12

Güzel haftalar okurlar,

Saatler geç oldu; ama umarım uyumamışsınızdır. Çünkü kitabın şu ana kadarki en en en patlangaçlı bölümündeyiz. BOMBASTİK! Diyeceğim budur! Gizem sonunda çözülüyor, büyük sır ortaya çıkıyor. Ayyy! Valla çok çok çok heyecanlı! Liam'la birlikte şoklara girmeye hazır olun.

Hadi sustum, hemmen bölüme dalın!

Keyifli okumalar,

E.Ç.

***

A tragedy just looming over the horizon
Still there's a part of me that hopes

***

Annenle... Anne... Annem... Benim annem...

Bir oyun hamuru gibi tek bir kelimeyi kafamda evirip çeviriyordum. Eklerini söküp kökünü hecelere bölmüş, yine de anlamlandıramamıştım. Annenle buluşmaya hazırsın. Karşımda dikilen kadın böyle demişti. Başıma aldığım darbe düşündüğümden de sertti korkarım. Kulaklarım da muhtemelen patlamadan zarar görmüştü. Duyduğum gerçek olamazdı ya, kurtarıcım geri adım atacağa benzemiyordu.

"Hadi," dedi. "İnsanlar içeri doluşmadan buradan çıkmamız lazım."

Diğer askerler onun sözüyle hareketlense de ben bir buz dağı kadar sabittim. Organizasyon bu kez nasıl bir oyun oynamaya karar vermişti bilmiyordum, umurumda da değildi. Gücümü tamamen kullanmış, yaralanmış, daha fazla yalanla uğraşamayacak kadar tükenmiştim.

"Benim annem öldü," dedim.

Kadının gözleri kısıldı. "Sahiden de hiçbir şey hatırlamıyorsun, ha?"

"Ne demek bu? Neyi hatırlamıyorum?"

Bakışlarım az öteden endişeyle bizi izleyen Nova'ya kaydı. Duruma müdahale etmek istediği her halinden belliydi, ama bir nedenden dolayı konuşmaya korkuyordu. Allah'ım delirecektim. Neydi herkesin benden sakladığı gerçek? Kızıl kadın beni kızdırdığını fark etmiş olacak ciddileşti.

"Annen derken seni bu hayata doğuran kadından bahsetmiyorum," diye açıkladı.

Ha, ne? İtiraz etmek için ağzımı açtım, ama aramızdaki mesafeyi bir çırpıda kapatıp kolumdan yakalamıştı.

"Bak," dedi. "Cevaplar arıyorsun. Ben de sana o cevapları verebilecek tek kişinin bizi beklediğini söylüyorum. Sence de artık gerçeği öğrenmenin zamanı gelmedi mi?"

Cevap veremedim. "Maze!" diye uyarmıştı o an askerlerden biri. Adamın bakışları girişteydi. Maze diye tekrarladım içimden. Kızıl kadının ismi buydu. Şayet bana bir şey ifade etmesi gerekiyorduysa, sahiden de kadının dediği gibi hiçbir şey hatırlamıyordum. Onun gibi başımı basamakların tepesine çevirdim. Her şey çıkabilirdi o delikten. Gölge kollar, öldürücü mavi ışık, yeni bir canavar... Oysa gelen Jayla ve daha fazla askerdi. Sanki içeri girmeden ne göreceğini zaten biliyordu Jayla, doğrudan üzerimize yönelmişti.

"İyisiniz," dedi bir bana bir Nova'ya bakıp.

Rahatladığı gevşeyen yüz hatlarından belli oluyordu. Onu Nova'nın çağırdığına emindim. Bu da demek oluyordu ki Maze ve yanındaki askerler biz haber verdiğimiz için burada değillerdi. Beynimde bir ampul yandı aynı anda. Organizasyon... Tabii ya... Elbette beni takip ediyorlardı. Elbette bu gece, burada olduğumu biliyorlardı. Bizi tam zamanında canavarın elinden kurtarmaları kaderin bir cilvesi değildi. Nedense onlara ilk anki kadar müteşekkir değildim artık. Jayla da bu durumdan benim kadar rahatsız olmuş gibi duruyordu.

"Maze," diye hırladı.

Maze, beni bırakıp yüzünde alaycı bir tebessümle Jayla'ya dönmüştü. "Oh, merhaba Jayla. Seni görmek ne güzel. Yalnız... burada yetki alanının dışındasın. Her zamanki gibi..."

Çenesi kasıldı Jayla'nın. "Liam benim sorumluluğumda!"

"Artık değil," dedi Maze omuz silkip. Gözleri enkaz halindeki salonu tarayıp Jayla'ya döndü. "Nedenini tartışmamıza gerek yok bence."

"Maze..."

"Uzatma artık Jayla. Divan kararını verdi ve sen, bunu herkesten iyi biliyorsun." Işıltılı bakışları bana kaydı. "O, kesinlikle bizden biri ve herkes sabırsızlıkla aramıza dönmesini bekliyor." Yeniden Jayla'ya döndü. "Şimdi izninle, bizim gitmemiz gerekiyor. Yalnız siz madem geldiniz, kalıp temizlik için ekibe yardım edersiniz. Dışarısı insan kaynıyor. İlgilenilmesi gereken çok fazla şahit var. Polis de birazdan burada olur. Önden bilgi verildi, ama ne olur ne olmaz..."

Jayla huzursuzca yerinde kıpırdandı. Anladığım kadarıyla bu kez emir itiraz edemeyeceği kadar yukarıdandı. Bu iki kadının söz dalaşı da kimin rütbesinin daha yüksek olduğu da zerre kadar umurumda değildi. Ölümle burun burunayken bile düşündüğüm tek bir şey vardı.

"Önce Vance'i bulmamız lazım," dedim. "Tüm bunlara neden olan oydu. Bir şey yaptı. Bir çeşit büyü belki... Tam bilmiyorum, ama onun yüzünden olduğuna eminim. O oğlan Vance'in yanındaydı. Tuvalette ne bok yedilerse ondan sonra değişti. Gözleri simsiyah olmuştu. Sonra içinden o yaratık çıktı." Ve şu an River o psikopatın yanında.

"Vance?" diye sordu Maze tek kaşını kaldırıp.

"Liam," diye araya girdi Jayla. "O yaratık bir ifritti. Savaştığın cinden onlarca kat daha güçlü bir varlık... Onu bir insan bedenine bağlayabilmek çok büyük bir güç ve deneyim ister. Bunu o oğlan yapmış olamaz, inan bana."

"Maze!" diye bağırdı girişteki diğer asker bu kez. "Onları daha fazla tutamıyorlarmış."

"Gitmek zorundayız," dedi Maze sabırsızca. "Bu Vance konusuna sonra bakarız, olur mu?"

O koluma uzandığında ben kendimi geri çekmiştim. "Hayır! Hayır sonra bakamayız. River o adamın yanında. Ona zarar verebilir!"

"River hala bizim gözetimimizde Liam," dedi Jayla. "Buraya gelmeden hemen önce haber aldım. Şu an evinde. Vance de yanında değil, onu bıraktıktan sonra ayrılmış." Kafam karışmıştı. Ayrılmış mıydı? Kaşlarım çatıldı. "River iyi!" diye üsteledi Jayla. "Onu korumaya devam edeceğiz, merak etme."

Merak ediyordum, hem de delice, ama Jayla'ya inanmaktan başka ne şansım vardı ki? Bir ifriti darmaduman eden bu askerlerin ellerinden kaçıp River'a gidemeyeceğim aşikardı. Onun özgürlüğü ve güvenliği için ruhumu çoktan bu insanlara satmıştım zaten. Boyun eğip benden isteneni yapma zamanım gelmişti. Maze de çaresizliğimin farkındaydı.

"Hadi," dedi. Bu kez kaçmayacağımı bildiğinden koluma uzanmış ve sıkıca kavramıştı. "Burası size emanet," dedi Jayla'ya ve beni çıkışa sürükledi.

Son kez omzumun üstünden Nova'ya ve Jayla'ya baktım. Darmadumandı Nova. Benim kadar çaresiz görünüyordu Jayla da. Yine de düşüncelerimin arasına fısıldamayı ihmal etmemişti. Korkma. Onun güvende olduğundan emin olacağım. Ne yazık ki korkudan başka hissettiğim hiçbir şey yoktu. Cebimde telefonumu aradım. Kayıptı elbette. İfrit bizi yerden yere çarparken düşmüş olmalıydı. Durup arayamayacağım kadar hızlı hareket ediyordu Maze. Basamakları tırmanıp çıkışa ulaştığımızda diğer askerler de bize katılıp etrafıma bir duvar ördüler.

"Ortamızda kal!" diye uyardı Maze önüme geçmeden önce.

Otel tamamen boşaltılmıştı. Silahlı polis ekipleri salona girmek için öbek öbek köşelerde bekliyorlardı. Biz eşikten geçtikten hemen sonra öndeki adam işaret verdi ve birbirilerini koruyarak salona daldılar. Çok garipti, sağımızdan solumuzdan geçiyor, ama bir tanesi bile dönüp bize bakmıyordu.

"Nasıl bizi görmüyorlar?" diye sordum hayretle.

"Hişt!" diye susturmuştu Maze anında beni.

Bu şekilde bir koza gibi otelin ana kapısına kadar ulaştık. Oluşturulmuş güvenlik çemberinin ötesi sahiden de insan kaynıyordu. Ambulanslar, polis arabaları, itfaiye... Kırmızı mavi ışıklarla alev alev yanıyordu gece. Çemberin önünde daha fazla apoletli asker vardı. Bir şekilde bzim gibi onlar da kalabalık için görünmezdi. Yanlarına ulaştığımızda önümüze ve arkamıza katılıp kozayı büyüttüler. Göğüslerinde farklı renk broşlar vardı. En çok kırmızı ve turuncuydu taşlar. Zincir sayıları bir ve iki olduğundan onların rütbesi en düşük askerler olduğunu tahmin etmiştim. Olası bir saldırıya karşı en dış halkayı tutan birer piyondu her biri.

Askerlerin içinde en kıdemli olanın da operasyonu yönetenin de Maze olduğu aşikardı. Dudaklarını hiç oynatmadı, ama ekibine verdiği komutu zihnimde duydum. İsmini söylediği askerler insanların arasına dalmış, saniyeler içinde durdukları noktalarda küçük patlamalar olmuştu. Arabalara! diye komut verdi Maze aynı anda. Hedef şaşırtıyorlardı. Sağa sola kaçan insanlar yüzünden kalabalığın içinde açılan koridorlara birer tren gibi dağıldık. Onun hangi arabalardan bahsettiği hakkında hiçbir fikrim yoktu, ta ki yolun karşısına arka arkaya park etmiş cip konvoyu bir anda karşımda belirene dek. Her aracın önünde bir asker duruyordu. Tüm ekibin arabalara dağıldığına emin olduklarında direksiyonların başına geçtiler. Ve böylece gidiyorduk.

"Bunu nasıl yaptınız?" diye sordum otel tamamen arkamızda kaldığında. Maze ile ciplerden birinin arka koltuğunda oturuyorduk. "Nasıl bir anda görünmez olduk? Nasıl arabaları o şekilde gizlediniz?"

Maze muzip bir kız çocuğu gibi gülümsedi. Pencereden dışarıya çevrilmiş yeşil gözleri sokak ışıklarıyla olduğundan da parlak görünüyordu. "Kimse görünmez olamaz maalesef. Yaptığımız şeye perdeleme deniyor. Diğerlerinin kafasının içine girip gördükleri şeyleri manipüle ediyoruz. Hepsi bu."

Tabii ya, hepsi buydu. Jayla eğitiminde bu dersi atlamış olacaktı herhalde. Burnumdan soludum. Allah'ım ben kimlerle karşı karşıyaydım? Nereye kadar uzanıyordu bu insanların güçleri? İşin kötüsü, henüz zirvedeki ekiple tanışmamıştım bile.

"Ne kadar sürecek yol?" diye sordum. Sanki çarpışmaya kalan süreyi bilmem bir işime yarayacaktı.

Maze yandan bana baktı. "Şehrin dışında bir köşke gidiyoruz."

Yani en az bir saat daha yoldaydık. "Telefon etmem lazım," dedim. "Benimki otelde düştü."

Bir an bakışlarını yüzüme dikip kimleri arayabileceğimi düşündü Maze. Fazla şansım olmadığını biliyor olmalıydı. Sonunda pantolonunun yan cebinden telefonunu çıkarıp bana uzatmıştı.

"Sadece bir dakika," dedi elime vermeden. "Ve gittiğimiz yerden kimseye bahsedemezsin."

Sinirle telefonu aldım. Sanki ben gittiğimiz yeri biliyordum da başkasına söyleyecektim. Elimdeki alet daha önce gördüğüm cep telefonlarına hiç benzemiyordu. Kapağını aşağı kaydırıp çıkan klavyede ezbere bildiğim numarayı tuşladım. Üç kez boşa çalmıştı. Her bip sesiyle kalbim biraz daha sıkışıyordu. Telefonun avucumun içinde ısındığını hissediyordum. Neyse ki paniğim kontrolü ele geçiremeden ve ben koltukta alev almadan beklediğim ses kulağıma gelmişti.

"Alo..." dedi River çekinerek. Derin bir nefes alıp içimden şükrettim. O iyiydi.

"River, benim."

"Liam!" dedi River hemen. Ayağa fırlamış olmalıydı, arkada bir şeylerin düştüğünü işittim. "İyi misin? Seni aradım. Defalarca aradım. Ulaşamayınca... Ben orada... Ben senin..." Dili dönmemişti. Sesi ağlamaklıydı. Muhtemelen ağlıyordu.

"Korkma," dedim. "Ben iyiyim. Telefonumu kaybettim." İç çekti River. Nefesi kulağımda titremişti. Sakinleşmek için gözlerini yumduğunu hayal edebiliyordum. "Vance?" diye sordum. "Yanında mı?"

"Hayır," dedi River. Bir oh daha... "Diğerleri için endişeliydi. Beni eve bıraktıktan sonra arkadaşlarına bakmak için otele geri döndü." Vance bu masalı benim külahıma anlatırdı ancak. Başladığı işi bitirmek istemişti besbelli.

"Orada ne oldu Liam?" diye sordu River. "Gerçek bir deprem değildi, değil mi? Sana dokunduğumda..." Duraksadı. "Başka bir şey hissettim. Boğucu bir güç..."

Oğlanı görmemişti demek River. Deprem, insanların yaşananları izah etmek için bulabileceği en akla yakın açıklamaydı gerçekten. Salon çoktan boşaldığından kimse o oğlanın içinden çıkan yaratığı görmemişti. Neyse ki... Maze yandan dikkatle beni izlerken istesem de River'a gerçekleri anlatamazdım. Zamanım da yoktu.

"River beni iyi dinle," dedim. "Senden Vance'e karşı dikkatli olmanı istiyorum."

"Ne? Ne demek şimdi bu?"

"Bundan sonra bir süre benden haber alamayabilirsin." Yandan Maze'e ters bir bakış attım. "Ama mümkün olan en kısa zamanda seni görmeye geleceğim. Bu arada Jayla seni korumaya devam edecek. Sadece dikkatli ol. Lütfen. O çocukta doğru olmayan bir şeyler var. Bu gece olanlarla onun bir şekilde ilgisi olduğuna eminim."

"An... anlamıyorum. Ne demek Vance'in..."

"Riv..." diye başladım, ama kulağımdaki ses uzun bir biplemeye dönmüştü. Öfkeyle önce elimdeki aletin ekranına sonra Maze'e baktım.

Omuz silkti Maze. "Güvenlik gereği... Belli bir süreden daha fazla aynı numarayla konuşamazsın." Öfkeyle tuşlara bastım yeniden. Dördüncü numarada telefonu elimden kapmıştı Maze. "Üzgünüm," dedi. "Gereğinden fazlasını söyledin zaten. Kız arkadaşın bu kadarıyla yetinmek zorunda. Her şeyi öğrendiğinde gizliliğin neden önemli olduğunu anlayacaksın."

Maze başını yeniden dışarı çevirdi ve yanında öfkeden bir meteor gibi yanmama aldırış etmeden sakince şehri izlemeye koyuldu. Çığlık atmak istiyordum. Camları yumruklamak, Maze'e sataşmak, kendimi şu askerlere bir güzel dövdürtmek... Belki böylece içimi çürüten hiddetten kurtulabilirdim. Bunun yerine pencereyi indirmiş, soğuk gecenin ciğerlerime dolmasına izin vermiştim. Bu bir güvenlik ihlaliyse de Maze bu kez bana karışmamıştı. Ben de yanağımın içini ısırarak yolun kalanına tahammül etmeye çalıştım. Ne yazık ki sabrımın bu kadar sonundayken yolculuk bir saat değil, birkaç gün gibi gelmişti. Son yirmi dakikadır şehrin tamamen dışındaydık. Dev ağaçlarla kaplı bir yola sapmış, büyük bir gölü geçmiş, ormanın ortasından ilerlemeyi sürdürmüştük.

"Madem her şey bu kadar gizli, gözümü bağlamanız falan gerekmez miydi?" dedim yeniden sağa dönüş yaptığımızda.

Gülümsedi Maze, ama cevap vermedi. On dakika daha gittikten sonra nihayet ilk yaşam belirtisiyle karşılaşmıştık. Demir çitlerle çevrili geniş bir arazinin yanındaydık. Ötesi ağaçlarla kaplı olduğundan içeride ne olduğu anlaşılmıyordu. Ancak bir süre daha ilerledikten sonra süslü bir girişin önüne ulaştık. Arazi, altın rengi, dev bir kapıyla yoldan ayrılmıştı. Kapıyı oluşturan metal şeritlerin ortasına bir daire, dairenin içinde de yedi köşeli bir yıldız motifi işlenmişti. Yıldızın merkezinde altından yuvarlak bir plaka daha vardı ve üzerinde kendi kuyruğunu ısıran bir yılan duruyordu. Karanlığa rağmen ışıl ışıldı yılan. Bir şekilde sadece ona bakarak bile tüylerim diken diken olmuştu.

İçinde olduğumuz araç konvoyu ağaçların ortasına açılmış patikayı takip ederek ufukta görünen taş köşke kadar ilerledi. Bir süre sonra ağaçların yerini çimenler ve muntazam bir çiçek bahçesi almıştı. Evin sahibi, sırf burayı bu şekilde tutmak için bile bir servet harcıyor olmalıydı, ama bahçe, köşkün şaşası yanında hiç sayılırdı. Sonunda evin önündeki çeşmenin etrafından dönüp durduğumuzda artık köşkü tüm detaylarıyla görebiliyordum.

Maze ve diğer araçlardaki askerler ciplerden inmeye başlayınca ben de kapımı açıp aşağı atladım. Bir hastane ya da okul olacak kadar büyüktü yapı, ama neredeyse hiçbir odada ışık yanmıyordu. Çok eski olmasına rağmen itinayla renove edilmişti. Adlandıramadığım, garip bir enerjisi vardı, sanki cansız bir taş blok değil de yaşayan bir organizma gibi. Beni öyle içine çekmişti ki Maze'in sesini kulağımın dibinde işitene kadar varlığını fark etmedim.

"Evine hoş geldin."

Anlamadan ona baktım. Dudaklarında yine muzip bir tebessüm dolanıyordu. Cevabımı beklemeden basamaklara yönelmişti. Attığı ilk adımda merdivenin sonundaki ana kapı iki yana açıldı. İki kanadı tutan uşaklar saygıyla başlarını önlerine eğmişlerdi. Tanrım... Tüm bunlar gerçek olamayacak kadar sıra dışıydı. Diğer askerlere baktım. Maze dışında herkes ellerini arkasına bağlamış, bir ip gibi arabaların önünde duruyor ve evi izliyordu. Anladığım kadarıyla bizimle içeri gelmeyeceklerdi.

Derin bir nefes alıp basamağa adım attım. Acele etmeden Maze'i takip etmiş ve onun ardından içeri girmiştim. Beni dışarıdaki geceden de karanlık bir antre karşılamıştı. Ahşap yerler, koyu duvar kağıdı, ağır mobilyalar... Duvardaki apliklere rağmen içerisi oldukça loştu. Koyu mor kadifeden perdeler tüm pencereleri örtüyordu. Önümde ikiye ayrılan döner merdivenler aynı renk halılarla kaplanmıştı.

Kapıyı arkamızdan kapamış iki uşak dışında görebildiğim on görevli daha vardı. Dördü bulunduğumuz kata sağlı sollu, diğerleri merdivenin uzandığı korkulukların önüne yan yana dizilmişti. Kadın erkek fark etmeksizin siyah kumaş pantolon ve siyah gömlek giyiyorlardı. Yüzlerinde bir ifade yakalamayı denedim, ama hepsinin başları yerdeydi. Döner merdivenin önüne kadar ilerleyip durdu Maze. Ona en yakındaki görevli kadın tek adımla karşısına geçip başıyla selam vermişti.

"Odayı arzu ettiğiniz gibi yeniden düzenlendik efendim. Misafirimiz hazır olduğunda, büyük salonda hanımefendiye katılabilirler."

"Güzel," dedi Maze. Bana döndü. "Şu üzerindekilerden kurtul, yaralarına baksınlar. Sonra seni almaya gelecekler."

Ona itiraz etmek istedim. Bir an önce beni bekleyen hanımefendinin karşısına çıkıp gerçeği duymaktan başka düşüncem yoktu, ama ben hızlı karşılık veremeyecek kadar sersemlemiştim, Maze de cevap beklemeden basamakları tırmanmaya başlamıştı. Arkasından seslendiysem de bana dönüp bakmadı. Az sonra peşine takılan hizmetlilerden biriyle üst katın koridorunda gözden kaybolmuştu.

"Efendim," dedi başka bir görevli çekinerek yanıma yanaşıp. Eliyle merdiveni gösteriyordu. Sadece bir emir kuluydu, ona itiraz etsem de bir şey değişmeyecekti. Kös kös oğlanın işaretini takip ettim ben de. Üst katta bize iki kişi daha katılmıştı. Antre kadar karanlık koridorlardan sağa sola dönerek ilerledik. Onlarca portre, altın varaklı çerçevelerinden her adımımı izliyordu.

Şimdi içindeyken, evden yayılan enerji öncekinden de güçlüydü. Bu hissin rahatsız edici olduğunu söyleyemezdim, ama garipti. Hem her şeyden aşina hem de tattığım en farklı his gibi... Ne olduğunu anlayamamak canımı sıkıyordu. Bir ipucu bulma umuduyla her köşeyi inceliyordum. Tüm kapılar kapalıydı maalesef. Ev sahibinin oldukça klasik bir mobilya zevki olduğu dışında hiçbir şey öğrenememiştim sonunda odama ulaştığımızda.

"Hazır olduğunuzda sizi burada bekliyor olacağız efendim," dedi oğlan.

Bana bakmadığı halde teşekkür edip açtığı kapıdan geçtim. Dev bir oda karşılamıştı beni. Merkezde bana ayrılan bölümün birkaç katıydı muhtemelen. Evin geneline kıyasla çok daha sade döşenmişti. Duvarlar koridoru kaplayan işlemeli kağıt yerine düz beyaz boyalıydı. Sol köşede geniş bir yatak, pencerenin önünde eski bir çalışma masası, diğer duvarda ise boydan boya bir giysi dolabı vardı. Önce komodine yönelip üzerindeki kitabı inceledim. Muhtemelen bir sahaftan alınmış, çok eski bir eserdi. İlk sayfasına şahane bir el yazısıyla Zeyd, 1758 yazılmıştı.

Kitabı bırakıp çalışma masasına gittim. Şık bir dolma kalem, deri kaplı bir defter ve antika bir cep saati duruyordu tam ortada. Defterin eski olduğu her halinden belli olsa da sayfaları hiç kullanılmamıştı. Köşeye yerleştirilmiş altın çerçeveye uzandım. Siyah beyaz, eskilikten sararmış bir fotoğraf vardı içinde. Yaşlı bir kadın ve oğlu denebilecek genç bir adam... İkisi de gururla, gülümsemeden kameraya bakıyorlardı. İkilinin kıyafetlerine bakarak fotoğrafın bu yüzyılda çekilmediğini söyleyebilirdim. Belki de köşkün eski sahipleriydi. Ne yazık ki diğer eşyalar gibi bana hiçbir şey ifade etmiyordu.

Son umut gardırobu açtım. Elime aldığım üçüncü askıda tüm kıyafetlerin yeni alındığına ve özenle yerleştirildiğine emin olmuştum. Üstelik gömleklerden pantolonlara, ayakkabılar dahil her şey benim ölçülerimdeydi. Biri sahiden de ben geliyorum diye büyük bir hazırlık yapmıştı. Nedense bu durum bana kendimi hiç iyi hissettirmemişti. Gizemi bu odada kendi başıma çözemeyeceğime ikna olup bir an önce hazırlanmak için banyoya girdim. Of... Harbiden de feci görünüyordum. Saç baş dağınık, yüzüm kan, üstüm pislik içinde... Olan Nova'nın babasının kıyafetlerine olmuştu. Suyu açıp üzerimdekilerden kurtuldum ve mermer küvetin içine girdim.

Vücudumun her bir noktası aldığım darbelerden zonkluyordu. Ölümcül bir yaram yoktu, ama tenim irili ufaklı kesiklerle ve morluklarla kaplanmıştı. Sıcak su ilaç gibiydi. Bu kadar stresli olmasam küvetin içinde uyuyakalabilirdim bile belki. Maalesef gerçeği öğrenmeden bir daha asla gözümü huzurla yumamayacaktım. Hızla üzerimdeki kan ve pislikten kurtulup yeniden odaya döndüm.

Yarım saatin sonunda üzerimi giyinmiş, hanımefendiye götürülmek için hazır ve nazır beklerken kapım tıklatılmış ve görevli bir kız özür dileyerek içeri girmişti. İtiraz etmeme rağmen gömleğimi gerisin geri çıkarttırıp yaralarımın üzerine merhem sürdü, derin kesikleri sardı. Sonunda yeniden insana benzemiş bir halde koridora çıktığımda koca bir saati boşa harcamıştım. Beni odaya getiren oğlan hazır bekliyordu. Sessizce gideceğim yönü işaret etti ve önüme düştü.

Geldiğimiz yoldan geri dönüp alt kata indik. Antreyi geçip geniş bir salona çıkmıştık. Bana verilen odanın büyük olduğunu düşünüyorduysam burayı nasıl ölçeklendirebilirdim bilmiyordum. Bir duvar komple pencerelerle kaplı, diğeri ise binlerce kitabı taşıyan bir kütüphaneydi. Oturma gruplarının ötesinde çıtırdayarak yanan şömine odayı kızıla boyamıştı. Yalımlar çalan klasik müzikle dans ediyordu. Bir siluet vardı ateşin önünde. Görevli çocuğun bana selam verip salonu terk etmesiyle bu dev odada ikimiz kalmıştık. Gizemli hanımefendiyle tanışma vakti... 

Ağır ağır ona doğru ilerledim. Aramızda birkaç metre kalana dek arkasını dönmemişti. Sonra yavaşça yüzünü bana çevirdi. Neyle karşılaşmayı beklemiştim bilmiyordum, ama muhtemelen bu kadar yaşlı biri değildi. Yetmişlerinde olmalıydı kadın. Özenle topuz yapılmış sarı saçlarından özel dikim elbisesine, her parçasından asalet akıyordu. Yüzündeki kırışıklara rağmen güzel bir kadındı. Beni sözsüz bırakansa ondan yayılan güç oldu. Gözle göremesem de kadının bedenini tüm duyularımla hissettiğim bir enerji topu sarmıştı. O da bu gücün farkında olmalıydı ki karşımda dimdikti. Bana bir ömür kadar uzun gelen bir süre birbirimiz inceledik sessizce. Dikkatle baştan aşağı beni süzüyordu. Gözlerindeki hayranlığı fark etmemem imkansızdı. Koyu mavi gözleri pırıl pırıl parlıyordu. Heyecanı, dudaklarında tatmin dolu bir tebessüme dönüştü.

"Çok yakışıklı, genç bir adam..." dedi iç çekerek.

Beklediğim karşılama kesinlikle bu değildi. Ben söyleyecek bir şey bulamayıp sessiz kalınca birkaç adım daha yaklaştı.

"Bir daha seni böyle göremeyeceğime öyle emindim ki..." Duygulanmıştı sanırım. Bir an anılarında kayboldu, gözü daldı, ama kendini hızla toplamıştı. Kirpiklerini kırpıştırıp göz pınarlarında beliren yaşlardan kurtuldu. "Heyecanımı affet lütfen," dedi kibar bir tebessümle. "Aklında pek çok soru olmalı. Bu gece, burada, merak ettiğin her şeye bir açıklık getirebileceğimi umuyorum." Eliyle kadife döşeli koltuklardan birini işaret etti. "Otur lütfen. Bu, uzun bir hikaye olacak."

Onun dediğini yapıp koltuğa yerleştim. Bize birer kadeh şarap doldurmuş ve karşımdaki berjere oturmuştu. Her hareketi bir balerin kadar zarifti. Kadehini bir süre elinde çevirdi. Nereden başlayacağını düşünür gibi bakışları halıda dolanıyordu. Sonunda içkisinden büyük bir yudum aldı ve bana baktı.

"Benim kim olduğumu biliyor musun?"

"Beni o merkezde tutan organizasyonun başındaki kadınsınız," dedim doğrudan.

Kaşlarını çattı. "Bu tespitine kısmen doğru diyebiliriz, ama ben düşündüğün gibi bir şirket yöneticisi değilim. Liderliğini yaptığım topluluk da bir organizasyon değil." Bir yudum şarap daha içti. "Benim ismim Nesryn, Liam. Biz, tarihi çok eskiye uzanan, özel bir topluluğuz ve sen, bu topluluğun en önemli parçalarından birisin."

İsmimi bir yabancıdan duymak beni huzursuz etmişti. Özel alanıma izinsiz girilmiş gibiydi. "Biliyorum," diye çıkıştım. "Kötülerle savaşan askerlerinizden biri olmamı istiyorsunuz."

Güldü Nesryn ve "Yo, hayır," dedi. "Yanlış anlamışsın. Senden bize katılmanı istemiyoruz, çünkü sen çok uzun süredir zaten bizden birisin."

Kaşlarım çatıldı. Kadehini sehpaya bırakıp öne uzanmıştı Nesryn. Orta sehpada duran ahşap kutunun kapağını açtı ve bana doğru ittirdi. Kutunun içini kaplayan siyah kadifenin ortasında bir broş parlıyordu. Jayla, Maze ve diğer askerlerin göğsünde gördüklerime benziyordu, ama bu broşun ortasına oturtulmuş taş mor renkliydi. Etrafındaki işçilik diğerlerine kıyasla muazzamdı. Metal ve taştan değildi sanki, canlıydı. Bum bum... Bum bum... Bum bum... Bir kalp gibi çarptığını duyabiliyordum. Dehşetle kadına baktım.

"Bu gördüğün bir tılsım," diye açıkladı. "O tılsım, eskiden senindi Liam ve yirmi beş yıl önce öldüğün günden beri bu kutuda duruyor."

Beynim bir pinpon topu gibi kelimelerin arasında sekti. Yirmi beş... eskiden... senindi... öldüğün gün... Fark etmeden koltuğumda öne kaydım. Titreyen elim kadehi zar zor masaya bırakmış, içindeki şarabın bir kısmını ortalığa dökmüştü.

"Kabul etmesi bir hayli zor, anlıyorum," dedi Nesryn. "Ama sırlarla kaybedecek zamanımız kalmadı. O yüzden her şeyi sana doğrudan anlatacağım."

Öne uzanıp masada duran kalın kitabı bana doğru ittirdi bu kez. İplik ayracı çekmesiyle ortadan bir sayfa açılmıştı. Arazinin girişindeki kapıda gördüğüm sembole bakıyordum şimdi. Yedi köşeli bir yıldız ve ortasında kuyruğunu ısıran yılan... Arapçaydı yazılar ve ben gizemli bir şekilde bildiğim diğer diller gibi onu da okuyabiliyordum. Çizimin tepesindeki metnin üzerinde gezdirdim parmaklarımı.

Yedi Gök. Yedi Yer. Yedi Can. Yedi yol.

"Sen bir Yedisin Liam," dedi Nesryn. "Kendini dünyayı korumaya adamış bir ruhsun, tıpkı diğer Yediler gibi. Benim gibi... Jayla gibi... Birden fazla kez bu hayata doğdun ve birden fazla kez öldün. Her yolculuğunda ruhun biraz daha değişti, büyüdü, güçlendi. Bir insanın hayal edemeyeceği sıra dışı yetenekler elde etti. Ve sen, bu yeteneklerinle toplulukta önce sadık bir yolcu, sonra eşsiz bir lider oldun. Son nefesine kadar tüm varlığınla kötülüğe meydan okudun, insanlık için savaştın. Tanıdığım en korkusuz, en inatçı ruhtun sen."

Midem ağzımdaydı. Duyduğum her kelime gırtlağıma diziliyor, beni boğuyordu sanki. Nefes ciğerlerime yetmeyince ayağa kalktım. Amaçsızca, istemsizce, kaçmak ister gibi gerilemiştim. Ben panik atak geçirirken sakince beni izliyordu Nesryn.

"Nasıl?" diye mırıldandım. Nasıl böyle bir şey gerçek olabilir, demek istemiştim. Bir sorudan çok içimde verdiğim bir savaştı bu, ama Nesryn üzerine alınmıştı.

"Sen, ben, tüm insanlar... Her birimiz kainata doğmuş eşsiz birer ruhuz," diye açıkladı. Kırışıklarla kaplı elini havaya kaldırıp önünü arkasını çevirmişti. "Şu gördüğün et parçası sadece bu hayata gelirken üzerimize geçirdiğimiz bir giysi. Her giysi gibi o da eskiyip yok olmaya mahkum, oysa ruhumuz sonsuz. Bazılarımız, bu kainatın kurallarını doğru anlayıp ona yeni bir giysi seçecek yeteneğe ve bilgiye sahip."

Masadaki kitaba baktım bir kez daha. "Yedi Can..." diye mırıldandım.

"Yedi can..." diye tekrarladı Nesryn. "Ruhun büyümesi ve gelişmesi için yedi yolculuk... Bize bahşedilmiş yedi şans..."

"İnsanların reenkarne olduğunu mu söylüyorsun yani?"

"Sadece gerçeği anlamaya ve doğru emelle kullanmaya niyeti olan insanların..." diye düzeltti Nesryn. Benim gibi ayağa kalkmıştı. Etrafımda ağır ağır dolanırken imkansız hikayesine bir masal anlatır gibi devam ediyordu. "Güç, insanlar için her zaman baştan çıkartıcı bir zehir olmuştur Liam. Bu uğurda insanlık kılıçlar kuşandı, kaleler inşa etti, büyük savaşlar verdi. Yeterli gelmediğinde elini göğe açtı, göremediğinden yardım diledi."

Kadehinden bir yudum aldı.

"Bu dünyanın tek bir boyutu olmadığına bizzat şahitlik ettin sen. Kainat, duyuların ötesini algılayabilenler için sınırsız hazineler ve akıl almaz tehlikelerle doludur. O yüzden okültizm insanlığın tarihi kadar eski bir uğraş zaten. Büyücüler, medyumlar, cadı kisvesi vurulan kadınlar, simyacılar, astrologlar, sembolistler... Her biri ve daha fazlası asırlar boyu evrenle insanın gerçek ilişkisini çözmeye çalıştı, gözün göremediği mucizeleri kovaladı. Edindiği bilgilerle iyilik dağıtan mükemmel insanlar yaşadı, hala yaşıyor, yaşamaya da devam edecek. Tıpkı ayrıcalıklarını kendi menfaatleri için kullanan korkunç kalpler gibi... "

Bu konuşma bitmeden kafa tasım patlayacaktı korkarım. Kimliğimi bilmeden geçirdiğim aylarda bile bu kadar kaybolmuş hissetmemiştim. Bunun farkında olmasa gerek masadaki kitabı eline aldı, başka bir sayfasını açıp bana uzattı Nesryn. Bir resme bakıyordum şimdi. Kilisenin yaptırdığı dini temalı tabloları andırıyordu. Ortada kılıç kuşanmış bir adam, ayaklarının dibinde topraktan çıkan iblisler, etrafını saran ağaçların arasına saklanmış cadılar ve gökten inen şimşekler... Nesryn'e baktım açıklaması için.

"Her ruh kendi tanrısını kalbinde taşır," dedi. "İnsan ne ekerse onu biçer. İçten bir dua cennetin kapısını aralayabilir, ama aç gözlü bir niyet, cevabını ancak layık olduğu cehennemde bulur. Ve insanlar aç gözlü varlıklardır. Seni herkesten ayıran, sıra dışı yeteneklerin olduğunu hayal et. Böyle bir güç insanı sarhoş eder, bağımlı hale getirir. Getirdi de zaten. Büyüye bulaşanların çoğu bir süre sonra elde ettikleri güçle sarhoş oldular. O gücün kaynağını, bu uğurda kaybettiklerini umursamadan daha fazlası için dilendiler."

Nesryn'in parmakları resimdeki şimşeklerin üzerinde dolandı. "Kimi, göğe çevirdi başını. Çözümü yıldızlarda aradı. Güneşin ışığını, ayın pırıltısını çalıp kendi menfaatlerine kullandı. Biz, onlara Ailemler deriz." Ardından parmakları cadılara kaydı. "Kimi cevabını açan çiçekte, uçan kuşta, her mevsim solup yeniden canlanan doğada buldu. Doğayı bencil emellerine alet etti. Biz, onlara Şamanlar deriz." Son olarak toprağın altından fışkıran iblisleri işaret etti Nesryn. "Ve kimi, karanlığın aydınlıktan güçlü olduğuna inandı. Yerin kat kat altına uzandı, gölgelerle güçlerine güç kattı. Biz onlara Sihirbazlar deriz."

Son olarak kılıçlı adama dokundu Nesryn. Bakışları resimde değil benim yüzümdeydi artık. "Ve bir de biz varız," dedi. "Yani Yediler... Gücün dışarıda değil, kendi içinde saklı olduğuna inananlar... Biz, bin yıl önce, bu kaosa bir son vermek için Endülüs'te yola çıktık. İlk tohumumuz, her büyünün bir bedeli olduğunu anlamış bir Sihirbaz tarafından atıldı. Yüce Zeyd al-Ashraf. Ruhun bir yolculukta olduğunu, gelişebileceğini, akıl almayacak yetenekler kuşanabileceğine inanıyordu. Ölümün bir son değil, bir başlangıç olduğunu kanıtlamak istedi. Ve insanın bir büyü karşılığında verebileceği en büyük adağın kendi canı olduğunu. Yaptığı son büyüyle kendi hayatına son verdi ve yeniden doğmaya niyet etti. Başarmıştı, ama başardığını uzun süre kimse bilmedi. Ta ki on bir yaşında, yoldaşlarından biri onu bulana ve kim olduğunu anlayana dek..."

Kitabı elimden alıp kapadı Nesryn. Onu masaya bırakıp yeniden koltuğa oturmuştu.

"O günden başlayarak pek çok insan Zeyd'in yolundan gitmeyi seçti. O haklıydı, sahiden de ruh, her hayatla, her yeni deneyimle biraz daha güçleniyordu. Zamanla hatalarını düzelttiler. Bedeni terk eden ruhun yeni bir vücut seçmesini kolaylaştıracak yöntemler geliştirdiler. Okullar kurdular. Zihinleri gibi bedenlerini de eğittiler. Bugün sahip olduğumuz gelişmiş sistemi kurana kadar asla durmadılar. Durmadık. Yoldan çıkmış, dünyayı kirletmiş kim varsa onun karşısında biz vardık. Bundan böyle de olmaya da devam edeceğiz."

Dinlediğim şu hikayenin akla mantığa sığan hiçbir yanı yoktu. Sorabileceğim binlerce soru dönüyordu gözümün önünde. Buna rağmen ağzımdan çıkan ilk şey "Neden yedi?" oldu.

Hızlıydı gelen cevap. "Çünkü bir insan ancak yedi kez doğabilir," dedi Nesryn. "Sahip olduğumuz hak, elde edebileceğimiz maksimum güç bu kadardır. Daha fazlasını kimse taşıyamaz. O yüzden tanrı, yedi basamak yaratmıştır. Beden öldüğünde ruh yedi kat göğe çıkabilir, ya da yedi kat yerin dibine inebilir. Sekiz, tanrının katıdır. Hiçbir fani, hiçbir ruh o mertebeye erişemez."

"Ve siz, benim Yedilerden biri olduğumu düşünüyorsunuz?"

Yavaşça, çok yavaşça yerinden kalktı ve önüme kadar gelip durdu. Eli yanağıma uzandığında kendimi geri çektim istemsizce, ama bakışları hipnoz ediciydi. Parmakları tenime dokunduktan sonra bir daha başımı oynatamamıştım.

"Sen..." diye mırıldandı. "Her zaman çok özel bir çocuktun. Daha doğduğun an farklı olduğunu anlamıştım. O yüzden ismini Zeyd koydum. Onun gibi sen de tarihi değiştiresin diye..." Saçlarımı okşarken gözleri yaşlarla ıslanmıştı. "Defalarca kez ölümünü izledim. Tekrar tekrar, başka başka kadınların rahminden bu hayata doğuşuna şahitlik ettim. Giderek güçlendin, hayal edebileceğimden de eşsiz birine dönüştün, ama bir şey asla değişmedi. Sen benimsin Zeyd. Benim kanımsın. Seni kollarıma aldığım ilk andan beri..."

Sen benimsin. Benim kanımsın. Benim kanımsın. Benim kanımsın.

Kulaklarımda yankılanıyordu sözler. Her tekrarda akli dengem biraz daha parçalanıyordu. Saatler önce işittiğim imkansız bir cümle kırıklardan yüzeye çıkmıştı. Annenle buluşmaya hazırsın. Annenle... Annen... Maze'in sesine Nesryn'inki karıştı kafamın içinde. Benimsin... Benim kanımsın. İlk andan beri... Başımı iki yana salladım. Olamazdı. Olamayacağını biliyordum. Kaçmaya çalıştım. Hareket edememiştim. Tüm uzuvlarım kaskatıydı. Kendi bedenim bana itaat etmiyordu.

Duyduklarım zehirli olmalıydı. Tenime nüfus etmiş, damarlarıma sızmış, sinirlerimin arasına yayılmıştı. Tutulduğum karabasanın ortasında tekrar tekrar aynı cümleleri duyuyordum. O yüzden ismini Zeyd koydum. Hayal edebileceğimden de eşsiz birine dönüştün. Sen benimsin. Zeyd. Zeyd. Zeyd... İsmimi koymuştu. Benim ismimi o koymuştu. Bir kez de değil. Her doğduğumda... Çünkü defalarca doğduğumu söylemişti. Ve defalarca kez de ölmüştüm. Ben... Ölmüştüm. Bu... Bu nasıl olabilirdi? Ağlıyor olmalıydım, gördüğüm dünya artık bulanıktı.

"Hayır," dedim duyduklarımın hangi birine itiraz ettiğimi bile bilmeden.

"Beni hatırlamadığını biliyorum," dedi Nesryn şefkatle. "Hatırlayamazsın da zaten. Her Yedi, ölüm zamanı geldiğinde özel bir ritüelle kendi canını alır. Hayata yeniden doğmasının, geçmiş bilgileri sonraki yaşamına aktarmasının tek yolu budur, ama sen..." Yutkundu. "Senin böyle bir şansın olmadı maalesef. Sen bundan yirmi beş yıl önce, bir hain tarafından öldürüldün oğlum."

Hala başımı sallıyordum. Bedenim titriyordu. Yaşları yanaklarımda hissediyordum. Nesryn'in dokunduğu yerlerden bedenime yayılan sıcaklık olmasa dizlerimin bağı çoktan çözülmüş, yere kapaklanmıştım. Bilincimi kaybetmek üzere olduğumu hissetmiş gibi Nesryn'in diğer eli de kolumu sıkıca kavradı. Her şeyi duymadan yok olmama müsaade etmeyecekti, çünkü esas vurucu darbeyi indirmemişti henüz.

"O gün," diye devam etti. "Bir daha uyanmamak üzere bu hayata gözlerini yumdun. O gün ben, seni, ruhunu, sonsuza dek kaybettiğime inandım. Başka türlüsü imkansızdı, çünkü... Çünkü sen yedinci hayatındaydın."

Gözlerim onunkilere sabitlendi. Yedi can diye tekrarladım içimden. Çünkü bir insan ancak yedi kez doğabilir. Sahip olduğumuz hak bu kadardır.

"Hiçbir Yedi, daha önce sekizinci hayatına uyanmadı," diye onayladı Nesryn düşüncelerimi. Gözünden süzülen yaş yukarı kıvrılan dudaklarına çarpmıştı. "Sen hariç hiçbir Yedi, sekizinci kez bu hayata dönemedi Zeyd."

Sekiz, tanrının katıdır. Hiçbir fani, hiçbir ruh, o mertebeye erişemez.

Durdu dünya. Ne akrep kaldı ne yelkovan. Hatırlamadığım geçmiş de bilemediğim gelecek de bu ana sıkıştı. Uzay boşluğunda bir ben, bir annem olduğunu iddia eden kadın, bir de onun imkansız sözleri kalmıştı.

"Sen oğlum, bu dünyanın gördüğü ilk Sekizsin."

***

-BÖLÜM SONU-

Eveeet, kitabımızın isminin neden SEKİZ olduğunu anlamış bulunuyoruz. Umarım bölüm ve ortaya çıkan gerçekler hoşunuza gitmiştir. Yaşadığınız hissi şuraya bir emojiyle bırakın bakalım :D 

Liam'ın neden herkes için özel olduğunu onunla birlikte öğrenmiş olduk. Sadece yetenekleri olan özel bir çocuk değil Liam. Asırlardır süregelmiş öğretileri allak bullak eden bir mucize. Sekizinci hayatına doğmuş ilk insan.

Şimdi sırada River'la ilgili gizemi çözmek var. Tahminleri önden buraya alıyorum. 

Hazırsanız, çok özel bir topluluğun içine dalıyoruz bundan sonra. Yedilerle tanışmaya hazır olun. Alimler, Şamanlar ve pek tabi Sihirbazlar da bizimle olacak. Büyü, güç oyunları, entrika, gizem, daha çok gizem ve bolca kan sizi bekliyor :) 

Sonraki bölüme kadar kendinize çooook iyi bakın!

Öpücükler canlarım!

E.Ç.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top