0
Hazırsanız, başlıyoruz :)
Keyifli okumalar,
E.Ç.
***
25 yıl önce...
Sıcaktı. Yapış yapış, vıcık vıcık, mide bulandırıcı bir sıcak... İnsanların birbirine geçmiş bedenleri müzikle salınırken, terleri buharlaşıp havadaki kontrolsüz duygulara karışıyordu. İhtiras, şehvet, hırs, açgözlülük, hiddet, şiddet... Bu mekandaki her bir varlık, günahlardan örülmüş bir örümcek ağıyla bir diğerine bağlıydı sanki.
Tüm bu deliliğin tepesinde Zariah, bir heykel gibi durmuş, kalabalığın içinde hızla uzaklaşan adamı izliyordu. Adam, çıkışa ulaşmak üzereydi. Çevresini saran göz kamaştırıcı dünyaya rağmen bir kez olsun başını çevirip etrafına bakmamıştı. Bir yağmur gibi üstlerine çiseleyen ışık, duvarlara çarpıp patlayan hayali dalgalar, olmayan suların içinde yarı çıplak dans eden kızlar, havada süzülen sanal kuşlar, tepelerinde ışıldayan dev ay ve ona uzanan ışıktan dallar... Adam, hepsini ve fazlasını daha önce görmüştü şüphesiz. Kendini müziğe ve kanlarındaki uyuşturucuya kaptırmış insanların aksine o, tüm bunları yaratanın Elio'nun büyüsü olduğunu biliyor, muhtemelen gördüğü her şeyden nefret ediyordu.
Ne de olsa o, bir Yedi'ydi. İşi, yoldan çıkmışlara polislik yapmaktı.
Zariah'nın kendisi de o yoldan çıkmışlardan biriydi. Hatta, altlarındaki kalabalığı farklı alemlere uçuran türlü çeşit zehir bizzat onun Şamanlarının ellerinde hayat bulmuştu. Yine de... Yedi'nin öfkesini anlamadığını söyleyemezdi. İnkar etmeyi seçse de, göğsündeki kristal taştan saçına takılı tüylere, onu gücüne bağlayan her parçası, ciğerlerine dolan büyüye ayrı ayrı isyan ediyordu. Tenine değen her ışık huzmesiyle avuçlarının içi karıncalanıyordu. Alimlerin ellerinde bir hazineye dönebilecek güç, bu günah yuvasında insanların dünyevi hazlarını besleyen bir zevk aracından fazlası değildi. Tıpkı Şamanların ellerinde dünyanın en eşsiz uyuşturucusuna dönen doğa gibi...
Doğru yolu fısıldayan ses hep oradaydı ya, ne yazık ki Elio gibi Zariah da o sesi dinlemeyi uzun süre önce bırakmıştı. İnsanların zaaflarını öğrenmek ve nankörlüklerini kabullenmek için birkaç ömürden daha fazla zamanı olmuştu. Elini uzattığı kim olsa aynı gerçekle yüzleşmişti: İnsanlar kurtarılmak değil, uyutulmak istiyordu. Tekrar tekrar aynı hataları yapıyor, aynı günahları işliyor, asla geçmişten ders almıyorlardı. O yüzden dünya bu haldeydi. Ülkeleri deviren savaşlar, sokaklarda terör estiren eşkıyalar, ezilenler, onları ezenler, açlık, kıtlık, kan, kan, kan, daha çok kan...
Bir zamanın kadim bilgilerinin unutulmasına, büyücülerin bu yozlaşmış çarkın dişlisi olmasına şaşmamalıydı. Zariah, o yozlaşmış büyücülerin en başında geliyordu. Bu gece, buraya, bir Yedi'nin ayağına gelmesi bile saçmalıktı esasen. Nasıl birkaç gün önce rüyasına çöken gölgeyi unutmayı seçtiyse, nasıl kuşların çığlıklarına kulaklarını tıkadıysa, nasıl karanlığı işaret eden oklara kafasını çevirdiyse, bu daveti de öyle reddetmeliydi.
Ama...
Zariah reddetmemişti, çünkü şüphe, bir fare sürüsü gibi organlarını kemiriyordu. Kendine önemsemediğini söyleyip dursa da havadaki yanlışlık kaburgalarının arasında büyüyen bir kistten farksızdı. Şüphesiz ki Elio da yaklaşan karanlığı yıldızlardan okumuştu. Zariah kadar merak ediyor, belki onun kadar gelecekten korkuyordu, ama, en büyük yeteneği illüzyon olan adamın suratından gerçek hislerini okumaya çalışmak saçmalıktı. Yedi'nin iddialarını dinlerken Elio'nun ifadesi bir an olsun değişmemiş, onu kendi yoluna gönderirken sesi bile titrememişti.
Hayır. Elio'nun dudaklarından dökülen cevap buydu. Bu, bizim meselemiz değil.
Müdahale etmek, aksini söylemek için midesinde takla atan hissi yutkunarak bastırmıştı Zariah. Sessizliği ve kontrolü yılların getirdiği deneyimin sonucuydu. Şimdiyse, Yedi bedenini bir kalkan gibi saran aurasıyla adım adım onlardan uzaklaşırken, bastırdığı duyguların derisindeki gözeneklerden fışkırdığını hissediyordu.
"Doğru olmayan bir şeyler var," dedi bakışlarını insanları yararak çıkışa ilerleyen Yedi'den ayırmadan.
"Doğru olmayan, en başta onunla buluşmayı kabul etmemizdi," diye karşılık verdi Elio. O da gözünü kırpmadan Yedi'yi izliyordu. "Bu gizli buluşmanın duyulması bile başımıza ne dertler açar biliyorsun, kaldı ki ona yardım edelim. İstediğini yaptık, Yedi'yi dinledik ve konuyu kapattık. Üstelemeyi bırak artık. Bu, bizim meselemiz değil!"
Sinirle güldü Zariah. "Bu, dünyadaki herkesin meselesi! Sana söylüyorum, birden fazla alamet var. Üstüne şimdi Yedi'nin anlattıkları..."
"Yapma!.." dedi Elio bezgince. "O adam koltuk savaşında yanına yandaş arıyor, o kadar." Alaycı bir tebessümle yandan Zariah'ya baktı. "Hem, sen ne zamandan beri alametleri izler oldun, ha? Yaşlı bir cadı gibi kehanetler savurmaya başlamayacaksın, değil mi? Bu saçmalıkları birkaç yüz yıl önce bırakmıştık diye hatırlıyorum."
Bir an, alevler o yaşlı cadının gözlerinde parladı. Karşısındaki adamı birkaç büyülü sözle küle çevirdiğini hayal ettiği iki kısa saniyenin ardındansa öfkesini yutkunmuş, yere uzanan ceketini savurup ona dönmüştü. Elio'nun her zamanki gibi gerçeklerin üstünü bolca ışıkla örtmeye ve bir an önce yarattığı sanal dünyaya kaçmaya çalıştığının farkındaydı. İkisinin de çok uzun süredir yaptığı tam olarak buydu ne de olsa. Ne yazık ki, bu defa böyle bir şansları olduğunu sanmıyordu Zariah.
"Elio..." dedi ona bir adım daha yaklaşıp. "Palavra sıkmayı bırak! Neden bahsettiğimi sen de bal gibi biliyorsun! İstediğimiz kadar uğraşalım, ne sen ne de ben işaretlerden kaçabiliriz. Bu, bizim lanetimiz. Sana söylüyorum, gelecekte bir terslik var. Büyük bir terslik!.. Bunun Yedi'nin anlattıklarıyla bir ilgisi var mı bilemem, ama yaklaşan şey her neyse ucunun herkese dokunacağına eminim. Hepimize!.."
Sonunda bu işten kurtulamayacağını kabullenmiş olsa gerek, sıkıntıyla nefes verdi ve kollarını göğsünde bağlayıp Zariah'ya döndü Elio. "Yani?" dedi tek kaşını kaldırıp. "Benden ne yapmamı bekliyorsun? Önerin ne? Olacağını bile bilmediğimiz bir felaketi durdurmak için bir Yedi'nin savaşına katılmayı mı düşünüyorsun sahiden?"
Başını iki yana salladı Zariah. "Sana söyledim, Yediler umurumda değil, istedikleri kadar birbirlerini yiyebilirler, ama Terzi..."
Devam etmedi Zariah. Tek bir kelime, Elio'nun büyüsünün kontrolünü yitirmesine ve yeşil gözlerindeki sıra dışı pırıltının sönmesine yetmişti. Terzi... Sanki kendi ağırlığı vardı bu ismin. Üç boyutlu, elle tutulur, gözle görülür, kapkara bir kütleydi ortalarında. Daha dudaklarını terk ettiği an ağzındaki zehirli tadı hissetmişti Zariah.
"Kuralı biliyorsun," dedi Elio hızla kendini toplayıp. "Sihirbazlara bulaşmayız. Ne biz ne de siz... Hele de..."
Hele de Terzi'ye, diye tamamdı Zariha onun sözlerini kafasında. Karışmazlardı elbette. İki büyücü de sınırsız ömürleri boyunca bunun sonuçlarını birden fazla kez yaşayarak öğrenmişti. Yine de...
"Tüm bunlar rastlantı olamaz!" diye üsteledi Zariah. "Gördüğüm alametler, Yedi'nin anlattıkları..." Yutkundu. "Ya o yılan hepimizin boyunu aşan bir işe kalkıştıysa? Ya gerçekten... Ya o..." Kelimeler ağzından çıkmamak için tırnaklarını boğazına geçirmişti sanki. "Ya o, sonunda kapıyı açacak bir yol bulduysa?"
Elio'nun gerçek yaşını gizleyen ışık her an biraz daha elinden kayıyordu. Onun gözaltlarına oturmuş gölgeler giderek belirginleşirken, o karanlıkta kendi kalbindeki korkunun yansımasını görebiliyordu Zariah. Bir an, kısa bir an, Elio'nun onun sözlerine kulak vereceğini, çok uzun zaman önce unutulmuş bağın yeniden aralarında kurulacağını ve aradığı yandaşa kavuşacağını düşündü Zariah, ama Elio'nun toparlanması kısa sürmüştü. Yeniden önüne döndüğünde bir kez daha o sahte ışığı tüm gerçeklerin etrafını saran bir kefen gibiydi.
"Bu işin peşini bırak Zari," dedi gözlerini altlarında devam eden çılgın partinin üstünde gezdirerek. "Sahip olduğun gücün tadını çıkar ve ötesini kurcalamayı kes. Bunun sonu ikimiz için de iyi olmaz. Dünya şu ana kadar bizsiz idare etti, bundan sonra da eder, merak etme."
Sahip olduğum güç... diye düşündü Zariah. Paralı adamlara sattığı hizmetinden, uyuşturucu patroniçesi olarak kazandığı ününden ve banka hesabına akan sonsuz paradan bahsediyor olmalıydı Elio. Haksız değildi. Zariah'nın Bu dünyada isteyip de elde edemeyeceği çok az şey vardı. O da Elio gibi tahtını elleriyle inşa etmiş, sabırla kendi krallığını kurmuştu. Ama zaten, onu bu kadar korkutan da dünyevi bir tehdit değildi ve eğer sezilerinin yarısı bile doğruysa, yaklaşan geceden sağ çıkmak için o çok güvendikleri güçlerinden çok daha fazlasına ihtiyaç duyacaklardı.
"Elio..." dedi şansını son kez deneyerek. Aldığı karşılık Alimlerin liderinin sözlerinde değil, ters bakışlarındaydı.
Bu işte yalnızsın Zari! Eğer gerçekten bu boka batmak istiyorsan, bu lanet olası işte yal-nız-sın!
Ve böylece, konuşma tam o an, orada, o gün için sona ermiş oluyordu.
"Pekala," dedi Zariah hayal kırıklığını dişleriyle ezip. İçinden sessiz bir küfür savurup eteğini savurarak arkasını dönmüştü. "Dediğin gibi olsun El. Nasılsa gölgeler boyunu aştığında bir kez daha konuşacağız. Umarım o gün geldiğinde bizim için çok geç olmaz."
Elio'nun yeşil bakışlarını sırtında hissetse de bir daha arkasını dönmedi Zariah. Merdivenlerden inip kalabalığa karışmak yerine doğrudan kuleye yönelmişti. Basamakları tırmanırken müzik de mekanı kuşatmış büyü de adım adım ardında kalıyordu. İnsanların arasına karışmış Alimlerin her hareketini dikkatle takip ettiğinin farkındaydı elbette, ama içlerinden biri bile yoluna çıkmaya ya da ona nereye gittiğini sormaya kalkışmamıştı.
Çatıya ulaştığında parmaklarını kilitli kapının üzerinde gezdirip klik sesini bekledi Zariah. İki saniye sonra araladığı kapıdan soğuk gece yüzüne çarpmış, saatler sonra ilk kez gerçekten nefes almıştı. Üzerindeki ceketi ikinci kez düşünmeden omuzlarından attı ve kadife kumaşın kayıp yere düşmesine izin verdi. Terasta nöbet tutan Alimleri umursamadan, her adımında tenini yakan fazlalıklardan kurtulmaya devam ediyordu. Önce ayakkabılarını çıkarıp fırlattı. Sonra, sırtındaki fermuara uzandı, aşağı çekti ve uzun elbisenin içinden kayarak çıktı. Az sonra varlığına yük olan tüm parçalardan arınmıştı. Çıplak teni, temiz havayı bir adak gibi kabul etti. Rüzgar tüylerini okşuyor, onu bir anne gibi sarmalayıp bağrına basıyordu.
Sonunda...
Terasın ucuna geldiğinde kollarını iki yana açtı ve başını göğe çevirip gözlerini gerçek aya dikti. Ruhunu taşıdığı hayvana seslenmesiyle onun şarkısını işitmesi bir olmuştu. Değişim o ilk notayla başladı. Önce içinde, sonra yüzeyde... Dönüşüm tamamlandığında düşünceleri siyah bir sicime, duyguları tek bir içgüdüye, bedeniyse bir kuşa dönecekti. Kollarından uzayan tüyleri, sırtında şekillenen kanatları ya da parmaklarının yerini alan pençeleri hissetse de Zariah bu acıya rahatsız olmayacağı kadar alışmıştı. Sadece saniyeler sonra gökyüzünde süzülen bir gölgeydi artık. Simsiyah, geceden daha karanlık bir kuzgun...
Ve Zariah gecenin içinde süzüldü, süzüldü, süzüldü. Kulakları üzerine çiseleyen yağmurdaydı. Kanatlarına çarpan yaprakların hışırtısında, altından akan toprağın içinde, ağaçların arasında koşturan hayvanların mırıltılarında, her bir tohumda, hissettiği her canın kalbinde... Duyduğu her mesaj bir vahiydi. Kutsal bir kitabın parçalarını dinler gibi, her heceyi içine çekmişti Zariah.
Sonunda ormanın içinde saklı evinin bahçesine konduğunda korkmakta haklı olduğunu emindi, ama hala nedenini öğrenmek zorundaydı. Bedeni yeniden bir insana dönerken onunla ruhunu paylaşan kuşa sessiz bir teşekkür gönderdi ve eve yöneldi. Kapıda dikilen Şamanlar onu fark eder etmez bedenleri saygıyla öne eğilmişti. İçlerinden birinin uzattığı kaftanı kollarından geçirip hızla içeri daldı Zariah.
"Oklarım," dedi önünü bağlarken. "Oklarımı hazırlayın!"
Kızlar bu komutu anlamlandıramamıştı. Topluluğa katıldıklarından beri liderlerinden en son ne zaman böyle bir emir aldıklarını düşünüyorlardı muhtemelen. Az sonra Zariah'nın yapacağı şeyi bilen, hatırlayan kaç Şaman kalmıştı ki zaten? Onlara açıklama yapmakla uğraşmadan alt kata yöneldi Zariah. Onlarca basamak ve nemli bir koridor sonunda mutfağa ulaşmıştı. Bu loş mahzende yüzlerce, hayır binlerce şişe yan yana dizilmiş, onu bekliyordu. Mutfak, duvarları saran sarmaşıkların ortasında, sadece bir Şaman'ın kilidini kırabileceği bir kasa gibiydi. Burada sakladıkları pek çok otun, fosilin, taşın yeryüzünde başka bir eşi kalmamıştı. Kızlarının ellerinde hayat bulan uyuşturucuyu bu kadar eşsiz kılan da buydu zaten, ama bugün, o zehir için burada değildi Zariah.
Unutmadığını umduğu, çok eski bir büyüyü yapmak için ihtiyacı olan malzemeleri sadece mutfakta bulabilirdi. Bir labirenti andıran rafların arasında ilerlerken kaftanının eteği dallara takılıyor, birbirine çarpan şişelerin şıngırtısıyla fareler oradan oraya kaçışıyordu. Örümcek ağlarının altından çektiği malzemeleri bir bir peşinden koşturan kızların sepetine bıraktı Zariah. Teker teker, koklayarak, görerek, duyarak, yaşayarak... Bilmeyen bir göze her kavanoz neredeyse birbirinin aynı görünebilirdi, ama Zariah, her birinde ta köklerine uzanan, bambaşka hikayeler okuyordu. Sonunda her şey tamam olduğunda, Şamanlarından onları ortadaki mermer masaya taşımalarını istemişti.
Dört saat... Zariah'nın o masanın başına geçmesinden elinde kan kırmızısı bir tozla mutfağı terk etmesine kadar geçen süre buydu. Karışımı yapmasına yardım eden, izleyen, gözlemleyen, merak eden, öğrenmeye çalışan onlarca kızı ardında bırakıp yeniden bahçeye çıktığında, kalbi uzun süredir hissetmediği bir heyecanla çarpıyordu. Hayır, korkusu başarıp başaramayacağı için değildi. Biliyordu, büyüsü olması gerektiği gibi kusursuzdu. Bu da demek oluyordu ki, gerçek her neyse onu duymak üzereydi.
"Okların Zariah..."
Bahçenin çıkışında bekleyen kızdan uzattığı deri bohçayı alıp sırtına astı Zariah. "Evde kalın. Ne duyarsanız duyun, ne görürseniz görün, kimse ormana gelmeye kalkmasın!"
Onu izleyen gözlerdeki hayal kırıklığını görse de umursamamıştı. Bu, heyecan verici bir büyü gösterisi değildi. Açığa çıkarmak üzere olduğu gücün delirttiği Şamanlar görmüş, çok daha fazlasını hikayelerde dinlemişti Zariah. Birazdan yapacağı şey doğanın ruhuyla konuşmaya hiç benzemiyordu, çünkü bu defa dokunacağı ruhlar bu alemden değildi. Ağaçların arasından çıplak ayaklarıyla ormanın derinliklerine doğru ilerlerken farkında olmadan avucunun içine hapsettiği kavanozu bir hazine gibi delice sıkıyordu. Sonunda ayinler için kullandıkları açıklığa geldiğinde bir an durup başını göğe kaldırdı. Gün doğuyordu. Ne yapacaksa hızlı olmalıydı.
Dairenin en ortasındaki taş sunağa gidip kavanozu üzerine bıraktı. Kapağı açtığı an tarifsiz bir koku şişeden yükselip burnuna ulaşmıştı. Hem ıslak bir toprak hem de yanmış bir dal gibi kokuyordu toz. İçinde bir bebeğin emdiği ilk süt de vardı, bir faninin son nefesi de. Ölüm ve doğumun eşsiz bir karışımıydı. Belinden çıkardığı hançerle avucunun içine derin bir kesik atıp kanını bu kusursuz formüle ekledi Zariah. Köpürdeyerek kabaran toz, bir an sonra zift kadar siyah bir çamur halini almıştı.
Başlıyorum, diye düşündü. Lütfen bana yardım edin!
Ciğerlerine baskı yapan güce direnip parmaklarını bulamaca daldırmak için derin bir nefes alması gerekmişti. Siyah boyayla önce alnına bir artı çizdi. Sonra göz kapaklarının üstüne birer çizgi ve son olarak da göğsünün üstüne bir daire... Bedeni anında tepki vermiş, buzdan bir el boğazını sıkıp nefesini kesmişti. Tüylerini diken diken eden soğuğa rağmen açıklığın etrafına dizilmiş dört taşı teker teker dolaştı, her birinin üzerine çarpı koydu. Bu sayede araladığı pencereden sızan her ne olursa bu kafesten kurtulamayacağını garantilemiş oluyordu.
İşi bittiğinde yeniden ortadaki taşın başına döndü ve üzerine tırmandı. Kasları her saniye biraz daha fazla titriyor, ayakta durması giderek zorlaşıyordu. Parmaklarının kontrolünü tamamen yitirmeden okları hedefine göndermesi gerektiğini bildiğinden sırtındaki çantaya uzandı hemen. Eli tüylere değdiği an ruhların sesi de kulaklarına hücum etmişti. Fısıltılar Zariah'nın kafasının içinde bir çığlıktı artık. Eski Şamanların kemiklerinden yapılmış bu yedi ok, onun ruhunu atalarınınkine bağlayacak, aradığı cevabı diğer alemden ona taşıyacaktı.
Ne yazık ki kağıtlara bile yazılamayan bu büyüyü yapmak söylemekten çok daha zordu. Okları yaya takıp uçlarını gökyüzüne diktiğinde kontrolsüzce titriyordu artık Zariah. Gözleri doğan güneşi ya da turuncuya boyanmış bulutları değil, simsiyah, dumandan bir halka görüyordu sadece. Kulaklarına dolan kendi dudaklarından dökülen mırıltılar yerine ona eşlik eden ölülerin şarkısıydı. Oklar yaydan kurtulduğunda o sesler bir koroya döndü, içine başka ruhlar katıldı, kuşlar bağırdı, yağmur şakıdı. Ve siyah halkayı tam kalbinden vurduğunda, Zariah gökten inen şimşekle çarpıldı. Dizlerinin üstüne düşse de başını yere indirmemişti.
Koyu bulutlar ağaçların üzerinde toplanıyor, gölgeler büyünün oluşturduğu görünmez duvarın dışında birikiyordu. Kuşlar bir hortum gibi o duvarın etrafında daire çizmeye başlamıştı. On tane, yirmi tane, otuz, kırk... yüz... iki yüz... beş yüz... bin... binler... Her biri ona destek için buradaydı. Kafasındaki seslere katılan her yeni ruhla Zariah'nın sırtı biraz daha eğiliyordu. O yükü, onunla paylaşması için çağırmıştı yoldaşlarını, ama ölüm yaşamdan ağır, başka bir alemden bilgi çalmanın bedeliyse büyüktü. Acıdan az sonra bağırmaya başlamıştı Zariah, oysa kendi yakarışını duymuyordu. Kulaklarını patlatacak kadar güçlü, onu bayılmanın eşiğine getiren başka bir ses vardı.
Kara, kara, kara, kapkara, karanlık, sonsuz karanlık...
Hayır, demek istiyordu Zariah. Hayır, diye haykırdığına emindi, ama öteki alemin cevabı inkar edemeyeceği kadar netti. Geliyor, diyordu alay ederce. Eninde sonunda gelecek. Karanlık, kapkaranlık, geliyor, geliyor, geliyor! Ejder, geliyor!
Peki ben ne yapacağım? diye bağırdı Zariah atalarına. Bir yol, bir yöntem, en azından bir ipucu duymak için kulakları kaosun içini didikliyordu. Belki zamanı olsa, belki daha güçlü olsa, cevabı onlardan çalabilirdi. Oysa ruhunu bedenine bağlayan zincirin kopmak üzere olduğunu hissedebiliyordu. Büyüyü daha fazla tutamayacaktı. Alemleri ayıran perdeyi bir an önce kapamazsa sakındığı karanlık hemen şimdi dünyaya inerdi.
Bu korkuyla içindeki güce tutundu ve bir kez daha belindeki hançere uzandı. Siyaha boyanmış gözyaşlarının da teninin altında morarmış damarlarının da farkında değildi. Bıçağın ucu alnına değdiğinde bedenini titreten soğuğa alevler katılmıştı bu kez. Tenine çizdiği işaretin üstünden hançerle geçti. Döktüğü her damla kanla zemin daha şiddetli titriyor, öteki alemin sesi biraz daha şiddetleniyordu. Bir an, bu gücün onunla beraber dünyadaki her şeyi yutacağını düşündü, fakat sonra, tüm sesler bıçak gibi kesilmişti.
Altındaki taş bir bomba gibi patlarken un ufak olmuş parçalarla Zariah da havaya uçtu. Ona yoldaş olmuş kuşların bedenleri dolu gibi üzerine yağarken düştüğü yerden kalkamamış, simsiyah, etten bir mezarın altına gömülmüştü. Dakikalar sonra, kırık kanatları, kopuk boyunları ve ona diktikleri gözleriyle binlerce ölü kuşun ortasında yatıyordu. Kuzgunların kanıyla yıkanan toprak ilk kez onun için kızını bağrına basan bir anne değildi, yine de tırnaklarını köklere geçirip orada, öylece yattı Zariah ve ağladı.
Artık bu savaştan kaçamayacağını biliyordu. Hangi tarafta savaşacağını da...
***
-BÖLÜM SONU-
Veeee yepyeni bir hikayeye on beş yıl öncesinden dalmış bulunuyoruz, hepimize hayırlı uğurlu olsun :)
Ezgi bu ne, hiçbir şey anlamadık diyorsanız eğer, harika, olması gereken de tam bu :D Şimdi bu bölümü hafızanızda bir kenara kaydedin, zamanı geldiğinde çıkarıp kullanacağız. Geçmişten bu kısa kesit sadece siz sevgili okurlar içindi. Sonraki bölümse esas karakterlerimiz her şeyden bihaber hayatlarına başlıyor olacak :)
Geri dönmek harika, yazmak harika, sizinle sohbetleşmek hepsinden harika. O yüzdeeen, yorumlarınızı heyecanla bekliyorum :)
Kendinize iyi bakın!
Öperim.
E.Ç.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top