nasıl yaşayacağımı söylemedin.
koşuyordum.
tek bildiğim şüphesiz ki buydu.
koşuyor, koşuyor ve koşuyordum.
önüme serpilen, kimi zaman fırlatılan, bazen inşa edilen, çoğu zamansa yanağımda sertçe bir çizik bırakan tüm mâniaları yüreğimin ortancasından ince ince geçiriyor ve koşmaya devam ediyordum.
bacaklarım, doğduğundan beri sadece bu vazifeyi üstlenmişçesine kararlı ve dimdik durmaya devam ediyordu. ayak tabanlarım baldıranlarla içli dışlı olmaya ant içmiş gibi onları eziyor ve tekrardan devlete başkaldırıyordu. ayaklarım sızılarını hep topuklarına iletiyor, parmaklarını içe doğru kıvırmakta emin bir tavır takınıyordu.
ellerim, önümde ve ardımda, tüm bedenimi
sarıp sarmalamak istercesine mâniaları ilk iten oluyordu; büyük bir hiddet, kin, avuç içlerimin derinden sızlayışı.
koşuyor, koşuyor ve koşuyordum.
arkamda atlı kovalayanlar yoktu şüphesiz,
bir canavar, bir anne vâveylâsı, ceza örgüsü, gölgemin tırnaklarıma vuruşu, başıma varıp boynumu saracak bir güneş, silahlı askerler;
hiçbiri.
bu sefer kaçacağım, koşup saklanacağım, ruhumun tüm edilgenleriyle kelepçelenmeye uğraşılacağım, kendimi kendimin önüne katacağım hiçbir müdafaa yoktu.
yeryüzü yalıtkan ve kesinkesti; grilikler siyaha
ve beyaza, yolların hepsi sola ve sağa ayrılıyordu. gökyüzü dar ve ücraydı; bir siyah nokta dahi olamayacak şahsiyetime bürünmek üzereydi. ona rağmen kudretli, kocaman, tüm varlıkları içine alabilecek kadar geniş gözüküyordu gözümde.
saç tellerimi hissetmiyordum artık. bir söğüt ağacının yapraklarınca aşağı dökülmekten usanmıştı, şimdiyse yukarı ve daha da yukarı çıkabileceğine inanıyordu.
arkama bakmıyordum.
bu müdafaamın tek bir kuralı vardı, o da
arkama bakmamaktı. asla arkama bakamazdım. gözlerim hep aynı doktaya dikili ve başımı yukarı kaldıramayacağım kadar ağırdı. öyle ki rüzgâr dahi gözlerimin saliselerce kapanmasına sebep olamazdı. bu durumda arkama bakmak, kendime yapabileceğim en büyük ihanet olurdu.
koşuyor, koşuyor ve koşuyordum.
sesler zihnimi delmiş, kulaklarımı alaşağı etmişti. işittiğim hiçbir seda kalmamıştı. nefesimin dahi nasıl bir ses çıkardığını bilmiyordum. dolanmış? kilitlenmiş? serpilen bir baharat? sarsılmış? içime doğru uzayan? nasıl bir sesi olabilirdi? düşüncelerim beni kırıp geçti.
düşüncelerimin önümde
koştuğunu görebiliyordum.
neden böylesine dengesiz gözüküyordu?
sol? hayır, şimdi sağ. gökyüzüne bakıyor, etrafında dönüyor. düştü. şimdiyse ayağa
kalktı. kolu bir ağacın dalına girişti. gülüyor, hayır şimdi ağlıyor. yine de hızı hiç kesilmiyordu. nasıl tüm bunlara rağmen
önümde belirebilirdi? ona yetişemiyordum.
şimdi daha hızlı koşuyor,
koşuyor ve koşuyordum.
gözlerim onun sırtına kendini kaptırmış, ortasından nişan alıyordu. onu yakalamalıydım. süratimi yavaşlatmama neden olmuştu. onun tüm yönlerimi eline almasına izin veremezdim.
ilk kez, bir silah sesi duydum.
evet, bu bir ses olmalıydı. işitmemiştim lâkin duyabilmiştim. tüylerime varana dek nasıl bir kaktüse benzediğimi hissedebiliyordum. en ardımdan geldiğine emindim. bu ne çeşit bir mülahazaydı bilmiyordum fakat en ardıma uzanabilen saç telime, değecek gibiydi.
uzun zamandır kendini ayağa kaldırmamış
sol kolum, yukarı doğru uzanmış ve elim saçlarımı avuçlarımın içine doldurmuştu. saç tellerimi nereye sığdırabilirdi? kesip atabilir miydi? böyle düşünüyorken, saçlarımı teker
teker yolmaya başlamış ve tüm kuvvetimi ayaklarıma vermiştim.
gözlerim hedefini kaçırmamaya devam
ediyordu, yine de saçlarımın süratimi
kesmesi hiç hoşuma gitmemişti. toprağı tırmıklıyormuşçasına saçlarımı yolmak
ve rüzgâra defnetmek istiyordum.
ikinci kez, bir silah sesi duydum.
bu sefer hissettiğim, sağ ayağımın topuğuna saplanan bir kurşundu. tökezlemiş ve öne
doğru savrulmuştum. yine de dengemi
yeniden sağlayabilmiş ve sağ ayağımın kuvvetini topuklarımdan alıp parmaklarıma yöneltmiştim. sonrasında başka bir ses duymamıştım. ardıma ise asla bakamazdım.
düşüncelerimin evrildiği beden ise etrafında olağanca bir deli edasıyla dönmesine rağmen hâlâ önümdeydi. daha da hızlandığını görüyordum. ona yetişmek gitgide zorlaşıyordu. neden kollarını yukarı kaldırıyor ve zıplayıp ağaçların yapraklarına temas etmek istiyordu?
benden daha da ayrışıyor ve renk değiştiriyordu.
sağ ayağımda hissettiğim acıyı, saç tellerimi avuçlayan sağ elimden çıkarıyor ve daha da kuvvetli yoluyordum saçlarımı. onlar ise kendiliğinden dökülmeye başlıyor ve bahar ayındaki polenlerin havada süzüldüğü gibi ardıma karışıyordu.
koşuyor, koşuyor ve koşuyordum.
hızlı, daha hızlı, daha hızlı olmalıydım!
o kadar uzun süredir aynı yöne doğru koşuyordum ki ileride gördüğüm bir yol
ayrımı, zihnime ekilen tohumlarının toprağıma karışmasına neden olmuştu. ayaklarım, yön ne demek bilmezdi. onların iplerini elime alabilir miydim, onu dahi bilmiyordum. bu süre zarfında gözlerim önümdeki bedeni takip etmeye devam ediyordu.
o beden yönünü sağa doğru kaydırmışken,
işittim.
üçüncü kez, bir silah sesi işittim.
arkama baktım.
önümdeki bedene olağanca vârlığımla ulaşıp
onu belinden kavradım. yelkovan akrebe ulaşmaya çalışıyorken ben saniyeleri bir bardak gibi avuçlarımda saliselere ayırmıştım.
onu yakaladığım gibi yol sapağında yönümü tamamen sola doğru çevirmiştim. onu belinden kavradığım anda ellerimde zehrini bir mühür gibi damgalayan başka bir sıvıyı hissedebiliyordum şimdi.
kanıyor muydu?
bu mümkün olabilir miydi? onu yakalamıştım, onu yakaladığıma tüm yüreğimle emindim.
yelkovan akrebe
yetişememişti.
zira akrep bir adım ilerideydi,
kana bulansa dahi.
yanımdaki beden ise sağ elimi aniden tutmuş
ve koşmaya devam etmişti. görebiliyordum. karnının tam ortasında bir kara delik vardı şimdi. beni dahi içerisine çekebilir, yutabilirdi.
artık işitebiliyordum.
"neden beni yakaladın?" diye
bir soru süzüldü dudaklarından.
ilk defa gözlerim artık hedefte değildi
ve onun gözlerine bakmak istemiştim,
görmek istemiştim.
gözleri yoktu. sadece kapkaranlık bir yuvaydı.
dudaklarımı usulca aralamış,
durmuştum. bedenim ev'inden
ayrıldığından beri sadece koşuyordum,
şimdiyse dudaklarım durmuştu.
bir şeylerin durabilme düşüncesi, hep imkânsız gelirdi bana. düşüncelerimin de gördüğüm üzere durmayacağı apaçık ortadaydı. karnında açılan kocaman bir deliğe karşın onun durduğunu hiç görmemiştim lâkin sadece koşuyor da değildi.
küçük, büyük adımlar atabiliyor; etrafında dönebiliyor, zıplayabiliyor, kollarını savurabiliyor, tek ayağıyla dahi koşabiliyordu. sanki her şeyi, herkesi görebilirdi. kolları koca dünyayı sırtlanabilir, ayaklarıyla bir uçurumu zıplayarak geçebilirdi. esnek ve zamanı aşan bir bedeni vardı. ince, kalın, uzun, kısa, geniş, dar, şekilli, şekilsiz, köşeli, köşesiz, içe yâhut dışa dönük, burkulmuş ya da burkulmamış, katlanmış veya katlanmamış; hepsi oydu.
onu incelemeye devam ediyorken gözlerim, ellerimize varmıştı. beni bir kan birikintisinin karşılayacağına çokça eminken ben, sağ elimin karanlığa bulaştığını gördüm. yine de bu karanlık, zifiri karanlığa benzemiyordu.
geceleri zihnimde kendini doğuran kâbuslarım, hiç değildi.
karanlıktı. öyle bir karanlıktı ki bu, onu hiçbir renk boyayamaz, ona hiçbir zehir bulaşamazdı. kendi içinde biricikti. kendini tüm evrenden ayrıştırmıştı. beni içine çekebileceğinden korkmuştum.
"beni yakalamamalıydın. ben
ölmem, ölemem. ama sen ölebilirsin."
saçlarına bakmıştım. upuzunlardı.
rüzgârla vals yaptığını söyleyebilirdim.
neden böylesine özgürlerdi?
"beni işitiyor musun? beni yakalamamalıydın. zaman aşımına uğradık. evreninin tüm yönünü değiştirdin."
kendime gelebilmiş ve onun, görmekten korktuğum olmayan gözlerine bakmıştım.
"ne demek istiyorsun?" diye soruverdim.
sesim eski bir radyonun sesi kadar cızırtılıydı. konuşabiliyor olmam bile şaşırtıcıydı.
"beni takip etmeni sağlayıp seni sağa götürecektim, sağa gitmeliydik. şu an ise sola doğru gidiyoruz. bu her şeyi değiştirir." demişti.
zihnim uzun zamandır uğramadığı karmaşa durağında yolcularını bırakıyordu. sanıyorum ki bir yolcunun bavulu kayıptı. bu durakta daha uzun süre durmamız gerekecekti.
"işitiyor musun? bu her şeyi
değiştirir. beni anlıyor musun?"
korktum.
korktum.
"ne demek her şeyi değiştirir?" diye
soruverdim. uzun süredir yola bakmıyordum. sağımdaki bu beden öylesine göz alıcıydı ki.
onun karanlığı, daha önce korktuğum karanlığa hiç benzemiyordu.
"önüne bak."
sonunda gözlerimi ondan çekebilmiş
ve dosdoğru, önüme bakmıştım. o kadar
uzun süredir gündüzdeydim ki ilk defa güneş'in batışını görüyordum. henüz akşam vakti olmamıştı. yine de gökyüzünün, güneş'in kızıl tonlarına nasıl hâkim olduğunu görebilmiştim.
gökyüzü, sabah kahvaltısında bir çocuğun gözlerinin tüm ışığı alabileceği kadar parlak; aynı zamanda bir ikazla gözlerinin susturulabileceği kadar durgundu. güneş kollarını tüm yönlere doğru açmak istiyorken bizim gideceğimiz yöne doğru hizasını almış ve bize yolu göstermişti.
"gece olacak. bu iyi değil." demişti, kulağımın
en yakınına temas edebilir gibi yanımdaki beden.
"çok karmaşık konuşuyorsun. seni anlayamıyorum. neden iyi olmasın?"
"görmüyor musun? gece olduğunda, yanında olmayacağım artık ve sen yalnız başına kalacaksın. üstelik karanlıktan korkarsın."
karanlık, bana karanlıktan korktuğumu söylüyordu. öyleyse neden ondan korkmuyordum? el ele tüm hızımızla
koşmaya devam ediyorken daha sıkı
tutmuştum onun elini. parmakları, parmaklarımdan daha uzundu ve eli,
elimi sarıyordu.
yolcu bavulunu henüz bulamamıştı lâkin bulmak üzereydi. trenin ise kalkış saatine çok az kalmıştı.
güneş'in ayakları olsaydı şayet benden çok daha hızlı koşuyor olabileceğine yemin edebilirdim.
bir an önce batıp gitmek ve yeryüzünü terk etmek istediğine dair bir izlenim yayıyordu. yeryüzünü diyordum, zira gökyüzünü terk etmesinin mümkünatı yoktu.
gözlerimi son kez sağımdaki bedende
gezdirmek istercesine ona baktığımda, karnındaki deliğin nasıl yavaşça büyüdüğünü
ve bir yarığa evrildiğini görmüştüm. karanlığın, karanlığı barındırması...
"bana bak." demiş ve solgun, hareket etmediği zamanlarda aşağı doğru kıvrılan dudakları
sihirli sözcüklerini hecelemişti.
ona baktım.
onu görmek isterdim.
"beni göremezsin. şimdiyse önüne
bakmanı ve bir daha arkana asla
bakmamanı istiyorum. anlıyor musun?
bu çok önemli. ardında olacağım."
son kez ellerimize bakmıştım.
"ama neden?"
güneş, vâveylâmı ışınlarına katmış ve olağanca gücüyle son defa parlamıştı. şimdiyse onun kızıl taç yapraklarının, sağımdaki bedene nasıl yansıdığını görebiliyordum. o aynaydı, tüm şeffaflığıyla karanlık bir aynaydı. karnında yıldız tozları uçuşuyordu.
"yaşa."
sağ elimdeki boşluğu hissettiğimde, o zamana dek sağ yanımın nasıl hep o boşlukla sızladığını unuttuğumu kavramıştım. sağ yanım, sol yanımdan daha çok sancıyordu.
artık hatırlıyordum.
"koş ve hiçbir zaman durma!"
gözlerimi önümde sabitlediğimde, buğulanmalarına engel olamıyor ve
bu yürek sisini dindiremiyordum.
yine de koşmak zorundaydım.
koşuyor, koşuyor ve koşuyordum.
sağ yanım sızlamaya devam ediyorken sağ ayağımın topuğundaki sancı da sancı
torbama eklenmişti. göz torbalarım hangi
sancıyı hangi vakte kadar taşıyacaktı?
işte gelmiştim.
biraz ileride, bir uçurumun üzerinde upuzun, tahta döşemeli, kimi tahtaları sarkmış yâhut düşmüş, nefesimdeki korkuyu taşıyabileceğine dahi inanmadığım o köprü duruyordu.
akrep yelkovanın gerisine düşmüştü ve yelkovan öyle büyük bir hızla hareket ediyordu ki güneş eteklerini tamamen yeryüzünden çekmişti. ay, devrimi neticesinde gökyüzünü hâkimiyeti altına alacaktı.
zaman, aşıma uğradı ve tüm ağaçların yaprakları hızlıca rengini kaybetti. toprak kurudu ve çatladı. çiçekler, boynunu büktü. sular, gözlerimin berisinden çekildi ve sonundaysa renklerin ayrımına ulaşmıştım.
sağ ayağımda bir pranga varmışçasına
ağırlığını ağırlığıma katıyorken köprüde ilk adımımı atmış ve köprünün nereye varacağını asla kestiremediğim sonuna gözlerimi dikmiştim.
koşmalıydım, koşmalıydım ve koşmalıydım.
koştum, öyle ağırdı ki ayağımdaki
pranga. koştum. zamanın içerisinden süzülebilecekmişçesine koştum. onu
ellerimle bükebilecekmişçesine koştum.
tahta köprü sallanıyor, rüzgârın yoğun
ihtirasına karşın yönlerini bulmaya çalışıyordu. koşuyor olmamdan ötürü ise daha da sallanması cabasıydı.
işittim.
bir silah sesi işittim.
kulaklarımın içine süzülen ve alevinde
parlayan bu ses, sağ yamacımda kendi
bayrağını dikmek üzereydi.
durdum, ayaklarım ne zaman koşmayı öğrenmişti hiçbir fikrim yoktu. hangi yılları, hangi mevsimleri aşıp gelmiştim ve neden durmayı bir kere dahi zihnimin kapısından dahi geçirmemiştim bilmiyordum.
"durma."
durdum.
sırtımı çevirdim ve ayağımdaki
prangayı kendimden söküp attım.
gözlerimi kapadım.
koşmaya başladım.
bugün günlerden neydi bilmiyordum. hangi mevsim, hangi saat, hangi atmaca bugün avını yakalayamadı, hangi çocuk masalsız uykuya daldı, hangi çiçek tekrardan açacağına kendini inandırıp gözlerini yumdu bilmiyordum.
sağ yamacım derinden sızlıyor ve sağ ayağım dengesizliğine kanıyordu. olmayan saç tellerimin çehreme değdiğini hissedebiliyor ve onlardan güç alıyordum. ayaklarım sanki yürümeyi ilk defa öğrenmişçesine acemi ve daha önce hiç koşmamışçasına coşkuluydu.
ellerimi kara deliğin zübdesinden
geçirmiş ve kollarımı içine sokmuştum.
dünya alaşağıydı, belki de baş aşağıydı.
ellerimin uzandığı kara delik, şimdi karanlığını sağ elimden iki koluma doğru yaymıştı. panzehiri olmayan bir zehrin bedenimi nasıl da istila ettiğini hissedebiliyordum.
"seni gördüm."
gözlerimi açtım. iki karanlık
yuva bana ev sahipliği yapmıştı.
şimdiyse ben, baktığım, kocaman bir evrene açılan bu iki göze uzun uzun bakmaya devam etmek istiyordum.
"öleceksin." dedi.
hiç bu kadar yaşamamıştım.
"öleceksin, sana öleceksin demiştim."
yer çekimine kapılmışçasına aşağı doğru
çekilen dudakları neden daha da kaptırmıştı kendini? eğer bilmeseydim, onun ölmekte olduğunu söyleyebilirdim. dudakları, susuzdu.
sesi öylesine pürüzlüydü ki kulağa uğultulu geliyordu.
üzgündü.
"senin yaşamanı istiyorum." dedim,
sağ yamacımdaki ağrı şiddetlendi.
"senin yaşamanı istiyorum. renklere rengini katmanı, yapraklara değip değemeyeceğine dair kendini sınamanı, etrafında dönüp durmanı istiyorum."
karnındaki karanlıkta yıldızlar parladı, öyle
çok yıldız vardı ki hepsini saymak benim için imkânsızdı. yıldızlar kuyruklarını birbirine bağlıyor ve ahenkli bir şekilde aralarında dans ediyordu. bu kocaman kara deliğin içinde ellerimi hareket ettirdiğimde her bir yıldızın bana nasıl tebessüm ettiğini görmüştüm.
işittim.
son bir kez, bir silah sesi işittim.
yıldızlar kana bulanmıştı.
bunlar ise onun kanı değildi.
başından beri onun
sandığım zehir, benimdi.
"koş." dedim. "köprü yıkılacak."
bana baktı. en içime baktı.
artık beni göremeyecek yegâne kişi oydu.
kollarımı zar zor onun karnından
çıkardığımda, kendi karnımdan yayılan sıvı vücudumu titretmeye başlamıştı.
yere yığılmıştım.
kasılıyor ve kıvranıyordum. vücudum
artık bana itaat etmiyor ve tüm
kemiklerimin nasıl da derinden birbirine vurduğunu hissedebiliyordum.
"koş." dedim. "köprü yıkılacak."
ve öyle aniydi ki her şey,
zaman bizi penceresinden
hayretle izliyordu.
zaman, insanlığın kendi
zamanını aşışını ancak
böyle izleyebilirdi.
kendimi onun katranlaşmış kollarında bulduğumda, yıldızlarının nasıl daha da kanıma büründüğünü görebiliyordum.
ben bir katildim,
onun yıldızlarının katili.
büyük bir hızla koşarak kucağındaki beni sarsmamaya çalışıyordu. köprü yıkılacaktı, farkındaydım.
bu köprüden ise ancak bir kişi geçebilirdi.
"beni bırak." diye fısıldadım. öksürüyordum.
bu sefer ağzımdan da bu zehrin yayıldığını hissettim. gözlerimin açık durabilmesi bile
bir hayli zordu.
"beni işittiğini sanmıştım. işitmemişsin."
diyerek o şefkatli sözlerini kulaklarıma fısıldamıştı benim gibi.
gülümsedim, af diliyordum.
köprünün sonuna gelmek üzereyken kana bulanmış ellerimi o kara deliğe, karnının içine tekrardan soktum ve avucumun içinde bir yıldızın kayışını izledim.
ve ilk defa yukarı baktım.
tam tepeme.
bütün yıldızların benim
için nasıl kaydığını gördüm.
"gözlerini kapa." dedi.
bunu söylerken gözlerindeki o iki kara deliğin
boş torbalarının birden nasıl dolmaya başladığını gördüm.
gözlerinden yıldızlar kaydı.
"gözlerini kapa." diye tekrardan usulca fısıldadığında bu sefer şefkat, gözlerindeydi.
"neden bu kadar şefkatle bakıyorsun?"
diyerek son kez sordum sorumu. onun bakmaktan korktuğum gözleri, şimdi tüm yıldızlarımı içine almıştı.
bana uzun uzun şefkatle baktı.
ilk ve son.
ilk ve son kez gördüğü
kişinin ben olabileceğini
nereden bilebilirdim?
gülümsedi, veda ediyordu.
kendimi tamamen ona bırakmışken,
sağ elinin avucunu gözlerime götürdü
ve gözlerimi kapayarak azad etti.
gördüm.
yıldızlar öyle güzeldi ki her birine
isim vermek ve en sönük noktalarından
onları öpmek istiyordum.
titreyen ve kasılan vücudumu zehir tamamen
ele geçirdiğinde sağ elimi yumruk yaptım. ölecektim, farkındaydım. koşmaktan yorulmuştum. belki de artık dinlenebilirdim.
tren kalkmak üzereydi.
kendimi karanlıktan ayrılıp güneş'in batışına yakın bir düzlükte bulduğumda ileriye doğru bakmış ve yerden biten otların, rüzgâr sayesinde nasıl da sakince sola ve sağa doğru eğildiğini görmüştüm.
gökyüzü tüm renklere ev sahipliği yapıyorken yanakları al al kızarmıştı ve bana tebessüm ediyordu. hava ne sıcak ne soğuktu. tenimi okşayan rüzgârın esenliğinde uyumak istiyordum.
"yaşa." dedi bana.
sözleri yüreğime öyle yerleşti ki
yıldızlar daha büyük bir güçle parladı.
"yaşa."
tren karmaşa durağından ayrıldı.
yolcu ise bavulunu trende bıraktı.
çünkü onu bulamamıştı.
artık tek başınaydı.
gözlerimi açtığımda buradaydım.
saç tellerim rüzgâra eşlik ediyor
ve sağ topuğum artık sancılanmıyordu.
koşuyor, koşuyor ve koşuyordum.
gözlerim yine sadece hedefine kilitlenmiş
ve ardıma asla bakmıyordum. önümde ise hiçkimse yoktu. vücudum kendi özgürlüğünü dünyaya duyurmuşçasına daha da hızlı koşmaya başlamıştı.
ve ileride bir yol sapağı görmüştüm.
sol ve sağ.
hangisine sapacaktım?
ben sophie,
sevgiyle kalın.
120823.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top