoktu, ama zihnimde şekillenen her soruyla koridor bana cevap veriyordu adeta. Bazı çerçeveler bir fener gibi parlamaya başlamıştı.
Tüm dikkatimi o çerçevelere verdim. Akan film artık takip edebileceğimden de hızlıydı, ancak kesik kesik görüntüler yakalıyordum. Karşımdaki süratle değişen fotoğraf kareleriydi. Bir sokak... Aşina olmadığım bir yol... Alçak binalar, yan yana dizilmiş dükkanlar... Karanlık... Giderek koyulaşan karanlık... Emin olduğum tek bir şey vardı, korku, geçen her saniye diğer tüm duyguları yutuyordu. Bana mı aitti bu panik, yoksa tablonun içine sıkışmış yaşama mı, kestiremiyordum.
Ne görmem lazım? diye sordum kiminle konuştuğumu bile bilmeden. Biri beni duymuş gibi yeni fotoğraflar yağmaya başladı üst üste. Görüntüler aynı sokağın farklı köşelerine aitti sanırım, karanlığın içinde detayları kestirmek neredeyse imkansızdı. Derken, gözlerim gölgeler seçti. Koridorda çıt çıkmadığı halde kulaklarıma çığlıklar doldu. Bir insana ait olamazdı o çığlıklar. Şimdi çerçeveyi dolduran bedenler de insanlara ait değildi zaten. Bir korku filminden alınmış bulanık karelere bakıyor olmalıydım. Bir saç gibi birbirine dolanmış karanlığın pençeleri vardı, dişleri vardı, gözleri vardı. Alev alev yanıyordu o gözler.
Gerilemek istedim. Başaramadığımda uyanmak için kendimi zorladım. Bir rüya, bir rüya, bir rüya, sadece bir rüya! Aç gözlerini Liam! Aç Allah'ın cezası gözlerini! Açamayacaktım, çünkü izlediğim bir rüya değildi. Çünkü, görmem gerekenle karşılaşana dek karşımdaki dehşetten kaçış yoktu. Siyaha kırmızı karışmıştı şimdi. Alevlerden de koyu, kızıl bir leke... Kan! diye düşündüm panikle. Bir çift elin avuçlarındaydı. Yo, yo hayır! Bir çift el değil, benim elim! Tenimdeki sıcak, yapışkan sıvıyı hissediyordum, ama kendim için üzülemeden kalbimi durduracak o görüntü belirdi karşımda. Bir başkasıyla asla karıştıramayacağım ela gözler...
River...
Korkum öyle büyüktü ki koridoru kaplayan varlığımın tam merkezinde bir bomba patladı. Ardından gelen deprem, benimle birlikte bu alemi de kökünden sarsmıştı. Artık duvarlar çatırdıyor, aynalar patlıyor, çerçeveler parçalanıp yere düşüyordu. Altımda su kabarmış, köpürmüş, dalgalanmıştı. Hiçbirini görmüyor, beni yutmak üzere olan kıyameti düşünemiyordum. Tüm bilincim geriye kalmış tek çerçevenin içinde hala akmakta olan görüntülere kilitlenmişti. River... Alevlerin arasında uçuşan altın pırıltılar, yanık kokusu, çığlıklar, göz yaşları, eşini tatmadığım bir korku... Bu deliliğin tam ortasındaydı River. Başı dertteydi. O yüzden görmem gerekiyordu, o yüzden buradaydım, artık biliyordum. Bu korkunç idrakle ikinci bir patlama oldu.
Beni, koridoru, bu alemi yok eden, atamadığım çığlığım, haykıramadığım çaresizliğim, ruhuma sığmayan hiddetimdi. Bir an sonra, odamda, yerdeydim. Sıçrayarak ayağa kalktım. Zorla duvara tutunup başımın dönmesinin geçmesini bekledim. Kalbim göğüs kafesimi parçalamak üzereydi. Avucumu gözlerime bastırıp kesik nefeslerimi düzenlemeye çalıştım. Faydası yoktu. İzlediğim film, zihnimin arka odalarında baştan baştan oynarken sakinleşmeye çalışmak anlamsızdı. Odanın içinde amaçsızca ileri geri yürüdüm. Ellerim saçlarımı çekiştiriyor, dişlerim dudaklarımı parçalıyordu. Deliriyor muydum? Çünkü gördüğüm hiçbir şeyi mantıkla açıklamak mümkün değildi. Gölgeler, yanan gözler, keskin pençeler, sivri dişler, çığlıklar, kan, kan, kan... Bu kabus sabah yaşadığım duyguların çarpık bir dışa vurumu muydu?
Hayır, bu bir rüya değildi!
Kalbimin haykırdığı tek gerçek buydu. Nasıl her gece gördüğüm kazanın sıradan bir düş olmadığına eminsem, az önce izlediklerimin hayal ürünüm olmadığına da emindim. O halde nasıl açıklayacaktım tüm bu olanları? Geçmişe mi aitti görüntüler? Hatırlamadığım başka bir güne, bilmediğim bir ana... Anında itiraz etti mantığım. Ben de o görüntülerdeydim. River'la birlikte o dehşetin içindeydim. Ellerimdeki kan gerçekti. River'ın kulağımdaki çığlığı gerçekti. Ne o ne de ben küçük birer çocuktuk o karelerde. O halde... Yumruğumu ısırdım. Tek bir anlamı olabilirdi bunun. Ben, bir şekilde, henüz yaşanmamış bir geleceği görmüştüm. Canavarlarla dolu, kapkaranlık bir geleceği...
Tanrım...
Olduğum yerde durdum. Fırtınaya kapılmadan önceki son sessiz saniyelerdi bunlar, çünkü artık istesem de hareketsiz kalamayacağımı biliyordum. River'ın iyi olduğunu gözlerimle görmeden hayatıma devam edemezdim. Ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. River'ın benden gelecek hiçbir yardımı istemeyeceğine emindim, yine de beynim önümdeki alternatifleri değerlendirmeye, beni bekleyen sayısız problemi birer matematik denklemi gibi çözmeye başlamıştı. Bir yandan o koridorda seyrettiğim filmin her karesini analiz ediyor, işime yarayacak bir ipucu bulmaya çalışıyordum.
Duvardaki saate göre sabahın beşiydi henüz. Şehrin büyük çoğunluğu yataklarında olmalıydı hala, ama Salı günleri River çalıştığı kafede sabah vardiyasındaydı. Çok geçmeden bisikletine atlayacak ve yola koyulacaktı. Biliyordum, çünkü defalarca kez bu sabah yolculuklarını hikayesinde paylaşmıştı. O an, görüntülerdeki sokak bir şimşek gibi gözlerimin önünde belirdi. Hafızam River'ın hikayeleriyle detayları çarpıştırdı. Yan yana sıralanmış dükkanlar, ağaçlı yol, köşedeki çiçekçi...
Hayır!
Bu o sokaktı. River'ın çalıştığı kafenin olduğu sokak... Kalbim panikle titredi. Ürperti anında uzuvlarımı ele geçirmiş, dehşet bir ceket gibi bedenimi sarmıştı. Artık nereye gitmem gerektiğini biliyordum. Anlık bir dürtüyle kapıya atıldıysam da tokmağa dokunduğum an durdum. Ne yapıyordum? Ne yapacaktım? Değil River'a gitmek, Jayla'nın onayı olmadan merkezden bile çıkarmazlardı beni. Peki Kylo'yu aşıp müdürümüze ulaşmam, olanları anlatıp bana yardım etmesi için onu ikna etmem ne kadar sürerdi? Böyle bir vaktim var mıydı ki?
Hayır!
Cevap acı, ama netti. Bu işte yalnızsın Liam. Yeniden odanın ortasına dönüp ellerim belimde çaresizce durdum. Bakışlarım bir çözüm bulabilirmiş gibi etrafımda geziniyordu. Kamerayla göz göze geldiğimiz an imkansız fikir bir yağmur gibi düşüncelerimin arasına çiseledi. Yapabilir miydim? Binanın elektrik sisteminin kontrolünü ele geçirebilir miydim? Daha önce defalarca kez başarısız olmuşken bugün yeteneklerimi kullanabileceğime inanmam için hiçbir neden yoktu. Yine de alete döndüm tamamen. Zihnimi bana öğrettikleri gibi kontrol etmek istediğim objeye kilitledim.
Bir, iki, üç, dört... Hiçbir şey yoktu. Hiçbir şey olmuyordu. Kylo uyanıksa ve beni izliyorsa ekrana kitlenmiş ne halt ettiğimi anlamaya çalışıyor olmalıydı. Onu boş ver! Odaklan! Kontrol et! Biraz daha zorladım kendimi. Farkında olmadan dişlerimi sıkıyordum. Hadi Liam! Hadi Liam! Zihnimde Jayla'nın sözleri, uzmanların dersleri, başarısız onlarca denemenin hatırası dönüyordu. Saniyeler geçmiş, ama bunlardan hiçbiri bana bir arpa boyu yol aldırmamıştı. Derken, hayal kırıklığının beni tükenmişliğin uçurumuna tekmelediği o son anda, neyi yanlış yaptığımı anladım.
Bugün okulda yaşadığım deneyimin tek bir açıklaması vardı: River. Ona dokunduğumda pencereler yerle bir olmuştu. Ona yakın olduğum için elimi oynatmadan Nova'yı yere sermiştim. Yeteneğim hala kontrolsüz, vahşi bir hayvan olabilirdi, ama River'ın yanındayken gözlerinin açıldığına şüphe yoktu. Bana etrafımdaki dünyayı etkileyebilmek için zihnimi kullanmamı öğretiyorlardı aylardır, oysa o zihin tek başına bunu başaramazdı, çünkü eksikti. Ben, eksiktim. Şu ana kadar bir tek River boşluklarımı tamamlamayı başarmıştı. Yani, ihtiyacım olan oydu. Ya buradan ona ulaşmayı başarırsam?.. Ya aramızdaki bağı kullanabilirsem?..
Bu umutla, yeniden önümdeki kameraya odaklandım. Bu kez River'ı düşünerek... Onunla aramızdaki görünmez sicimlere tüm varlığımla tutunarak... Sabah okulda tattığım o tamamlanmışlık hissini düşleyerek. River... River... River... Bir an, hala bomboş bir hiçlikti tek hissettiğim. Bir sonraki ansa bir şeyler çıtırdadı içimde. Önümü kesen duvarın sesiydi o. Barajdan taşan bir akarsu gibi içimden dünyaya aktı düşüncelerim.
Tüm gücümle River'ın varlığına tutunmaya devam ettim. Hücrelerimin arasına serin bir rüzgar gibi doluyordu esintisi. Bedenim ilk kez gerçekten nefes alıyordu. Her solukla genişliyor, etten sınırlarımın ötesine büyüyordum. Öyle ki, yerimden milim oynamadığım halde her şey avucumun içindeydi bir an sonra. Duvarlar, arkasından geçen kablolar, o kabloların içinden akan elektrik. Koca, görünmez bir elle kavradım hepsini. Sıktım, sıktım, sıktım ve...
Bızzt.
Bir cızırtıyla tüm dünya karardı. Odamdaki lambalarla birlikte duvar saati ve kameranın da ışıkları sönmüştü. Başardım! Başarmıştım. Hah! Şaşkınlığımın yüzümde şapşal bir tebessüme dönmesine engel olamadım. Üç kısa saniye devam edebildi bu neşem. Devreye girip dünyayı kırmızıya boyayan güvenlik sistemi zaferimin sevincini kursağımda bırakmıştı. Her şey normale dönmeden bu binadan çıkmak için sadece dakikalarım vardı. Belki saniyelerim... Düşünmeden kendimi kapıya attım. Koridorun boş olmasını fırsat bilip merdivenlere koştum. Bozduğum sistem yüzünden tüm kapılar açıktı. Bunun ben otoparka ulaşana kadar bu şekilde kalacağını umuyordum. Neyse ki gece olduğu için uzmanların çoğu evlerindeydi. Bir alt kata indiğimde beni durduran nöbetçi güvenlikten biri olmuştu.
"Liam?"
Üzgünüm Bop, diye düşündüm hız kesmeden ona doğru koşarken. Bop'u severdim. Bu merkezde bana ucubeymişim gibi davranmayan ender insanlardan biriydi. Diğerlerinden daha yaşlı, kesinlikle daha iyi niyetliydi. Ne yazık ki şu an özgürlüğümle aramda duruyordu. Yapacağım şey için daha sonra ondan kesinlikle özür dileyecektim. Şimdiyse...
"Liam sen ne..."
Onun canını fazla yakmamaya özen göstererek bir yumrukla yere serdim. Bir başkası olsa silahını üzerime doğrultmaktan çekinmezdi. Çekinmemişti de zaten. Sonraki iki güvenliği geçmem benim üç dakikama, onlarınsa beş bayıltıcı iğnesine mal oldu. Muhtemelen bu arada bir tanesinin kolunu kırmıştım. Tanrım, Jayla beni öldürecekti. Olur da bugünü atlatırsam başıma merkezden kovulmaktan çok daha beter şeyler geleceğine emindim. Ne yazık ki şu an hiçbirini düşünemiyordum. Otoparka girdiğim an sistem yeniden çalışmaya başlamıştı. Elektrikler geri geldi, ışıklar yandı, kapılar kayarak kapanıp beni bodrum katına kilitledi. Siktir!
Bir alarm çalıyordu artık. Kaybettiğimi bile bile gözüme kestirdiğim ilk arabaya koştum. Şu ana kadar buraya ulaşmayı kendine hedef belirlemiş beynim koca siyah cipin önünde durduğumda yeni bir soruyla beni sarstı: Bu arabayı nasıl kullanacaktım ki? Bir kez Nova'nın yanında seyahat etmek dışında arabalarla ilgili hiçbir bilgim ve tecrübem yoktu. Buna üzülmek için çok geçti maalesef. Ağzımda kendime duyduğum öfkenin metalik tadı, sürücü koltuğuna tırmandım. Denemekten başka ne şansım vardı ki? Öğrenmediği onlarca dili konuşan, hiç görmediği silahları kullanabilen ve beni her gün şaşırtan bedenimin yeni bir sürpriz yapması gerekiyordu. Tam şu an!
Bir an bomboş bir kutu gibi öylece kalakaldım. Panik beni ele geçiremeden elim öne uzanmıştı. Ayağımın pedalı bulması, parmaklarımın kontağı çevirmesi kendiliğinden oldu. Evet, evet, evet! Bir şekilde ne yapacağımı biliyordum. Otistik bir çocuğun bunu nasıl öğrenmiş olabileceği başka bir günün sorunsalıydı, çünkü şimdi, o çocuğun açıklayamadığı bir geleceği, kontrol edemediği gücüyle değiştirmesi gerekiyordu.
Geliyorum River, diye düşündüm. Onun haberi yoktu, ama sabah ikimiz için de henüz çok uzaktaydı.
***
-BÖLÜM SONU-
Bu bölüm Vance de aramıza katıldığına göre artık aksiyona dalabiliriz bence.
Liam'ın uykusunda gördüklerine şahit oldunuz. Önümüzün bir hayli karanlık olduğunu söyleyebilirim; ama kim bilir, bakarsınız kapıdaki musibet ana karakterlerimizin arasındaki durumu değiştirir :)
Sonraki bölümde bolca maceraya hazır olabilirsin. O zamana kadar kendinize çooook iyi bakın :)
Öpücükler
E.Ç.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top