21

Güzel pazarlar sevgili okurlar,

Veeee bir kitabın daha sonundayız. Birinci kitabın büyük finaliyle karşınızdayım :)) Sekiz yazması oldukça zor bir kitap, yarı final de ona yarışır olsun istedim, biraz zaman aldı. Amaaaa vaaaay diyeceğinizi umduğum bir ara sonla geldim. Bazı sorularınızın cevabı ışık gibi parlarken kafanızda yeni sorular oluşacağını umuyorum.

Hadi bakalım, keyifli okumalar :))))

E.Ç.

***

Now I do 'cause reality cuts me like a knife

The answer is inside of me

***

Yumruklarım iki yanımda kaskatıydı. Sanki karanlığın görünmez parmaklıklarını sıkıyor, bedenimi hapsetmiş cehennemin kapısını aralamaya çalışıyordum. Beni yerime mimleyen güç, sahip olduğumun çok üstündeydi. River yanımda olmadan onu alt etmemin imkanı yoktu. Terzi de bunu gayet iyi biliyor, gerçeği anlamam için şov yapıyordu. Zehirli tebessümü dudaklarını titrettiğinde baskının tenimden çekildiğini hissettim. Beni serbest bırakmıştı. Şimdilik.

"Gel," dedi önüne dönüp. "Otur da konuşalım."

Kontrol yeniden bende olduğu halde hareket etmedim. "Ne istiyorsun benden?"

"Anlamanı," dedi. "Bunun için de önce dinlemen gerekiyor."

Gözümün önünde kendimi bile şaşırtacak kadar vahşi bir sahne belirdi. Terzi'ye arkadan saldırdığım, gönderdiğim bıçaklarla bedenini delik deşik ettiğim, yüzündeki o ukala ifadeyi kana buladığım... Ama...

"Buna hiç gerek yok," dedi Terzi omzunun üstünden kısa bir bakış atıp. "Sadece konuşmak istiyorum. Hem... şu güzelim takımı kirletmek istemem."

Omzundaki hayali tozu süpürdü. İşte yine aklımdan geçenleri okuyordu. Nasıl, bilmiyordum. Ben, asırların deneyimini ruhunda taşıyan bir Yedi'ydim. Değil düşüncelerimle dans etmek, kafamın içine girememeliydi bile, ama varlığını gözeneklerimden içeri sızan zehirli bir gaz gibi beynimin kıvrımlarında hissediyordum. Onu var gücümle geri püskürttüm, ama bu kolay bir iş değildi. Bakışlarım hızla kilisenin içini dolanıp ihtimalleri sıraladı. Savaş ya da kaç, hangisi mantıklıydı? Terzi'ye karşı tek başıma bir şansım olabilir miydi? Peki ya buradan çıkmayı başarsam, onu atlatıp Zariah'ya ulaşmam hala mümkün müydü?

"Şaman için endişelenmene lüzum yok," dedi Terzi. "Kendisinin başka bir işi çıktı."

Ha? Tepki vermemek için dişlerimi yanağıma sapladım, ama Terzi gücünün de sözlerinin üzerimdeki etkisinin de farkındaydı. Benimle oynuyor, yaşadığım şoktan haz alıyordu. Oturup beni beklemekten sıkılmış olsa gerek oflayıp ayaklandı ve ceketini düzeltti. Ağır adımlarla yürüdü, yüzü bana döndüğünde ellerini önünde birleştirdi. Orta koridorun başında dikiliyordu şimdi. Arkasında altarda yanan mumlar titreşti, birkaçı söndü. Sanki ışık bile onun varlığından çekiniyordu. Ne de olsa karanlığın efendisiydi o. Binadaki tüm gölgeler onunla nefes alıp verir gibiydi. Garip açılarla uzuyor, kısalıyor, tüm boşlukları ele geçiriyorlardı. Ama bana hissettirdiği korku değil, körüklenen nefretimdi.

"Boşuna uğraşıyorsun," dedim o söze giremeden. "Ben ve sen... biz, konuşarak anlaşamayız. Diyeceğin hiçbir şey senin zehrine ortak olmamı sağlayamaz!"

Yüzünü buruşturup cık cıkladı Terzi. "Zeyd Zeyd Zeyd... Hala seçme şansın olduğunu sanıyorsun ve bu ısrarın artık biraz canımı sıkıyor. Ben ve sen... biz, ister konuşarak, ister dövüşerek, bir şekilde anlaşacağız. Çünkü anlaşmak zorundayız. Çünkü Zeyd, ben ve sen, biz, aynıyız. Biz, seçilmişleriz. Türünün tek örneği... Ben ve sen, dünyayı değiştirecek olanlarız."

Sözlerindeki doğruluk payı midemi kaldırmıştı. "Hayır," diye itiraz ettim tiksintiyle. "Sen, güçlerini elde etmek için önüne çıkan herkesi harcamış bir iblissin. Bense bu şekilde doğdum. Senin gibilere haddini bildirmek için gönderildim."

Kıkırdadı. "Ah elbette... şu kehanetten bahsediyorsun." Elleri cebinde, bakışları yerdeydi. Bir şeyler düşünür gibi başı yana eğilmişti. "Haklısın," dedi bana doğru bir adım atıp. "Kehanet, çok özel bir Yedi'nin doğumundan ve bunun dünyayı tamamen değiştireceğinden bahsediyor. O Yedi muhtemelen sensin. Benim gibilere haddini bildirmek için gönderilmiş, seçilmiş asker..." Birkaç adım daha attı. "Ama Zeyd... kehanetlerle ilgili şöyle bir sorun var ki koca bir hayatı birkaç kareyle fotoğraf albümünden okumaya benziyor. Mesela bahsi geçen kehaneti ele alalım." Bakışları benimkileri buldu. "Kehanet, o Yedi'nin doğacağını söylüyor, ama ölümünden hiç bahsetmiyor. Kim bilir, belki de dünyayı değiştirecek olan o Yedi'nin hayata gelişi değil, bu hayattan nasıl gittiği ve onu kimin gönderdiğidir."

İliklerime kadar titredim. Bunun nedeni, Terzi'nin kelimelerinin arasına sıkışmış tehdit değil, eş zamanlı üzerime saldığı gölgeleriydi. Gücünü hissetmemi, bana neler yapabileceğini anlamamı istiyordu. Burada bir başıma, River olmadan, onun avucunun içine kıstıracağı bir avdım. Bakışlarımız çarpıştığında dudağının kenarı seyirdi.

"Şimdi," dedi koridorun ortasında, benimle aynı hizada durduğunda. Aramızdaki tahta oturaklara rağmen bedeninden yayılan karanlık beni arkamdaki duvara ittiriyordu. Avuçlarımı sıkıp basınca biraz daha direndim. Bu çabam yaşlı büyücüyü daha da keyiflendirmişti. "Anlıyorum ki seninle konuşarak anlaşmamız mümkün olmayacak Zeyd," dedi bezgince. "Neyse ki hazırlıklı geldim. Duymuşsundur, hayır cevabını almayı pek sevmem."

Aramızdan soğuk bir rüzgar esti. Derime binlerce küçük buz parçası dokundu. Ah... Enerji kalkanımla kendimi korumaya alsam da geç kalmıştım. Tenimin her köşesi batan görünmez iğnelerle sızlıyordu şimdi. Ama acıya odaklanmama fırsat kalmadı. Kilisenin kapısının açılmasıyla daha şiddetli, daha soğuk, daha can yakıcı rüzgar içeri dolmuş, tüm mumları aynı anda söndürmüştü. Gözlerim, karanlığa rağmen ardından gelen imkansızlığı yakaladı. Oturakların arasında simsiyah bir hortum ilerliyordu şimdi. Arapsaçına dönmüş dev bir yumak gibiydi. Etrafında dönerken onu meydana getiren gölge dallar birbiri arasından kayıyor, iyice iç içe dolanıyordu.

Cinler...

Büyünün en karanlık, en çirkin haline bakıyordum. Karşımdaki canavar, Terzi'nin dünyamıza çektiği, sonra da kölesi yaptığı onlarca alem ötesi varlığın çarpık bir birleşimiydi. Daha önce bu kadar cini bir arada hiç görmemiştim, çünkü böylesi bir gücü kontrol edebilecek hiçbir Sihirbaz yoktu. Oysa Terzi için bu bir sorunmuş gibi görünmüyordu. Hortum yavaşça üzerimize doğru ilerlerken öylece durmuş, kendinden emin tebessümüyle beni izliyordu. Kontrolü kusursuzdu. Parmağını oynatması bile gerekmeden ordusuna hükmediyordu.

Maalesef kendim için aynı şeyi söyleyemezdim. Gölge hortumdan öyle zehirli bir güç yayılıyordu ki, enerji kalkanıma rağmen göğsümdeki baskı nefes almamı zorlaştırmıştı. Yerimde sabit kalmak için insan üstü bir efor harcıyordum. Soğuk dalga dalga yayılıyor, geçtiği yerleri buzla kaplıyor, hücrelerime saldırıyordu. Kara bulut kımıl kımıl hareket ederken içinden açlıkla uzayan kolları, ölümcül pençeleri, birbirine karışmış gözleri görebiliyordum.

Karşımda kaç cin vardı? Terzi'nin oyunu neydi? Tüm bu iblisleri aynı anda üzerime salıp debelenmemi mi izleyecekti? Hayır, Rook gibi bir şeytanın böyle tekdüze bir zaferle yetineceğini hiç sanmıyordum. Beynim arka planda onun bana ne tip bir ders vermeye hazırlandığını çözmeye çalışırken reflekslerim devreye girip etrafımdaki tüm mumları yakmıştı. Kilise yeniden ışıkla yıkandı, mumların pırıltısı bir kez daha vitray camları renge boğdu. Bir Alim olmayabilirdim, ama ruhum sınırlarını aşmak için yedi hayat arşınlamıştı. Işık gibi çevremdeki pek çok şeyi zihnimle kontrol edebilirdim.

Ateşin yükselmesiyle yaratık inleyip duraksamıştı. Birkaç kafa gölgenin içinden bana doğru uzayıp dişlerini gösterdi. Onları sinirlendirmiştim, ama bu küçük gösteriyle durmayacaklardı. Zaten az sonra kara kütle ilerlemeye devam ediyordu. Tulumumun ceplerine soktuğum metal batonları çektim. İki yana savurduğumda sopalar uzayıp içindeki keskin kılıçlar ortaya çıkmıştı. Gerçek bir Yedi gibi tırpanımla dövüşebilmeyi tercih ederdim elbette. Ne yazık ki bugün elimdekilerle idare etmem gerekecekti. Saldırı için pozisyon aldım. Ama...

"Acele etme Zeyd," dedi Terzi. "İzin ver, önce sana hazırladığım sürprizi göstereyim."

Gölge hortum büyücünün tam yanındaydı artık. Yavaşça genişliyor, dalların araları açılıyor, boşlukların ardında biri beliriyordu. Cinler teker teker buluttan kopup kendi şeklini bulurken karanlık da kilisenin içine dağılıyordu. Saniyeler sonra Terzi'nin etrafında, oturakların arasında, duvar diplerinde, tavanda irili ufaklı onlarca cin vardı. Ama ben onlara değil, kolları ardından açığa çıkan kadına bakıyordum. Sürpriz... diye düşündüm dehşetle. İşte Terzi'nin gerçek oyunu... Kalbim atmayı kesmişti. Sahiden de hayır cevabı almayı sevmiyor olmalıydı Terzi, çünkü şimdi beni köşeye sıkıştırabilecek yegane koz karşımda duruyordu.

"Yeniden merhaba eski dostum," dedi Terzi yanındaki kadına. "Sanki her gördüğümde daha da güzelleşiyorsun."

Zariah ona cevap vermemiş, gözlerini yüzümden ayırmamıştı. Belki de bunun nedeni boynunu ve bileklerini saran gölge halkalardı. Terzi'nin yaptığı büyü her neyse belli ki kadının kendi sihrine ulaşmasına engel oluyordu. Çıplak ayakları altında dolanan kara bulutun üzerinde bir kuklayı andırıyordu Zariah. Ancak şimdi Terzi'nin en başta ettiği sözler anlam kazanmıştı.

Şaman için endişelenmene lüzum yok. Kendisinin başka bir işi çıktı.

Buluşacağımızı da buluşacağımız yeri de en başından beri biliyordu Terzi. Tıpkı beni bu kilisede bulduğu gibi onu da gizli ininde yakalamıştı. Önce Elio, şimdiyse Zariah pençelerindeydi. Hala seçme şansın olduğunu sanıyorsun, demişti bana. Haklıydı, benim için seçim falan yoktu. Sapabileceğim tüm yolları yerle bir etmişti Terzi. Zariah, Sekiz olmamı sağlayabilecek yegane anahtar, River'ın özgürlüğü, Yedilerin bağımsızlığı, dünyanın kaderi, uğruna savaştığım ne varsa, tek bir adamın kontrolündeydi.

Ağır ağır Zariah'nın arkasına geçti Terzi. Şaman kadının omuzlarına dökülen kıvırcık saçlarından bir tutam alıp nazikçe okşadığında dışarıdan romantik bir beyefendi gibi görünüyordu. Gerçeklerse Zariah'nın acıyla kasılan suratına yansımıştı. Ben bile durduğum yerden büyücünün gücünü hissediyordum. Karanlığıyla bile isteye Şamanların liderini boğuyordu. Kadının bedenini ele geçirmiş gölgeler koyulaşmış, kalınlaşmıştı. Zariah'nın başı nefes almaya çalışır gibi göğe uzandı. Boynundan yanaklarına yayılan kızarıklığa gözünden süzülen bir damla yaş karışmıştı.

"Görüyorsun ya Zeyd," dedi Terzi keyifle. "Sen ve ben, el mahkum, bugün, burada, anlaşacağız. Şimdi, önümüzde iki seçenek var: İster gönüllü bir şekilde benimle yollarını birleştirirsin, planladığın gibi Zariah senin gerçek bir Sekiz olmanı sağlar ve kız arkadaşının hayatı kurtulur. Kehanetteki değişimi bu dünyaya getiririz. Sen ve ben, Sihirbazlar ve Yediler, birlikte..." Sözlerini sindirmem için durdu ve dudaklarını sarkıttı. "Ya da... ikinci yolu seçersin. Bana karşı geldiğin, benim Zariah'yı öldürdüğüm, senin hiçbir zaman güçlerine kavuşamadığın ve hatta muhtemelen burada savaşarak can verdiğin, Yedilerin Sihirbazların altında yok olduğu, alternatif bir gelecek... Karar senin, Zeyd."

Terzi'nin gülüşü yüzüne yayılırken mideme alevler doldu. Verecek bir karar yoktu. Karşımdaki sinsi yılan da bunun gayet farkındaydı. Karşısında durmam halinde beni bu kiliseden sağ çıkarmayacaktı. River'dan uzakta olduğum için beni kolayca alt edeceğini düşünüyordu. Haklıydı, avantaj kesinlikle bende değildi. Yalnızdım, tek bir Allah'ın kulu nerede olduğumu bilmiyordu, yardımıma gelebilecek kimse yoktu.

Yine de beni küçümsediği kadar aciz değildim. Tam bir Sekiz olmasam da, tırpanı olmayan yarım bir Yedi olarak karşısında dikilsem de, daha önce bu kadar cinle aynı anda savaşmamış olsam da, hala asırların deneyimini ruhumda taşıyordum ben. Ölümü yenmiş, sekizinci hayatıma doğmuştum. Terzi'nin ordusunun karşısında durabilecek tek biri varsa o da bendim. Belki onu bir başıma yenemezdim, ama geldiğim odaya ulaşsam, tünellere dalsam, izimi peşimdeki karanlığa kaybettirsem... Belki... düşük bir ihtimal de olsa, canımı kurtarmayı başarabilirdim.

Bir an için kalbimde yükselen umutla kontrolümdeki mumların ışığı parladı. Fakat aynı salise içinde mantık devreye girip umudu yutmuştu. Ben, bir şekilde canımı kurtarabilirdim. Peki ya Zariah... O olmadan, güçlerimi tamamen kazanamadan, her adımımı önceden bilen bu adam, onunla ittifak kurmuş annem, yoldan çıkmış Yediler karşısında nasıl bir başıma duracaktım? River'a ne olacaktı? Tek özgürlük şansını, tek hayalini ellerinden aldığımda hayatına nasıl devam edecekti? Kahretsin!

"Evet..." dedi Terzi sabırsızca yerinde kıpırdanıp. "Nedir kararın?"

Neydi kararım? Ne olmalıydı? Seçeceğim yol sadece kendi geleceğimi değil, herkesinkini kökünden değiştirecekti. Tam şu an, ellerimle ruh yarımın, Yedilerin, dünyanın kaderini yazıyordum. Belki de kehanette geçen değişimi gerçekleştirecek ilk adımı atmak üzereydim. Öl ve dünyayı karanlığa kaybet ya da yaşa ve geleceği yeniden yazmak için savaş.

Zariah'nın gözlerine baktım. Neden bilmiyorum, belki bir cevap, bir destek, bir yol bulmak için... Şaman kraliçe, yaşadığı acıya, yanaklarını ıslatan yaşlara ve sıktığı dişlerine rağmen korkuyormuş gibi görünmüyordu. Muhtemelen az sonra ölecekti, yine de başı dik, gururu bakışlarındaydı. Aklın yoluna rağmen bana sesini duyurmaya çabalayan kalbimin çırpınışlarını onun suratında görüyordum sanki. Terzi'ye boyun eğmemişti Zariah. Sonucu ne olursa olsun eğmeyecekti de. Özgüveni alacağı mutlak zaferin değil, öz iradesinin sonucuydu. Kendi doğrularına olan inancının...

Ve ben, ona bakarken ne yapmam gerektiğine emin oldum. İmkansızlıkları sıralayan zihnimi bir anlığına susturmam yeterliydi. Mantığım değil, ama ruhum doğru adımın ne olduğunu biliyordu. Hep bilmişti. Ben daha kim olduğumu hatırlamazken bile... Liam karşısına ilk kez çıkan cinle savaşırken nasıl bir nefret duyduysa aynısı alev alev göğüs kafesimde yanıyordu şimdi. Ben bir Yedi'ydim. Sonum bugün, bu kilisede olacaktıysa da şeytanın elini sıkamazdım. Bu, kendime ihanet etmekten başka bir şey olmazdı.

Bu farkındalık, müthiş bir hafifliği beraberinde getirmişti. Terzi'nin zehirli gözlerine bakarak iki saniye daha hareketsiz durdum. Sonra, ellerim iki yanımda havaya kalktı. Sanki omuzlarımda taşıdığım sorumluluğun yüküyle avuçlarımdaki batonlar daha da ağırlaşmıştı. Ya da belki dünya, fizik kanunlarıyla az sonra kalkışacağım deliliğe direniyordu. Buna rağmen, kendimden emindim. Bir güneş gibi kalbimi ısıtan ve zihnimdeki tüm soruları küle çeviren hırs artık durdurulamazdı.

Komutumla mumlardaki alevler eş zamanlı parladı, yerlere, duvarlara, perdelere sıçradı. Cinler yerleştikleri gölgelerden çığlıklarla kaçışırken Terzi kılını kıpırdatmadan beni izlemeyi sürdürüyordu. Şaşırmamıştı bile. Seçeceğim yolu zaten biliyor olmalıydı.

"Öyle olsun... Yedi," dedi. Onun gözünde bir Sekiz değildim artık, asla da olamayacaktım. Sahte bir hüzünle dudaklarını büzdü. "Korkarım bu, annenle ittifakımızın da sonuna geldiğimiz anlamına geliyor. Neyse ki Yedilerin başına gelecekleri görecek kadar yaşamayacaksın!"

Hayır!

Emrimle ateş, karanlığa hücum etti. Ben aynı anda öne, düşmanımın üzerine atılmıştım, ama kılıçlarım Terzi'ye hiç ulaşamadı. Kontrol ettiği yaratıklar bir gaz gibi aramıza dolmuş, beni geri savurmuştu. Diğer cinler anında ensemdeydi. Nefes alamadan dört bir yanım gölge kollarla çevrildi. Buzdan gözlerin ve ölümcül soğuğun ortasında kaldım. Kesiyor, biçiyor, zıplıyor, aralarından kayıyor, ateşi dansıma ortak ediyor, buna rağmen her saniye biraz daha altlarında eziliyordum. Pes etmeyecektim. Tüm kilise oyun alanımdı, içindeki eşyalarsa silahlarım. Kılıcımın yetişemediği yerde havalandırdığım heykeller, üstlerine yolladığım cam kırıkları, parçaladığım ahşap oturaklar düşmanın önünü kesiyordu.

Ne yazık ki onları sadece oyalıyordum. Tırpanım olmadan cinleri yok etmem imkansızdı. Çünkü her tırpan, ait olduğu Yedi'nin ruhuna bağlı, eşsiz bir silahtır. Tıpkı göğsümüzde taşıdığımız broşlar gibi gücünü doğrudan Yedi'nin ruhundan alır. Tırpanı almaya hak kazanmış her Yedi, ancak özel bir seremoniden geçtikten sonra bu silaha sahip olabilir ve bu seremoni her yeni hayatla birlikte tekrarlanır. İşte ancak bu eşsiz güç, doğaüstü bir varlığı durdurabilir. Bense henüz resmi olarak topluluğa katılmamış bir Yedi'ydim ve yaratıklara karşı kullanabileceğim hiçbir doğaüstü silahım yoktu.

River yanımdayken bir tırpana ihtiyaç duymadan bir cini yok ettiğim doğruydu. Üstelik henüz kim olduğumu bile bilmezken... Ama o gün içimde hissettiğim volkan bugün bir başımayken derin bir uykudaydı. Yine de tamamen çaresiz sayılmazdım. Kolumu cinlerden birine kaptırdığımda acıyla inledim, ama bana dokunduğu an yaratık da dehşetle geri kaçmıştı. Ardından bir başkası dişlerini bacağıma sapladı. Tepkisi aynıydı, çığlıklarla benden uzaklaşmıştı. Tıpkı River'la çiçekçide verdiğimiz mücadelede olduğu gibi...

Bu, kesinlikle önceki hayatlarımda sahip olmadığım bir yetenekti. O olaydan sonra hiç üzerine düşünmemiştim. Ama görünen o ki yarımken bile Sekiz olmanın getirdiği bazı avantajlar vardı. Şimdi, River yanımda yokken gücümün etkisi daha az olmalıydı, yine de bana küçük de olsa bir ayrıcalık sağlayan bu yeteneğe tutundum ve daha büyük bir hırsla saldırdım. Mumlardan çaldığım ışık ahşap mobilyaları yalayıp biraz daha yükseldi. Ateşin sıcaklığı yeraltının soğuğuna kafa tuttu.

Sorun şuydu ki, mücadele ettiğim düşman, iradelerini Terzi'ye kaybetmiş varlıklardı. Korkuları yoktu. Arzuları, düşünceleri, emelleri onları kontrol eden büyücüye aitti. Rook beni istediği sürece başlarına ne gelirse gelsin üzerime yürümeye devam edeceklerdi. Ediyorlardı da zaten. Zaman geçer, ben her saniye yeni yaralarla delik deşik olurken cinler hız kesmemiş, parçalanmış, birleşmiş, yanmış, toparlanmış, zarar gören her canın yerine yenisini koyarak saldırmaya devam etmişti. Onlarla tepişerek bu savaşı kazanamazdım. Kiliseden çıkmak zorundaydım. Hemen!

Oturakların üstüne sıçramayı başardığımda ateş de bir kalkan gibi benimle yükselip cinleri geri püskürttü. O an, bir kalp çarpıntısı arasında, gitmem gereken patika önümde açıkça belirdi. Tünellere açılan oda sağımdaydı. Alevleri kullanarak ona ulaşabilir, tavanı düşmanın başına yıkıp buradan kaçabilirdim. Ama kılıcım omzumun üstünden saldıran cini ikiye bölerken Zariah ve hemen ardında bir heykel gibi dikilen Terzi gözüme takılmıştı. İkisi de alevlerin ortasından bana bakıyordu. Rook'un yüzünde verdiğim mücadeleden eğlendiğini gösteren tehlikeli bir tebessüm vardı. Zariah'ysa... bakışlarımız buluştuğu an gözlerini tepemizdeki pencerelerden birine dikti.

Bir şey mi gösteriyordu? Ne anlatmaya çalışıyordu? Düşünüp anlamaya çalışacak vakit yoktu. Sol kolum yeniden havaya kalktı. Kılıcım üzerime kırbaç gibi inen gölge kolu parçalarken diğer elim hükmettiği alevlerle iki cini kavurmuştu. Oturakların sırtlarında zıplayarak iki sıra daha ilerledim. Yaratıklar beni ellerinden kaçırmamak için taktik değiştirip bölünmeye başlamıştı. Onlar oldu yüzler, binler... İrili ufaklı örümceğimsi gölgeler bir karınca sürüsü gibi beni yutmaya çalışıyordu. Son on metre, diye düşündüm. Odağım sadece tünelle aramda kalan mesafeydi. Fakat sonra öyle bir şey oldu ki kalakaldım.

Kilisedeki tüm camlar eş zamanlı patlamıştı. Kırılan vitraylar renkli yağmur damlaları gibi başımızdan aşağı yağarken açılan boşluklardan içeri oklar uçtu. On, yirmi, otuz... Sayamayacağım kadar çok, gözün seçemeyeceği kadar hızlılardı. Bir anda bambaşka bir kaosun ortasında kalıverdim. Hunharca sağa sola saldıran cinlerin hedefi artık ben değildim. Attıkları çığlıklarla sahiplerine, Terzi'ye ulaşmaya çalışıyorlardı, ama oklar onlardan hızlıydı. Delip geçtiği gölgeleri anında paramparça ediyorlardı. Büyü... diye düşündüm. Oklar büyülü olmalıydı. Ve bunun ancak tek bir anlamı olabilirdi.

Şamanlar!

Şamanlar buradaydı. Zihnim parçaları birleştirip ancak sonuca varmıştı ki bambaşka bir gölge topu doldu içeri. Bu kez gelen kuşlardı. Kara kuzgunlar... Öfkeli bir bulut gibi üzerimize çöktüler. Cinleri hedef alıyor, onları yarattığım alevlerin içine doğru itiyorlardı. Karşımdaki manzarayı anlamaya çalışırken bir girdabın ortasında sağdan sola savrulur gibiydim. Terzi'yi bulmaya çalıştım. Bu, bir arı kovanının içinde önünü görmeye çalışmaktan farksızdı. Onun yerine gözlerim Zaria'yı yakalamıştı. Artık gölge kelepçelere mahkum değildi kadın ve doğrudan üzerime geliyordu.

"Hayır!" diye kükrediğini işittim Terzi'nin. "Gitmesine izin vermeyin!"

Sesini kulaklarımda değil, beynimin tüm kıvrımlarında duymuştum. Komutuyla onlarca kuş çığlıklar içinde yere düştü. Gücünün şiddeti kiliseyi sarsıp ortalıkta ne varsa havalandırmış, beni de üstünde dikildiğim oturaktan savurmuştu. Alevlerin kontrolünün elimden kaydığını, benim yerime kara büyücüye itaat ettiklerini hissettim. Cinler hiç olmadığı kadar öfkeliydi artık. Bana, hayır bana doğru gelen kadının üzerine atağa geçmişlerdi. Ama hiçbir şey Zariah'yı durduramayacaktı. Çünkü Şamanlar kraliçelerini kurtarmaya gelmişti.

Camlardan yeni oklar yağıyordu şimdi. Açılan boşluklara ellerinde yaylarıyla onlarca kadın yerleşmişti. Daha fazlası anbean kilisenin kapısından içeri doluyordu. Siyah, tüylerle kaplı kıyafetleriyle onları tepelerinde uçan yoldaşları kuzgunlardan ayırmak zordu. Her birinin kemiklerden yapılı yayları, mızrakları, deri sırt bohçaları ve göğüslerine tutturdukları keseleri vardı. O keselerde ne olduğunu biliyordum. Toprağın ruhu... Böyle diyordu Şamanlar. Doğadan topladıkları parçaların büyüyle harmanlanmış eşsiz bir karışımı ve güçlerinin en büyük kaynağıydı bu.

Kadınların fırlattıkları keseler havada patladıkça ortalığa kan kırmızısı bir toz saçılıyordu. Çok geçmeden kiliseyi taze bahar kokusu sarmıştı. Terzi'nin yeryüzüne sürüklediği ölüme yaşamla meydan okuyordu Şamanlar. Varlıkları çorak toprağa düşen ilk yağmur gibiydi. Kırmızı tozun değdiği cinler can çekişerek kaçıyor, kendilerini savaşçı kadınların mızrağının ucunda buluyordu. Şamanların bir kısmı gölgelerle kıran kırana bir mücadeledeyken diğerlerinin etrafımızda bir halka oluşturduğunu fark ettim. Dur duraksız oklarını göndermeye devam ediyorlardı.

Yaptıkları nasıl bir büyüydü bilmiyordum. Sanki yere saplanmış okların arasında görünmez bir bağ vardı. Bir çeşit kalkan görevi görüyor, cinlerin Zariah'ya ulaşmasını engelliyordu. Şamanların açtığı yoldan emin adımlarla bana kadar gelmişti Zariah. Kuşlar iki yanında, durmadan büyüyen kanatları gibiydi. Karşı karşıya kaldığımızda etrafımızı sarmış, bizi kuzgunlardan örülü bir kubbenin ortasında bırakmışlardı. Bir fırtına koptu o an. Terzi'nin haykırışı bu defa öyle kuvvetliydi ki kiliseyi temelinden oynatmış, ikimizi de dizimizin üstüne düşürmüştü. Başımızdan aşağı dökülen ölü kuşlara rağmen duraksamadı Zariah. Parmakları bir pençe gibi bileğimi kavradı.

"Nefesini tut!"

Dediği tek şey buydu. Ve sonra, ayağımın altındaki yer sallandı, mermer kırıldı ve boşluk vakum gibi beni içine çekti. Bir gram nefes alamadan tüm dünya kırmızıya boyanmıştı. Toprak tüm deliklerden vücuduma hücum etti. Gırtlağım doldu, genzim tıkandı, ciğerlerim sıkıştı. Canlı canlı mezara gömülmüş gibiydim. Hava yoktu, basınç ölümcüldü ve ben tüm dünyanın ağırlığı altında eziliyordum. Göremediğim kafesten kurtulmak için çırpındıysam da çabam koca bir dağı yerinden oynatmaktan farksızdı.

Yeteneklerime ulaşamıyordum. Gücüm işlevsizdi. Yardım için haykırmayı denediysem de boğazım mideme kadar çakıl taşlarıyla kapanmıştı. Havasızlıktan önce panik beni öldürecekti korkarım. Farklı hayatlarım boyunca aldığım hiçbir eğitim beni böyle bir ana hazırlamamıştı. Derken, bileğimde korkunç bir acı hissettim. Çekim elimi kolumdan ayıracak kadar güçlüydü. Atamadığım çığlıklar göğüs kafesimde patladı. Tam daha fazla dayanamayacağıma emin olduğum anda acı bitti, etrafımdaki kızıllık siyaha döndü. Üzerimdeki baskı yok olmuş, serin gece tokat gibi yüzüme çarpmıştı.

Bedenim yeniden serbestti, ama en basit fonksiyonları bile unutmuş gibiydi. Nefes almak istediğimde öksürüklerle iki büklüm oldum. Gözlerimin içi kum dolmuşçasına cayır cayır yanıyordu. Kirpiklerim arasından dünyayı kırık dökük izledim ve bana ne olduğunu anlamaya çalıştım. Yerdeydim, toz toprağın içinde, yıldızlı göğün altında. Bir şekilde kiliseyi terk etmiştik demek. Nedeni yanı başımda dikilen kadından başkası olamazdı.

"Ye şunu!" dedi Zariah ve ağzımın içine bir tutam ot tıkıştırdı. Refleksle tükürmeyi denedim, ama avucunu ağzıma bastırıp bana engel olmuştu. Ya o düşündüğümden daha kuvvetliydi ya da ben az önce olanlardan sonra gücümü tüketmiştim. Az sonra zorla bana yedirdiği ot boğazımdan aşağı kaymıştı bile. "Kendini hızlı toparlaman için," diye açıkladı. "Burada kalamayız. Kalk hadi."

Parmakları yeniden bileğimdeydi. Ayağa kalkarken beni de beraberinde çekmişti. Verdiği ot her neyse sahiden işe yarıyor olmalıydı, çünkü algılarımın geri geldiğini hissediyordum.

"Neredeyiz?" diye sorduğumda boğazımdaki sızıya rağmen sesim normal çıkmıştı.

"Sorularını sonraya sakla," dedi Zariah arkasını dönmeden. "O seni bulmadan saklanmamız lazım."

O... Şüphesiz ki bahsettiği Terzi'ydi. Sanki kara büyücü her an arkamızda belirecekmiş gibi aceleyle ilerliyor, beni de beraberinde sürüklüyordu. Oysa etrafta kimse yoktu. Bir parktaydık, önümüzde bir göl vardı, ama ışıklar yanmadığı halde buranın Kensington olmadığına emindim. Her adımımızla ağaçların dallarına tünemiş kuşlar havalanıyor, peşimize takılıyordu. Kara kuzgunlar... Rastlantı eseri burada değillerdi elbette. Sadece uçmuyor, başımızın üstünde özel bir desen çiziyorlardı. Onlar Zariah'nın koruyucu melekleriydi ve belli ki bu parkın da güvenliğinden onlar sorumluydu. Bir şekilde beni kiliseden kaçırıp kendi korunaklı inine getirmişti Zariah. Nasıl?

"Neredeyiz?" diye sordum yeniden.

Bu kez cevap vermedi Zariah. Kolumu ondan kurtarmaya çalıştığımda tırnaklarını biraz daha derine sapladı ve daha büyük bir hırsla çekiştirdi. Göle iyice yaklaştığımızda bir şeyler mırıldanmaya başlamıştı. Bir an benimle konuştuğunu sandım, ama sözcüklerini duyurmaya çalıştığı bir insan değildi. Suyun yamacına geldiğimizde beni bırakıp yere çöktü ve avuçlarını toprağa bastırdı. Şimdi sesi daha kuvvetliydi. Eşsiz bir melodisi vardı. Çok iyi bildiğim, ama unuttuğum bir ninni gibi...

Ben bilmiyor olabilirdim, oysa doğa bu ezgiyi tanıyordu. Ayaklarımın altında toprağın titrediğini hissedebiliyordum. Altımızdan bir nehir akıyor, o nehir şarkıyla birlikte her an biraz daha şiddetle çağlıyordu. Gölün yüzeyi de fokurdamaya başlamıştı. Ansızın çıkan sıra dışı rüzgar bu orkestraya katıldı, ağaçları salladı, dalları titretti. Ve ardından kuşlar birer birer suya dalmaya başladılar. Rook onları katlettiğindeki gibi cansız bir şekilde gökten dökülmüyor, kendi istekleriyle göle giriyorlardı.

Dehşetle yok olan kuşların ardından baktım. Kuzgunlardan eser yoktu. Onun yerine içine daldıkları karanlık gölün yüzeyinde dallar belirmişti. Su her an biraz daha çekiliyor, dallar giderek daha görünür oluyordu. Az sonra dev bir ağacın tepesi açığa çıkmıştı. Gölün altında olması bir yana, gördüğüm hiçbir şeye benzemiyordu. Biri defalarca kez dallarına düğüm atmıştı sanki. Kollarının üzeri kan kırmızısı yapraklarla ve aralarına tünemiş kuzgunlarla kaplıydı.

"Gel," dedi Zariah bize doğru uzamış dalların birine tırmanıp.

Karşımdaki manzarayı zihnimin kabullenmesi imkansızdı. Kabullenemiyordu da zaten. Aklıma yatacak bir açıklama bulabilirmiş gibi omzumun üstünden parka baktım, diğer ağaçları taradım, ipucu aradım. Peşinden gelmediğimi görüp ikinci adımında durmuştu Zariah.

"Eğer şimdi benimle gelmezsen seni ondan koruyamam" diye üsteledi. "Ve bu, gerçekten her şeyin sonu olur."

Ona kesinlikle güvenmiyordum. Olanları anlamıyordum. Ne yapmam gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Ama kadının sesinde duyduğum korku ve gözlerindeki dehşetin gerçekliği tüm şüpheleri unutturacak cinstendi. Sonunda derin bir nefes aldım ve onun gibi ağaca tırmandım. Bunun dönerek aşağı uzanan, dallardan oluşmuş bir merdiven olduğunu o an anlamıştım. Onu takip ettiğimi bildiğinden artık ardına bakmadan kayarak basamaklardan süzülüyordu Zariah. Karanlığa doğru çaresiz onu izledim. Üçüncü adımımda su yeniden üzerimize kapanıp ağacı gölün altına saklamış ve bizi dünyadan ayırmıştı.

Hiçbir fizik kuralı bu durumu açıklayamazdı. Suyun altında kalıp boğulmalıydık. Bunun yerine kırmızı yapraklardan oluşmuş duvarların ortasında, bana sonsuzluk gibi gelen bir süre aşağı indik, indik, indik. Gölün kokusunu alıyor, ağacın ıslak yapraklarını görüyor, gökten üzerimize çiseleyen damlaları tenimde hissediyordum. Ama hepsi buydu. Sonunda döner merdiven bitip ayağım yeniden toprağa değdiğinde göl şeffaf bir kubbe gibi tepemizde kalmıştı.

Ağaçtan uzaklaştım ve etrafımı inceledim. Yer altı mağarasını andıran bir açıklıktaydık. Yere saplanmış meşaleler ancak ağacın etrafını aydınlattığından mekanın büyüklüğünü ya da karanlığın ne sakladığını seçemiyordum. O kadar çok sorum vardı ki, nereden başlayacağımı bilmiyordum. Az ötede dikilen Zariah'nın ise kaybedecek vakti yoktu.

"Seni ancak bir süre burada saklayabilirim," dedi. "Yerimizi bulması uzun sürmez, o yüzden acele etmemiz lazım."

Şüphesiz ki Terzi'den bahsediyordu. "Ne için acele etmemiz lazım?" diye sordum. "Neresi burası? Nereye getirdin beni? Nasıl getirdin?"

Bana cevap vermek yerine aramızdaki mesafeyi kapatıp karşıma dikildi. Bir anda sağ avucunu alnıma bastırdığında geri kaçmaya çalıştım, ama diğer eli kolumdan yakalayıp beni yerime mimlemişti. Yine beni şaşkına çevirecek kadar güçlüydü, tutuşundan kurtulamadım. Saçlarımın arasına dalmış parmaklarından enerji dalga dalga bedenime akıyordu. Görüşüm bulandı, düşüncelerim birbirine karıştı, kulaklarıma anlaşılmaz sözler doldu.

Kendimi kaybedişim ancak birkaç saniye sürmüştü. Ta ki korkunç bir acı tokmak gibi şakaklarıma çarpana ve Zariah inleyerek geri sıçrayana dek... Aramızdaki bağın kesilmesiyle sancı geldiği gibi aniden kesilmiş, etrafımdaki dünya yeniden netleşmişti. Hemen önümde öfkeyle burnundan soluyordu Zariah, ama hiddeti benimkinden kuvvetli olamazdı. Bu kez ben öne atılıp onu boynundan yakaladım ve ayaklarını yerden kestim.

"Bana ne yaptın? Konuş!"

İstese bana kolaylıkla karşılık verebilirdi. Bunun yerine boynundaki elimi tuttu ve "Bak!" dedi.

Ateş saçan bakışlarımı zorla onun yüzünden gözleriyle işaret ettiği koluma çevirdim. Cinlerle savaşırken yırtılan tulumumun altından yaralı tenim görünüyordu. Ve bir de asla orada olmaması gereken bir şey daha... Alev almış gibi panikle Zariah'yı bırakıp geriledim. Sanki yakından bakmak gerçeği değiştirecek gibi kolumu gözüme kaldırmıştım. Yo yo yo yo! Olamaz, hayır, olamaz!

"Tahmin ettiğim gibi," dedi Zariah. "Seni işaretlemiş. Bu sayede nereye gidersen git seni takip ediyor."

İtiraz etmek için ağzımı açsam da kelimeler dökülmedi. Derimin altına saplanmış iğnelerin ne anlama geldiğini biliyordum. Damgalanmıştım. Sihirbazların liderinden zehirli bir hediyeydi bu. Elimi üzerine tuttuğumda etimden yayılan karanlık enerjiyle sarsıldım. Nasıl daha önce fark etmemiştim? Nasıl bu kadar acemice davranabilmiştim? Kim bilir ne zaman derimin altına sızmış, beni avucunun içine almıştı Terzi. Gücüm yüzünden beni tamamen kuklası yapamamıştı belki, ama kafamın içine yuva kurmuştu. Her adımımı, her kararımı bu sayede önceden biliyordu. Ve Zariah olmasa belki de asla bana yaptığı büyüyü fark etmeyecektim. Bu farkındalıkla dehşetle ona baktım.

"Bunu biliyordun. Beni parka çağırdığında Terzi'nin peşimden geleceğini ve seni bulacağını biliyordun. Beni özellikle Kensington'a gönderdin. Seni bulmasını istedin."

Başıyla onayladı. "O beni bulmadan benim onu bulmam gerekiyordu. Kısa da olsa bize bu zamanı kazandırabilmek için..."

"Neden?"

İyice dibime sokuldu. "Çünkü sen hatırlamasan da ben sana verdiğim sözü hatırlıyorum. Ve bir Şaman asla sözünden dönmez."

Zariah tokat atsa beni ancak bu kadar sarsabilirdi. Tanrım, neler oluyordu? Ben bir Yedi'ydim. Bir Şaman'dan, herhangi bir Şaman'dan da değil, onların kraliçesinden söz almıştım, öyle mi? Peki ne için?

"Dinle beni Zeyd," dedi Zariah yaşadığım şoku umursamadan. "Terzi'nin büyüsünü burada bozamam. O büyü çalışırken de sana gerçeği anlatamam. Yoksa o iblis tüm planımızı öğrenir. Ama Beşik'e gidersen bir şansımız olur. Terzi'nin giremeyeceği tek yer orası."

Aklım duyduğu sözleri kabullenemiyordu. "Ne için bir şansımız olur?"

Zariah'nın yüzünde acı vardı. "Neden öldüğünü ve neden yeniden doğduğunu hatırlaman için," dedi. "Ölmeden önce neden bana geldiğini, benim neden sana yardım etmeyi kabul ettiğimi ve neyle karşı karşıya olduğumuzu hatırlaman için... Aksi halde bu savaşı asla kazanamayacağız."

Başımı tekrar tekrar iki yana salladım. Sözlerinin neresine daha çok itiraz ettiğimi bilmiyordum. Ne planından, ne savaşından bahsediyordu Şaman? Nasıl ben ona gitmiş olabilirdim? Ve o, nasıl bir Yedi'ye yardım etmeye karar vermişti? Kehanet, değişim, seçilmiş Yedi... O da mı herkesin kovaladığı masala inanıyordu yoksa? O yüzden mi beni Terzi'nin elinden kurtarıp buraya getirmişti? Korkarım sorularımın hiçbirinin cevabını bugün alamayacaktım, çünkü Zariah da benim gibi enerjideki ani değişimi hissetmişti. Bir kedi gibi başı gaipten gelen seslere doğru havaya kalktı. Gözlerindeki endişe rol olamazdı.

"Gitmen lazım. Bizi buldular."

"Hayır!" diye bağırdım. Şimdi olmazdı. Kayıp hayatıma ait gerçeklere ilk kez bu kadar yaklaşmışken gidemezdim. Zariah benim gibi düşünmüyordu. Ağacın dibine gidip gövdesine yaslı bohçayı omzuna taktı ve yayı gerdi.

"Doğumun ilahi bir rastlantı değildi Zeyd," dedi. "Şimdilik bilmen gereken tek şey bu. Sen boşuna ölmedin. Bu hayata gözlerini yumduğunda bir amacın vardı, geri döneceğini biliyordun. Ve şimdi o amacın peşine düşmek zorundasın. Hepimiz çok uzun süredir uyanmanı bekliyoruz."

Hepimiz... Hangi hepimiz? Ağzımı açacağım anda ayaklarımız altında yer titredi. Gölün üstüne bir tokmak inmişti sanki. Gökyüzünü kaplayan su dalgalandı, dalların arasından yağmur damlaları gibi üzerimize döküldü. Zariah anında göğe üç ok yollamıştı. Oklar bıçak gibi suya daldığında deprem bir süreliğine durdu, sular nispeten sakinleşti, ama tehlike geçmemişti. Titremenin devam ettiğini hissediyordum. Yer de tepemizdeki göl gibi sarsılıyordu.

"Onları uzun süre tutamam!" dedi Zariah yayına yeni bir ok geçirirken.

Ağacın kararan dalları sözlerini doğruluyordu. Kan kırmızısı yapraklar tepeden aşağı doğru çürümeye başlamıştı. Göl her an biraz daha fokurduyor, üzerimize yağan yağmur şiddetleniyordu. Ama Zariah, okun başını gök yerine bana doğrulttu bu kez. Bir an beni vuracağını sandım. Oysa ardı ardına yolladığı oklar ayaklarımın etrafında bir çember oluşturmuştu. İçine hapsolduğum enerji alanını hemen fark ettim.

"Nefesini tut!" diye komut verdi Zariah. "Seni buradan göndereceğim."

Bizi kiliseden kurtaran büyüyü yapacaktı. "Hayır!" diye haykırdım panikle. "Seni bırakmıyorum!" Bu kadar yaklaşmışken Zariah'yı kaybedemezdim. Geçmişin gizemi, geleceğin çözümü, hayatımın anahtarı onun ellerindeydi.

Ama Şaman kadının başka bir planı vardı. Üç ok daha yayından kurtulup ağacın dalları arasına karıştı. Bir yandan bana bağırıyordu. "Ne yapıp edip Beşik'e gitmeniz lazım. Kız ve sen... Başka şans yok. Vakit kaybetme. Kimseye de güvenme. Özellikle en yakınındakilere..."

Öne atıldım, ama büyü çalışmaya başlamış, görünmez duvar bana geçit vermemişti. Toprak ayaklarımın altında yavaşça çöküyor, beni de beraberinde dibe çekiyordu. "Bekle!" diye bağırdım. "Sen de benimle gel! Madem bana yardım edec..."

Ağaçtan kopup aramıza düşen dev dalla Zariah geri sıçradı. Artık aramızda simsiyah bir duvar vardı. Şaman'ı değil, ama yolladığı okları görebildim. "Beşik'e git Zeyd!" diye tekrarladı. "Zamanı gelince, ben de orada olacağım. Söz veriyorum."

Bu, Şaman kadının duyduğum son sözleri oldu. Sonra göl, cam bir duvar gibi patlayıp başımızdan aşağı boşaldı. Tüm dünya suyla kaplanmadan önce son bir nefes aldım. Ve ardından toprak, bugün ikinci kez bir köpekbalığının ağzı gibi açılıp beni yuttu. Bu kez başıma geleceklere hazırlıklıydım. Kızıl dünya, dayanılmaz basınç, karşı konulmaz itici güç... Toprağın altında ezildiğim, nefessiz hiçliğe sürüklendiğim, ölümle kol kola yüzdüğüm saniyelerin sonunda yeniden beni yüzeye çeken gücü hissettiğimde bu defa direnmedim. Bileğimdeki acı kurtuluş sancısıydı, biliyordum. Bilmediğimse beni bu defa mezardan çıkaran kişinin kim olduğuydu.

Rüzgar yüzümü yaladı, temiz hava buz gibi ciğerlerime aktı, acı içindeki gözlerime gece doldu. Yeniden yüzeydeydim. Göl kubbe gitmiş, ağaç yok olmuş, Zariah'nın büyüsü beni bambaşka bir yere yollamıştı. Ve o yerin tam ortasında, yanı başımda tanıdık bir surat vardı. Şaşkınlıkla, anlamadan, düşünemeden karşımdaki kadının mavi gözlerine baktım.

"Jay...la?" İsim öksürüklerim arasında kesik kesik çıkmıştı.

"Zeyd," dedi heyecanla. "Başardınız!"

Ben neyi başardığımızı bilmiyordum, ama Jayla bir şekilde başıma gelenleri de sonunda buraya geleceğimi de biliyordu. Zariah'nın verdiği gibi bir tomar otu ağzıma tıktı. Algılarım düzeldiğinde gözlerim onu geçip arkasındaki açıklığı taradı. Bir pistteydik. Az ötede özel bir uçak ışıklar içinde, kalkışa hazırdı. Etrafımızdaysa bir düzine Yedi tulumları içinde hazırolda beklemedeydi.

"Daha iyi misin?" diye sordu Jayla. "Ayağa kalkabilecek misin? Bir an önce buradan gitmemiz lazım."

Yardımıyla doğruldum. Bugün cevabını alamadığım tüm sorular ve daha fazlası kurumuş dudaklarımın arasında duruyordu. Jayla'nın da Zariah gibi hiçbirine cevap vermeyeceğine emindim. O yüzden sadece "River?" dedim.

"River uçakta," dedi Jayla hemen. "İkinizi de Beşik'e götüreceğiz."

Uçak, River, Beşik... Her şey karman çormandı. Hiçbir şey anlamıyordum. Zariah'nın sözleri, bana yardımı, şimdi Jayla, etrafımızdaki bu Yediler... Bir şekilde çok önceden başlayan bir savaşın tam ortasına düşmüştüm. Bir şekilde Şaman kadın o savaşta benim tarafımdaydı. Ve bir şekilde Jayla da onun planının bir parçasıydı. Senaryosunu bilmediğim bir oyunun başrolüydüm sanki. Finalde bizi neyin beklediğini söyleyemezdim. Kimse söyleyemezdi. Ama ikinci perdenin nerede başlayacağına artık emindim. Ne demişti Zariah: Ancak Beşik'e gidersen bir şansımız olur.

"Hadi Zeyd," dedi Jayla güven verici bir tebessümle. "Uyanmanın zamanı geldi."

Zamanı geldi, diye düşündüm.

Öldüğüm yere yeniden doğmaya gidiyordum.


- BİRİNCİ KİTABIN SONU-

Da das das da das! Böylece birinci kitabımızın sonuna gelmiş bulunuyoruz canlar :) Umarım ara final hoşunuza gitmiştir. Her şeyi olmasa da bazı şeyleri açıklığa kavuşturup noktalamak istedim. 

Bu son, yorumları hak eder bence :o Heyecanla teorilerinizi ve yorumlarınızı bekliyorum.  

Bu arada Sekiz ile Watty'ye katılacağım. Bakalım sonuç ne olacak, bana şans dileyin :)

Sizi kocaman öpüyorum.

Sonraki kitapta görüşmek üzere, kalp kalp kalp.

E.Ç. 


Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top