15

Merhaba sevgili okurlar, 

Her şeyden önce bir kez daha hepimize geçmiş olsun diyerek başlamak istiyorum. Depremde sevdiklerini kaybeden herkese baş sağlığı, kalanlara büyük bir sabır dilerim. Çok ama çok zor bir dönem. Acı sonsuz. Orada olmadığım, bizzat yaşamadığım halde büyük bir yastayım. Bir süredir yazamıyorum. Elim gitmiyor bir türlü. Hayatımda hiç bu kadar zor olmamıştı bir bölümü tamamlamak. Bu kötü günleri kolayca ardımızda bırakamayacağız biliyorum. Yine de umut ediyorum. Bölümü de o umutla yazdım. Hikayenin sizi biraz olsun başka dünyalara sürüklemesi dileğiyle...

Sevgiler

E.Ç.

***

The games we play are deadly, aren't they?

***

Siyah gözler.

Siyah tüyler.

Siyah, simsiyah bir delik.

Sonunda ışık olmayan sonsuz bir tünelde, karanlığın koynundaydım. Kovaladığım kuşun kanat çırpışlarını duyacağım kadar sessizdi tünel. Giderek kuvvetleniyordu hışırtılar. Giderek daralıyordu etrafımı saran duvar. Sanırım... Emin olamıyordum, sahip olduğum beden bana ait değildi. Ayaklarım, bacaklarım koparılmış, kollarım yepyeni bir form almıştı. Farklı bir pencereden dünyaya bakıyordum. Seçtiğim tek renk siyah, hissettiğim koyu bir karanlıktı. Buna rağmen önümde ilerleyen kuzgunu nasıl gördüğümü, nasıl takip ettiğimi ya da neden takip ettiğimi açıklayamazdım. Görünmez sicimlerle beni kendine bağlamış, bilinmeze doğru sürüklüyordu kuş. Müthiş bir itaatle peşindeydim.

Başkaları da vardı ardımda. Başka kuzgunlar... Sanki sürüden biri olmuş, onlarla aynı hedefe doğru uçuyordum. Yol önümüzde üçe ayrıldığında kuşlar farklı yönlere dağılmış, bense önümdeki kuzgunu takibi sürdürmüştüm. Tünel yukarı meylettiğinde birlikte yükselişe geçtik. Bu defa yolun sonunu görebileceğimi umdum, ama ilerleyişim bir kez daha keskin bir acıyla noktalanmıştı. Dünya tamamen karardı, kanatlar sustu, bana ait olmayan bedenim yok oldu.

Boşluktaydım bir an. Bir an sonra ruhum yeni bir bedene doldu. Kendi bedenime... Diğer gecelerde olduğu gibi görüntüler bu noktadan sonra kesik kesikti. Altın bir tokmak, ayaklarım altında kadife bir halı, mumlar, kristal kadeh, aynadaki yansıma, benim olan ama bana hiç benzemeyen yansımam, bir bıçak -herhangi bir bıçak da değil, Yedilerin seremoni bıçağı- gözümü alan yeşil ışık, kan, ellerimde kan, üzerimde kan, kadife halıya yayılan kan ve son olarak mavi, masmavi bir çift göz...

Gözlerimi açtım. Beni ufukta beliren kızıllık karşılamıştı. Gün doğuyordu. Hayır, uykudan yeni uyanmamıştım. Bir saatten fazla süredir Londra'yı kuşbakışı gören dairemin metrelerce yükseklikteki pencereleri önünde, koşu bandının üzerindeydim. Hiçbir yere varamayacağımı bile bile koşuyor, beni gecenin bir yarısı yataktan kaldırıp bu aletin üstüne çıkartan rüyayı düşünüyordum. Aynı görüntüleri o kadar sık görür olmuştum ki, her şey gözümü kapadığımda tüm ayrıntılarıyla baştan yaşayabileceğim kadar netti. Kuşlar, tünel, kadife halı, bıçak, kan, mavi gözler...

Bu eve yerleşeli bir haftadan fazla oluyordu. Maze bana ait bir daire olduğunu söylediği gün burayı ziyarete gelmiş, bir daha da köşke dönmemiştim. Annemden, topluluktan, hatırladığım ve hatırlayamadığım her şeyden uzaklaşıp yalnız kalmak ve düşünebilmek için bulduğum en iyi çözüm buydu. Ne yazık ki gecelerime musallat olacak rüyayı hesaba katmamıştım. Şimdiyse, çözmeye uğraştığım büyük bulmacanın ortasına yerleşmiş, yepyeni bir yapbozla uğraşıyordum.

Rüyanın ilk parçası annem anılarımı bana geri verdiği gün gelmişti. Simsiyah bir kuzgun... Önemsememiştim. Uyandığımda hatırlamıyordum bile. Ertesi gün o kuzguna bir başka kuş eklendi. Yine göz ardı ettim. Tünel belirdi ardından. Yol uzadı, kuşlar çoğaldı. Ancak görüntüler tekrarladıkça bunun sıradan bir rüya olmadığını idrak ettim. Bu bilinçle, her uykuya dalışımda yeni detaylar eklendi.

Bir süre sonra ne gördüğümü anlamıştım. Bana tekrar tekrar River'ın kazasını izleten bilinçaltım, bu kez kendi ölümümü yaşatıyordu. Peki neydi vermeye çalıştığı mesaj? Neydi anlamam, düşünmem, yapmam gereken? İşte onu henüz çözememiştim. Sanki anılarım topraktan çıkmaya çalışıyordu. Onları yerin altında tutan, gerçeğin açığa çıkmasını engelleyen büyük bir güç vardı. Direniyor, ama karşı koymayı başaramıyordum.

Oflayarak önümdeki kırmızı tuşa bastım ve ayağımın altında kayan bantla birlikte aletten indim. Görünen o ki bugün de bu konuda bir arpa boyu yol kat edemeyecektim. Yine de duş alırken, üzerimi giyinirken, günün ilk kahvesini yudumlarken aynı rüya, aynı kesik görüntüler ve aynı sorular kafamın içinde dönmeye devam ediyordu. Belki köşke dönmeli ve annemle konuşmalıydım. Şüphesiz ki benim hayatımla ilgili benden daha çok şey biliyordu Nesryn Hanım. Ya da belki Maze'i çağırmalı, tüm sorularımı ona sormalıydım. Telefonu açtığım an yanımda biteceğine emindim. Şu bir haftada farklı bahanelerle, defalarca kez ziyaretime gelmişti zaten.

Buna rağmen ne Maze'i aradım ne de köşke dönmeye yeltendim. Bir saat sonra hala aynı koltukta oturmuş, üçüncü kupamı yudumluyor, kahvenin tüten dumanı ardından yüksek tavanlı geniş salonu izliyordum. Geçen günlerde sıkça gördüğüm bu manzaraya alışmış olsam da, bu lüks, modern çatı katında hala bana evde olduğumu hissettiren hiçbir şey yoktu. Sanat eserlerini, kütüphanedeki kitaplardan çoğunu, bazı mobilyaları, hatta mutfaktaki bir iki kupayı başka hayatlarımdan tanıyordum tanımasına, ama bir evi yuva yapan eşyalar değildi. Bir zamanlar sahip olduğum parçalarla dolu bir sergideydim, kayıp anılarımı geri almadan da buraya ait olmam mümkün olmayacaktı. 

Yine de Maze, bu çatı katının bana ait olduğunu kanıtlamak için her yolu denemişti. Hiçbir çabası fayda etmeyince de çalışma masasının çekmecesinden bir kutu çıkarıp önüme koymuştu. Unuttuğum son yaşamımı saklayıp korumuş bir konserve kutusu gibiydi. Benim hiç tanımadığım bir Zeyd vardı içinde. Bu evde ve başka yerlerde çekilmiş fotoğraflarım, hakkımda yazılan haberler, şirketimin başarısını anlatan gazete kupürleri... Görünen o ki sahiden de teknoloji alanında pek çok yatırım yapmış, genç yaşıma rağmen birden fazla girişime öncülük etmiştim.

Özel hayatıma gelince, Maze bir kez daha iddiasında haklıydı. Geçmiş hayatımda gerçekten onunla birlikteydik. Bu ev dahil pek çok farklı yer ve zamanda çekilmiş fotoğrafımız vardı kutuda. Tüm o karelerde Maze en fazla on yedi, on sekiz yaşlarında olmalıydı. Kızıl saçları belinde, gözleri ışıl ışıl genç bir kadın... Öyle büyük bir hayranlıkla bana bakıyordu ki, sahiden benden etkilenmiş olmalıydı. Ne yazık ki kendim için aynı şeyi söyleyemezdim. Evet, onun yanında gülümsüyordu Zeyd, ama aşkı daha önce tatmış biri olarak Maze'e duyduğu ilginin aşk olmadığını fotoğrafları elime ilk aldığım an görmüştüm.

Şüphesiz ki bunun sebebi, şu an da farkında olmadan oynadığım parmağımdaki altın yüzüktü. O da Maze'in bana gösterdiği kutudan çıkmıştı. O anda parmağıma takmış, bir daha da çıkarmamıştım. Hatırladığım hayatlarımın tamamında benim bir parçamdı ve fotoğraflara bakılırsa son yaşamımda da öyle olmaya devam etmişti. Hiçbir rün, hiçbir sembol, hiçbir büyü yoktu üzerinde, ama beni sahip olduğum tek gerçek eve bağlayan bir tılsımdı. Kaybettiğim, yine de asla bağımı koparamadığım evime...

Kahveden büyük bir yudum aldım. Garipti, asırlar sonra yüzüğe dokunduğumda hala aynı acıyı hissediyor, aynı çaresizliği hatırlıyor, aynı pişmanlıkları yaşıyordum. Ama ilk kez, geçmişin hayaletleri arasında başka bir kadının silueti süzülüyordu şimdi. O kadındı atlattığımı sandığım travmayı alevlendiren. Bu defa midem onun için kasılıyordu. Onun yüzünden nefesim daralıyordu. Kaybetme korkusu geri dönmüştü ve bir kez daha bana aptalca şeyler yaptıracak kadar güçlüydü. O kadın River'dı.

Düşüncelerim ona her kaydığında mantığım devreye girip bana hatırlatıyordu: O senin ruhunu taşıyor. O yüzden onu düşünüyorsun, onun için endişeleniyorsun, onu delice merak ediyorsun. Muhtemelen doğruydu. Muhtemelen River'ı korumaya çalışmam kendi canını kurtarmaya çalışmak kadar refleksi ve içgüdüseldi. Yine de bu akli selim açıklamalar şu son bir hafta boyunca onu görmek için tekrar tekrar okula ya da kafeye gitmeme engel olmamıştı. Hem de Yedilerin onu gece gündüz koruduğunu bildiğim halde...

Ne yazık ki ben ne kadar River'ı görmek istiyorsam o, bir o kadar bundan rahatsız oluyordu. Bizi amfide Vance'le didişirken yakaladığından beri hiç olmadığı kadar bana öfkeliydi. Belki ilk tanıştığımız zamanlardan bile fazla... Ondan bir şey sakladığımı hissedebiliyordu. Ne de olsa aynı ruhu paylaşan iki insandık biz. Birbirimizi anlamak için sözler, hatta düşünceler bile gereksizdi. Haklıydı, ondan çok fazla şey saklıyordum. Vance gerçekte kimdi, ben gerçekte kimdim, onu kimden ve neden korumaya çalışıyordum? Yediler, Sihirbazlar, yozlaşmış büyücüler, doğaüstü varlıklar, onlarla savaşan askerler, kaos içinde bir dünya...

Biliyordum, hepsini ve daha fazlasını öğrenmek River'ın hakkıydı. Benim yüzümden o da bu dünyanın bir parçasıydı artık. Ama henüz ona hiçbir şey anlatamazdım. Daha değil, yeri değil, şimdi değil... Geçtiğimiz hafta River'ı her gördüğümde, kafamın içinde bunlar gibi sayısız cümle kurmuştum. Anlamaya, çözmeye ve kesinlikle bir plana ihtiyacım vardı.

Devirdiğim asırlar boyunca ilk kez bu kadar kapana kısılmış hissediyordum. Ben, topluluğun beklediği eşsiz kahraman Sekiz, River'sa ben ve tam potansiyelime ulaşmam arasındaki yegane engeldi. Annem davamız uğruna hiç düşünmeden onu harcayacağını açıkça söylemişti bile. Divan ne düşünüyordu peki? Diğer Yediler öğrendiğinde River'a ne yapacaklardı? Hem de topluluğun içinde hala hainler varken... Peki Sihirbazlar, Alimler, Şamanlar... Düşmanlarının kolunu kanadını kıracak böyle bir kozu hangisi bana, bize karşı kullanmak istemeyecekti?

Beni uykusuz bırakan sorular bunlarla da bitmiyordu. Ruhumdan bir parça taşıdığını, bu sayede hayatta kaldığını River'a anlattığımda o ne tepki verecekti tüm bunlara? Onu hayata döndürdüğüm için bana teşekkür mü edecekti? Hem de geçirdiği berbat çocukluğa ve hayatına soktuğum tüm anormalliklere rağmen... Peki, ya benden bir çözüm isterse... Ya ruhumu ondan koparmamı, hayatını ona geri vermemi isterse... Böyle bir şeyin mümkün olup olmadığını ya da ona zarar verip vermeyeceğini bilmezken, nasıl River'a yardım edecektim?

Oflayarak koltuktan kalktım. Düşüncelerim sabit durmamı engelleyecek kadar kontrolden çıkmıştı yine. Bunun sonunu biliyordum. Yolun beni nereye götüreceğini de... Zaten yarım saat daha amaçsızca kendimi oyalamayı başardıktan sonra pes edip ceketimi sırtıma geçirmiş ve asansöre binmiştim. Otoparka inip Maze'in gösterdiği, bana ait arabalarla dolu bölüme ilerledim. Araçların hepsinin takip edildiğine emin olduğumdan herhangi birini seçip binmiştim. Zaten yola çıktığım saniye casus Yediler peşimdeydi. Umursamadım.

İstikametim üniversite değil, kafeydi bugün. River okuldan önce sabah vardiyasındaydı. Programını ezbere bildiğimi o da öğrenmişti artık. O yüzden kafenin girişinde beni gördüğünde şaşırmak yerine gözlerini devirdi ve kahve makinasına gitti. Köşede oturmuş kitap okur gibi yapan Yediyle bir an için göz göze geldik. Her şey yolunda, diye açıkladı zihnimin içine. Şüpheli herhangi bir durumla karşılaşmadık. Cevap olarak başımı belli belirsiz oynattım.

Sokağa park etmiş aracın içinde, yoldaki bankta ve ağacın dibinde kafeyi gözleyen başka Yediler de görmüştüm. Maalesef varlıkları içimi rahatlatmak yerine beni daha da huzursuz ediyordu. River'ın her an tehdit altında olduğunu gözüme sokan birer uyarı fişeği gibiydi her biri. Bir de komutu Nesryn Hanım'dan alıyor oldukları gerçeği vardı tabii. Anneme River'dan uzak durmasını söylediysem de böyle önemli bir konuda ipleri başkasına bırakmayacağını bilecek kadar iyi tanıyordum onu. Sadece beni idare ediyordu, çünkü esas istediği oyuncak bendim. Ama bu, annemi, gerektiğini düşündüğü an müdahale etmekten alı koymayacaktı.

"Liam," dedi Milli koca bir gülücükle beni karşılayarak. Düşüncelerimi bu ana çekmişti. Bar taburesine tırmanıp gülüşüne karşılık verdim.

"Hey Milli."

"Çok şanslısın," dedi keyifle önüme bir tabak bırakıp. "Fırından yeni çıktılar."

Gülüşüm büyüdü. En azından Milli hala bana iyi davranıyordu. Onun da gerçekler hakkında hiçbir fikri olmasa da bir şekilde onu iyi niyetli olduğuma inandırmıştım. Bana uzattığı tabakta dumanı tüten tarçınlı bir çörek vardı. Burnuma dolan şeker ve tereyağı kokusu midemin guruldamasına ve bu sabah hiçbir şey yemediğimi hatırlamama neden olmuştu.

"Teşekkür ederim," dedim tüm içtenliğimle, ama gözlerimin beni görmezden gelen River'a kaymasına engel olamıyordum. Milli de bunu yakalamıştı.

"Rivs, müşterimize kahve ver bakalım!" diye seslendi. "Ben fırından ikinci postayı çıkartacağım, ön taraf sende!"

Milli içeri giderken bana göz kırpmış olmasa da bilerek bizi yalnız bıraktığını söyleyebilirdim. Ona gerçekten müteşekkirdim. Arkadaşının ardından ateş saçan gözlerle bakan River ise benimle hemfikir görünmüyordu. Boş kupayı tezgaha çarparak önüme bıraktı ve etrafa döke saça kahveyi içine boşalttı.

"Hala bana kızgınsın yani..." diye mırıldandım.

River'ın kaşları biraz daha çatıldı. O da benim gibi uyuyamıyor olsa gerek göz altlarına siyah halkalar yer etmişti. Demliği kenara bırakıp ellerini bankoya koydu ve bana doğru eğildi.

"Neden yine buradasın Liam?"

Cevabı zaten biliyordu, yine de söyledim. "Seni merak ediyorum."

"Merak ediyorsun," diye tekrarladı. "Peki bugün beni neden bu kadar merak ettiğini anlatacak mısın? Yoksa yine suratıma bakıp yalan mı söyleyeceksin?"

"River ben zaten her şeyi..."

Cümlemi nasıl bitireceğimi bildiğinden sıkıntıyla iç geçirip arkasını döndü. Onu kızdırdığımı iyice gözüme sokmak istercesine önce kahve dolu demliği, sonra da bulduğu diğer kapları sağa sola çarpmıştı. Bir süre sinirini atması için sessizce bekledim. Beş dakika sonra River'ın önünde temizleyeceği, dolaba kaldıracağı, itip kakabileceği hiçbir şey kalmamıştı. Durup derin bir nefes aldı.

"Üzgünüm," diye seslendim arkasından. "Elimden burada olmaktan başka bir şey gelmiyor. Kontrol edemediğim çok fazla şey var."

Kollarını göğsünde bağlayıp bana döndü ve dik dik suratıma baktı. En azından bu konuda dürüst olduğumu biliyor olsa gerek cevap olarak kafama bir şey fırlatmamıştı. 

"Jayla yüzünden değil mi?" diye sordu. "O ve merkezdekiler konuşmana izin vermiyor."

Ah bir bilseydi River, Jayla'ya varana kadar kaç mevkiden Yediyi karşıma almam gerektiğini. O Yedilerin başında kendi annemin geldiğini... Topluluk sırlarını insanlara anlatmak bir Yedinin işleyebileceği en büyük suçlardan biriydi, ama bizim durumumuzda River'a söyleyeceklerimin bir suçtan çok daha hayati sonuçları olabilirdi. İşte tüm olası cümleleri boğazıma tıkan buydu.

Sessizliğimi evet olarak almıştı River. Gözlerim önüme düşünce bir kez daha sesli bir nefes verdi ve beni şoka sokarak karşıma gelip Milli'nin önüme bıraktığı çörekten koca bir parça ısırdı. Sinirini ağzını kaplayan hamurdan çıkardığı öyle belliydi ki durumumuza rağmen gülüşümü engelleyemedim.

"Beni deli ediyorsun," diye homurdandı River somurtarak. Hala yutamadığı lokma yüzünden kelimeler ağzından eciş bücüş çıkmıştı.

Ciddi görünmek için dudaklarımı birbirine bastırdım. "Biliyorum."

Çöreğin son parçasını yutkundu. Gözleri bir an parmağımdaki yüzüğe takılmış, sonra yeniden yüzümü bulmuştu. "Nereye kadar böyle devam edecek peki?" diye sordu. "Ne zamana kadar gerçeği benden saklayacaksın? Başka bir canavar karşıma çıkıp kafamı koparana kadar mı?"

Sıkıntıyla yerimde kıpırdandım. "Böyle bir şeyin olmasına asla izin vermem."

Ofladı River. "Her an, her saniye yanımda olamazsın Liam! Ne sen ne de Jayla'nın adamları... Ben bu korku filminin bir parçası olmak asla istemedim, ama lanet olsun ki parçasıyım. Onca şeyden sonra beni böyle karanlıkta bırakamazsınız! Beni neden korumaya çalıştığını söylemek zorundasın!"

Kahretsin ki haklıydı River. En büyük tehlikenin yanı başında olduğunu, her gün sevgilim diye elini tuttuğunu bile bilmiyordu.

"Riv..." diye başladım. Kafenin kapısı şıngırdayarak açılıp benim sözümü kesmiş, onunsa dikkatini dağıtmıştı. Arkamı dönmeme gerek yoktu. Daha tanıdık parfüm kokusu burnuma ulaşmadan, gelen kişinin aurası bir dalga gibi bedenime çarpmıştı. Hayır, dur, diye komut verdim. Beni duymuş, ama ilerlemeyi kesmemişti Maze. Yanımdaki bar taburesine tırmanıp bana bakacak şekilde oturdu. Simsiyah dar bir tulum giyiyordu. Neyse ki silahlarını kıyafetinin içine saklanmıştı.

"Seni burada bulacağımı biliyordum," dedi keyifle. River'a dönerken kırmızı dudakları koca bir gülüşe büyüdü. "Bir kahve alabilir miyim tatlım?"

River'ın eli az ötedeki demliğe uzansa da bakışlarını üzerimizden ayıramamıştı. Şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. Kimsesiz bir laboratuvar faresi olan Liam'ın hayatına bu güzel, alımlı kadının ne ara girdiğini sorguluyor olmalıydı. Maze yarattığı şokun farkındaydı elbette, bundan keyif alıyordu. Yarısı ısırılmış çöreği ağzına götürüp şehvetle bir parça kopardı.

"Hımm... Çok lezzetli."

"Burada ne yapıyorsun Maze?" diye kestim onu. Yaptığı şovun her saniyesinden duyduğum sinir sesime yansımıştı.

"Seni almaya geldim," diye açıkladı umursamadan. Sözlerini kafamın içine doğrudan söyleyebilirdi. Bunun yerine abartılı bir şekilde kulağıma eğilip fısıldadı. "Zamanı geldi. Büyük buluşma bu gece olacak. Annen seni bizzat hazırlamamı istedi."

Kaşlarım çatıldı. Maze'in yakınlığından da sözlerinden de rahatsız olmuştum. River onu duymuş muydu? Geri çekildim. "Bunu söylemek için buraya gelmene gerek yoktu."

Uzaklaşmama izin vermedi Maze. Eli ensemdeki saçlara uzanmıştı. "Seni görmek için bahane yarattım diyelim."

Benimle ilk kez flört etmiyordu. Evime yaptığı her ziyaret küçük büyük denemelerle doluydu. Ama burada, River'ın önünde buna kalkışması... Anlamadığım bir oyun oynuyordu Maze. Öfkem zihnimde çınladı: Kes şunu hemen! Onu korkuttuğumu sanmıyordum. Elini üzerimden çekse de Maze'in gülüşü daha da büyümüştü.

"İşin aslı şu ki Liam," dedi. "Toplantı için sana eşlik etmem gerekiyor. Her şeyin yolunda gittiğine emin olmak için... Anlarsın ya?" Yeşil gözleri benden River'a kaydı yavaşça. "Etrafta dikkatini dağıtabilecek bir sürü şey var sonuçta. Böyle önemli bir anı yanlış sebeplerle kaçırmanı istemeyiz. Sonuçta herkes seni bekliyor."

Yutkundum. İçimden ona söyleyecek bir sürü kötü şey geçiyordu, ama River'ın tüm ipuçlarını yakalamak için dikkatle bizi dinlediğinin farkındaydım. Dişlerimi sıktım ve "Zamanında orada olacağım," dedim sadece.

"Elbette olacaksın," dedi Maze ayaklanıp. "Çünkü buradan birlikte köşke gidiyoruz. Seni arabada bekliyorum."

Tabakta kalan çöreği alıp kahveden koca bir yudum aldı ve River'a göz kırptı. Ben içimden lanet okurken o, kalçalarını sallaya sallaya çıkışa yürümüştü. Kapı kapanır kapanmaz River'la göz göze geldik. Benden bir açıklama beklediğine şüphe yoktu.

"Kimdi o?" diye sordu ben konuşmayınca. "Ne toplantısından ne köşkünden bahsediyordu?" Gözlerimi öyle hızlı kaçırdım ki sinirle güldü River. Geveleyeceğimi biliyordu. "Elbette... " dedi sinirle. "Bunu da bana söyleyemezsin."

Tanrım... Gerçekten ona her şeyi anlatmak, bu kovalamacayı hemen şimdi sonlandırmak istiyordum. Maalesef yapamazdım.

"Gitmem lazım," diyebildim sadece.

Daha fazla üstelememişti River. Omuzlarına çöken hayal kırıklığını gözle görebiliyordum. Bir kez daha başladığımız yerdeydik. O, boş tabağı ve kupaları tezgahtan alıp musluğa gittiğinde benim de gerçek hayata dönme zamanım gelmişti. Sessizce kafeden çıktım ve yolun karşısına park ettiğim arabaya yürüdüm. River'dan uzaklaşmak bugün her zamankinden daha çok canımı sıkıyordu. Hücrelerin teker teker bedenimden kopuşunu hissedebiliyordum sanki. Bu hüzün Maze'i görmemle büyük bir hiddete dönüşmüştü. Çoktan şoför koltuğuna yerleşmişti Maze. Hışımla kapıyı açıp yanına oturduğumda öfkeme tebessüm ederek karşılık verdi.

"Ne yapıyorsun sen?" diye kükredim.

Bilmiş bir edayla suratıma baktı. "Yeterince açık değil mi Zeyd? Seni anlamaya çalışıyorum ki sana yardım edebileyim. Belli ki bu kıza karşı bir takıntın var ve belli ki bu ilgin sonunda başımıza iş açacak."

Kılımı bile kıpırdatmadığım halde gücüm Maze'i cama çarptı. Görünmez eller onu pencereye bastırıyormuş gibi hareketsiz kalmıştı. Kendimi kontrol etmeye çalıştım. River'a bu kadar yakınken bedenimde kullanmaya alışkın olduğumdan çok daha büyük bir güç dolanıyordu.

"Bak," dedim sakinleşmeye çalışıp. "Anneme söyledim. Şimdi sana da söylüyorum. River benim sorumluluğumda. Ondan uzak duracaksınız Maze. Onunla ilgili kararıma karışmayacaksınız! Anlıyor musun beni?"

Maze'in yüzündeki ukala tebessüm silinmişti. "Asıl sen anlıyor musun beni?" diye direndi. "Senin için endişeleniyorum. Endişeleniyoruz. Yarın bir karar vermen gerektiğinde nasıl doğruyu seçeceksin? Topluluğun çıkarlarını o kızın önüne koyabilecek misin? Bunu düşündün mü?"

Düşünmez olur muydum hiç? Doğru soru, bu çıkmazı düşünüp delirmediğin bir an var mı olmalıydı. Hangisine daha çok kızdığıma emin değildim, Maze'in sözlerine mi yoksa sözlerindeki haklılık payına mı? Gücümü geri çekip arabadan indim sinirle. Maze tam serbest kaldım derken kapısını açıp onu kolundan dışarı çekiştirmiştim.

"Ne yapıyorsun?" dedi şaşkınlıkla.

"Kendi başıma, kendi evime gidiyorum," dedim direksiyona yerleşip. "Beşik'te görüşürüz."

Maze tam ağzını açacakken kapıyı sertçe suratına çarptım. Ayağım gaz pedalında, sözlerimin devamı düşüncelerimdeydi. Merak etme, Beşik'e nasıl gidildiğini hala hatırlıyorum.

Cevap vermedi Maze. Dikiz aynamdaki yansıması kaybolana dek öylece durmuş ve dik dik arkamdan bakmıştı. Beni daha fazla sinirlendirmek istemiyordu sanırım. Sanki daha fazla sinirlenmem mümkündü de... Akan trafiğin içinde sağa sola kırarak sarhoş bir şoför gibi ilerledim. Mahalleme ulaşmam, otoparka dalmam, kolonların arasına kayıp arabayı park etmem ve asansörle eve tırmanmam normal sürenin yarısından da kısa sürmüştü. Anlamsızdı bu acelem. Saat gece yarısını gösterene dek Beşik'in kapıları ben dahil kimseye açılmayacaktı. Gel gör ki içimde patlayan bombalarla tavanı delip göğe uçacaktım nerdeyse.

Salonun ortasında ileri geri yürürken Maze'in sözleri kulaklarımda çınlıyordu. Büyük buluşma bu gece olacak. Annen seni bizzat hazırlamamı istedi. Herkes seni bekliyor. Herkes beni bekliyordu. Herkes... Tüm Yediler... Divan... Topluluğun her bir bireyi, eşsiz Sekizi görmek için bugün o salona gelecekti. O Sekiz bendim. Neden eşsiz olduğunu bilmeyen, gücünü çözememiş, geçmişini doğru dürüst hatırlayamayan, ruhunu paylaştığı kadını korumayı bile başaramayan, eksik, yarım yamalak, bozuk bir Sekiz...

Derin nefes al Zeyd. Derin bir nefes ve bir nefes daha...

Gün boyu bu sözleri o kadar çok defa kendime tekrarladım ki... Hazırlanmam bir asır sürdü. Kollarıma bacaklarıma taş bağlamışlardı sanki. Bir türlü elim tuluma gitmedi. Bir türlü düğmeleri ilikleyemedim. Takamadım kemerimi. Bağlayamadım ayakkabılarımı. Saat on ikiye gelirken endişe tamamen boğazımı kapamıştı.

Aslında içim korku değil, neşe dolmalıydı. Kardeşlerimle yeniden buluşacak olmanın heyecanı ruhumu sarmalıydı. Daha önce hem fiziksel hem de astral olarak sayısız kez gittiğim Beşik'e dönüyordum. Tüm çocukluklarım orada geçmişti. Ruhumu bugüne taşıyan tüm bilgileri orada öğrenmiştim. Oysa daha önce hiç hissetmediğim tedirginlik damarlarımda akıyordu. Tam nedenini söyleyemiyor, hissettiğim kekremsi duygulara ad biçemiyordum, ama oradaydılar.

Göğsüme çökmüş ağırlıkla, koridorun sonundaki şifreli kapının önünde bir süre dikildim. O kapının ardında, her Yedinin evinde olması zorunlu güvenli oda duruyordu. Koza diyorduk bu odalara, çünkü astral buluşmalar sırasında fiziksel bedenin zarar görmemesi için kendimizi içine kilitlediğimiz birer kozadan farksızdılar.

Elimde taşıdığım broştan yayılan enerji her zamankinden daha güçlüydü şimdi. Beni kapıdan uzağa itiyor, bir şeylerin yanlış olduğunu anlatmaya çalışıyordu adeta. Ne yazık ki onun bile beni döndüremeyeceği bir yoldu bu. Anneme, topluluğa, kendime, hatta River'a karşı sorumluluğum Beşik'te beni bekliyordu. Zoraki bir nefesle odaya girdim. İçeride özellikle ışık yoktu. Buna rağmen zorlanmadan yuvarlak odanın ortasındaki sediri bulmuş, üzerine uzanmıştım. Broşu kalbimin üstüne bıraktım ve gözlerimi yumdum. Göğsümdeki taştan içime akan sıcaklık, duvardaki saatin tik taklarıyla birleşip kısa sürede zihnimi bir ritme sokmuştu. Karanlık güven vericiydi. Sessizlik özgürlük demekti. Boşluk sonsuzdu.

Eğitimli zihnim bu andan sonra ne yapması gerektiğini öyle iyi biliyordu ki çabalamama gerek yoktu. Ve ben de kendimi boşluğa bıraktım. Bir an sonra, bedenimin sınırları baştan çiziliyordu. Genişliyordu ruhum... Acemi Yediler geçiş için çeşitli otlar, yağlar, kristaller kullanmak zorunda kalırdı. Bense... az sonra akan evrenle birlikte süzülüyordum. Ruhumu hapseden etten duvarlar yok olmuş, fiziksel boyutlar anlamını yitirmişti. Nasıl taşıdığım broş beni bu bedene bağlayan bir çapaysa, Beşik'in kalbinde duran kristal de Yedilerin ruhuna rehberlik eden bir fenerdi. O ışığı izleyerek, müthiş bir eminlikle boşlukta ilerledim. Mesafe aldıkça büyüdüm, çoğaldım, özümü buldum.

Karanlığı ilk delen bir kıvılcım oldu. Ateş böcekleri belirdi etrafımda. Onlar yüzlere, yüzler binlere katlandı. Göz kamaştıran ışık huzmeleri birer birer ete kemiğe büründü. Etrafımdaki hiçlikte, renklerle, şekillerle yepyeni bir dünya belirmeye başladı. Bu boyutsuz alemde, Yedilerin kolektif bilinci bir halıyı dokur gibi Beşik'i inşa ediyordu. Zihinler birbirine bağlanıyor, anılar birbirine dolanıyor, duygular birbirini besliyordu. Tek bir akıl, koca bir ağacın irili ufaklı dallarıydık biz. Şimdi gözlerimin önünde dans eden büyüleyici manzarada Beşik'e gelen her ruhun bir parçası vardı.

Tüm büyük buluşmaların yapıldığı Gök Salon... Yeniden karşımdaydı sonunda. Asırlar geçmişti sanki en son bu salona geldiğimden beri ve aynı zamanda hiç zaman geçmemişti. Yüksek sütun kaideler, taşlarla, çinilerle süslenmiş duvarlar, at nalı kemerli kapılar... Her köşeyi, her detayı ezbere biliyordum. Yine de başımı göğe kaldırdığımda yıldızlar oyulmuş ahşap tavanın görkemi karşısında nefesimin kesilmesine engel olamadım. Bu kale, Mudéjar mimarisinin en muhteşem örneklerinden biriydi. Endülüs'teki diğer pek çok yapı gibi İslam sanatının Hristiyan geleneğiyle mükemmel bir şekilde kaynaşması sonucu meydana gelmişti. Ama Beşik'i benzerlerinden ayıran en önemli şey, Yediler dışında tüm dünyaya kapalı olmasıydı.

Elbette fiziksel olarak tüm Yedilerin Gök Salon'a sığması mümkün değildi, ama toplulukta pek az toplantı fiziksel yapılırdı zaten. Astral seyahat, ilk hayatını tamamlayıp adaylık mertebesini geçmiş her Yedi için eğitimin ilk basamağıydı. Dünyanın her yerindeydik biz ve bir arada olmak için bedenlerimize bağlı kalamazdık. İşin güzel yanı, astral buluşmalarda sınırları zihinlerimizin belirliyor olmasıydı. O yüzden salon gerçeğinin onlarca katı daha büyüktü şu an. Tavan metrelerce daha yüksekteydi. Kolonların arasına yerleşmiş balkonlar göz alabildiğince yukarı tırmanıyordu. Anbean hiçlikten insanlar beliriyor, yer, gök, her bir köşe, her saniye Yedilerle doluyordu.

Bu boyutsuz mekanda nasıl dilersek öyle görünebilirdik ya, kurallar belliydi. Her Yedi siyah tulumu içinde, ışıl ışıl parlayan broşları ise göğüslerindeydi. Bu renk cümbüşünü izlerken heyecanım dudaklarımda bir tebessüme dönüştü. Ağa katılan her yeni ruhla biraz daha güçlü, biraz daha bilge, biraz daha sonsuz oluyordum. River'ın yanında hissettiğime benzer bir bütünlük hissi sarmıştı ruhumu. Bu bağa ne denli hasret kaldığımı ancak şimdi fark ediyordum. Anneme itiraz ettiğim, bu buluşmayı ertelemeye çalıştığım için neredeyse kendime kızacaktım.

Neredeyse...

Sonraki birkaç dakika kaygılarımı hatırlamam için yeterliydi. Önce üç beş baş bana doğru çevrildi. Sonra on, on beş, yirmi... Beni ve taşıdığım eşsiz broşu fark eden kim olsa bakışları üzerimde kalıyor, görenler görmeyenlere beni gösteriyordu. Evet, asırlardır ailem olmuş bu insanların yeniden bir parçası olmak eşsizdi. Ama bugün, bu topluluktaki herhangi bir üye değildim ben. Bugün, bu topluluktaki hiçbir üyenin hayal edemeyeceği bir şans bahşedilmişti bana. Üzerime konan her göz bu şansın öyle farkındaydı ki...

Tüm yüzlerde tarifsiz bir merak vardı. Duygular kontrolsüzce zihnime akıyor, doğru düşünmemi engelliyordu. Kimi heyecan doluydu, kimi şüphe. Umut ediyordu pek çoğu. Onlara verebileceklerimi, topluluğa katabileceklerimi, düşmanlarımıza yapabileceklerimi düşlüyorlardı. Düşünmeselerdi keşke. Keşke biraz daha zamanım olsaydı. İyice anlasaydım, iyice çözseydim, cevapları bulsaydım.

Tüm bunlar için çok geçti korkarım. Kımıl kımıldı salon. Tıkır tıkır işleyen bir mekanizma gibiydi üyeler. Yolculuklarının başlarındaki Yediler geriye çekilirken daha rütbeli olanlar salonun merkezine ilerliyordu adım adım. Ön sıra, her zaman, divana ve gözcülere aitti. Ardından halka halka yolcular ve en sonda da çaylaklar gelmeliydi. Dört bir yanımda hissettiğim baskı geride kalma ve kalabalığın içinde kaybolma isteği yaratsa da Yediler bana böyle bir şans vermeyecekti. Önümdeki üyeler geçmem için ikiye ayrılmaya başlamıştı bile. Açılan koridorun iki yanında başlar saygıyla öne eğiliyordu. Düşünceler zihnimin içinde mırıl mırıldı.

Sekiz... Sekiz... Sekiz... Bırakın geçsin. O Sekiz. O beklediğimiz. O seçilmiş.

İlk adımı zorla attım. Panik, ruhuma dolanmış ağır bir zincir gibi beni geri çekiyordu. Yine de ilerlemeyi başardım. Karşıma çıkan tanıdık yüzler bile yeni bir keşifmişim gibi bana bakıyorlardı. Kimiyle birden fazla kez çocukluğumu paylaşmış, kimiyle omuz omuza savaşmış, kimiyle günlerimi, gecelerimi geçirmiştim. Ama ben, tanıdıkları, bildikleri Zeyd değildim artık. Bir daha da asla olamayacaktım. Bunu ilk keşfedenlerden biriydi Jayla. Tüm kusurlarımı herkesten iyi biliyordu. Belki de bu yüzden, o, geçişimi hayranlık yerine kaygı dolu bir ifadeyle izliyordu. Tedirgin bakışları bir an gözlerimde kalmış, sonra diğerleri gibi saygıyla önüne düşmüştü.

Maze onun birkaç sıra önündeydi. Başı yerde olsa da gözlerini bir an olsun üzerimden ayırmadı. Burada bile kırmızı dudaklarında herkese meydan okuyan bir tebessüm vardı. Eğer amacı bana cesaret vermektiyse, kesinlikle işe yaramamıştı. Salonun merkezine yaklaştıkça etrafımdaki üyelerin rütbesi de üzerimdeki baskının şiddeti de artıyordu. Nihayet gözcülerin arasına geldiğimde bana bakan yüzlerde hayranlık değil, binlerce soru vardı artık. Bastırılmaya çalışılan korkuyu, saklanan endişeyi, gizli öfkeyi hissedebiliyordum. Nedeni açıktı aslında. Bir Sekiz olmam beni, Yedilerden oluşmuş divandaki herkesin üstüne konumlandırıyordu. Daha dün koca bir topluluğu yönetenler bugün kendilerini nereden hortladığı belli olmayan bir adamın altında bulmuşlardı.

İçimizde hainlerin olduğu şu günlerde bu kıskançlığın çok kötü sonuçları olabilirdi. Annemse endişeli görünmüyordu. Cüppesinin eteklerini sürüyerek yanıma geldi ve salonun ortasındaki boşluğa ilerlemem için nazikçe sırtımdan ittirdi. Sadece divan üyeleri toplantılarda cüppe giyerdi. Annemin cüppesi, başkan olması nedeniyle diğerleri gibi siyah değil, broşu gibi mor kadifedendi. Onun yanında açıklığa ulaştığımda başka bir tanıdık yüz karşıladı beni: Dante. Divan üyelerinden biri, Beşik'in koruyucusu ve buradaki pek çok ruhun ilk hocasıydı Dante. Toplantıyı yönetmek onun sorumluluğuydu. Hala burada olduğunu görmek bana garip bir güven vermişti.

Bir anlığına tüm kaygıları unutup ona gülümsedim. Dante bana karşılık verdiğinde yüzündeki kırışıklıklar daha da derinleşti. Onun varlığı küçük bir çocuk gibi beni mutlu etmişti, ama annem bakışlarımızla dahi olsa hasret gidermemize izin vermedi. Dante'ye başıyla çanı çalması için işaret vermiş, beni yanına çekmişti. Bana gülümserken gözlerine oturan gurur bir anneye mi aitti, yoksa Yedilerin liderine mi, söylemek zordu. Daha yola çıkmamıştık bile. Önümüzdeki tümsekleri, bizi bekleyen kavgaları bilmiyorduk. Oysa Nesryn Hanım çoktan savaş meydanından zaferle ayrılmış gibi kendinden emindi.

"Yediler!" diye seslendi tüm salona çan sustuğunda. "Gözlerinizi, kulaklarınızı açın. Bu gece, Gök Salon'a bir mucizeye şahitlik etmeye geldiniz."

Üzerimde olmayan tek bir bakış vardıysa da bu sözlerle kalmamıştı. Annem ağır ağır etrafımda dönmeye başladığında hayvanat bahçesinde sergilenen bir aslandan farksızdım artık. Bu, tam da onun hayal ettiği şovdu. Keyifle topluluğa seslenişine devam etti.

"Bu, sıradan bir toplantı değil. Bu geceden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Yediler bir daha asla eskisi gibi olmayacak." Üyelerin sözlerini sindirmesi için bir süre durdu. "Söylentilerin yayıldığını biliyorum. Hepinizin kulağına bir şeyler ulaşmış olmalı. Çoğunuz duyduklarına inanmadı muhtemelen. Bazılarınız hala sorguluyorsunuz, farkındayım. O yüzden buradayız. Gerçeği kendi gözlerinizle görmeniz için." Durup bana baktı. "Tarihimizde görülmemiş bir hediye sunuldu bizlere. Birlikte olmaya her zamandan daha çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde, tanrı elini içimizden birine uzattı. Uzattı ki o seçilmiş kişi bize ışık olsun. Kaybolmuşlara yol göstersin, düşmüşleri kaldırsın, sapkınlara cezasını versin."

Yutkundum. Eğer tanrı annemin söylediği tüm bu şeyleri yapmam için beni seçtiyse keşke beni bir kullanma klavuzuyla geri gönderseydi. Ya da en azından anılarımla... Bakışlarım istemsizce Dante'ye kaydı. Küçük bir çocukken ondan yardım beklediğim günlere dönmüştüm sanki. O da çatık kaşlarla başkanını dinliyordu. Sözlerinin pek çok kişiyi huzursuz ettiğini biliyor, ama umursamıyordu annem. Belki de istediği buydu. Onları kışkırtmak... Üstelik gösterinin en can alıcı kısmına henüz gelmemiştik.

"Oğlum..." dedi elini bana doğru açıp. "Aramızdan bazı alçaklar onu bizden almaya kalktılar. Topluluğumuzu bölmek, bizi güçsüz düşürmek istediler. Zeyd sırtından bıçaklandığında yedinci hayatındaydı. O gün, orada öldü ve ben hiçbir şey yapamadım."

Hayret nidaları dalga dalga yükseldi. Dedikodular yüzünden herkesin benden haberi olsa da annemin şairane anlatımıyla mit, bu salonda gerçeğe dönüyordu. Sanki bir kez daha vücut buluyordum şimdi. Yediler için gerçekten var oluyordum. Annem de seyirciyi ele geçirdiğinin farkındaydı. Arkama geçti ve elini omzuma koydu. Özellikle broşun durduğu tarafı seçtiğine emindim. Göğsümde parlayan eşsiz, beyaz taşı herkesin gözüne sokmak istiyordu.

"Bugüne kadar hainler serbestçe aramızda dolaştı," diye tısladı. "Günahlarının borcunu ödemeyeceklerini düşündüler. Tanrının adaletini küçümsediler. Bizi küçümsediler."

Annemin öfkesi öyle kuvvetliydi ki salonda hissetmeyen tek bir Yedi bile olduğunu sanmıyordum. Bakışları bana çevrildiğinde binlerce ok üzerime geliyormuş gibi gerilemek istedim, ama hala omzumu tutuyordu. Beni yavaşça kendisine doğru çevirdi.

"Bugüne kadar..." dedi müthiş bir hazla. "Hepsi bugüne kadardı. Çünkü oğlum, Zeyd bize döndü. Tanrı mucizesini yeryüzüne indirmek için onu seçti ve hepimize armağan etti."

Annemin dudaklarında şeytanı bile tedirgin edecek bir tebessüm belirdi. Beni bırakıp iki adım gerilemiş, tam karşıma geçip elini broşunun üzerine koymuştu. Birbirimizi saygıyla selamlamak için kullandığımız bir işaretti bu. Karşılık vermem gerektiğini bilsem de yaşadığım şok hareket etmeme engel olmuştu. Çünkü bir an sonra tek dizinin üstündeydi annem.

"Yediler!" diye bağırdı. "Bu dünyanın gördüğü ilk Sekizi selamlayın! Kurtuluşumuzu selamlayın! Mucizeyi selamlayın. Geleceğinizi selamlayın. Selamlayın onu!"

Ve sonra, herkes dizlerinin üstüne çöktü ve hep bir ağızdan bağırdı. "Sana selam olsun Sekiz!"

***

-BÖLÜM SONU-

Geç de olsa söz verdiğim gibi Beşik'e getirdim sizi :) Liam uzak kalayım derken kendini her şeyin en ortasında buldu. Annesi onu tanrılaştırmak konusunda kararlı gibi. Siz ne düşünüyorsunuz Nesryn Hanım hakkında? Hadi yazın, sohbet edelim, biraz kafam dağılsın.

Sonraki bölüm (umarım yazabilirsem) olaylar olaylar olaylar var. Biraz da karşı tarafı görelim. Bakalım onlar yüce Sekizi karşılamak için neler planladılar.

O zamana kadar sağlıkla ve sevgiyle kalın.

Sizi seviyorum. İyi ki varsınız.

E.Ç.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top