İkinci Bölüm


Üç gün sonra gerçekten kızmaya başladım, onun savunma yöntemi benim ona yaklaşma isteğimden daha etkiliydi. Yaşamım boyunca bir satranç ustasıyla tanışma fırsatım hiç olmamıştı ve şimdi böyle bir insanı gözümde canlandırmak için ne kadar çok uğraşırsam, bütün bir yaşam boyu yalnızca altmış dört siyah beyaz karenin çevresinde dönen bir beyin eylemi bana o kadar akıl almaz geliyordu. Gerçi kendi deneyimlerimden 'kralların oyunu'nun gizemli çekiciliğini biliyordum; insanoğlunun düşünüp bulduğu oyunlar arasında, rastlantının her türlü despotluğuna karşı koyan ve zafer kupalarını yalnızca akla ya da daha çok tinsel yeteneğin belirli bir biçimine veren tek oyun. Ama satranca oyun demekle, haksız bir kısıtlama yapmış olmuyor mu insan? Satranç aynı zamanda bir bilim, bir sanat değil mi, yerle gök arasında süzülen Muhammed'in tabutu gibi bu iki kategori arasında gidip gelmiyor mu, bütün karşıt çiftlerin bir kerelik bileşimi değil mi? Hem çok eski hem de yepyeni, düzeneği hem mekanik hem de düş gücüne bağlı, hem sabit geometrik bir alanla sınırlı hem de bileşimleri sınırsız, hem sürekli gelişen hem de kısır, hiçbir şeye götürmeyen bir düşünme, hiçbir şeyi hesaplamayan bir matematik, yapıtları olmayan bir sanat, maddesi olmayan bir mimari, bununla birlikte varlığıyla bütün kitap ve yapıtlardan daha dayanıklı olduğu su götürmez; bütün halklara ve bütün zamanlara ait olan tek oyun; can sıkıntısını öldürmesi, zihni açması, ruhu canlandırması için hangi tanrının onu yeryüzüne gönderdiğini kimse bilmez. Başlangıcı ve sonu nerededir? Her çocuk onun temel kurallarını öğrenebilir, her acemi onda şansını dener, ama yine de bu değişmez dar karenin içinde özel ustalar yaratır satranç, öteki insanların hiçbiriyle karşılaştırılamaz bunlar, yalnızca satranca yönelik bir yeteneği olan insanlar; görüş, sabır ve tekniğin tıpkı matematikçiler, şairler ve müzisyenlerdeki gibi belirli bir oranda, ama farklı katman ve bağlamlarda etkin olduğu özgül dâhiler. Fizyonomiye duyulan tutkunun ilk zamanlarında Gall gibi biri, böyle satranç ustalarının beyinlerini yararak bu satranç dehalarının beyninde, bu insanın yeni bir gri kütlesi içinde özel bir kıvrım olup olmadığını, başka beyinlerdekine oranla daha gelişmiş bir satranç kası ya da satranç yumrusu bulunup bulunmadığını araştırmıştır belki de. Bu özgül dehanın, elli kiloluk içi boş bir kayanın içindeki tek bir altın filizi gibi, kesin bir akıl tembelliğinin içine sızmışa benzediği bir Czentovic örneği, böyle bir fizyonomiciye nasıl da çekici gelirdi! Böyle olağanüstü, dâhice bir oyunun ister istemez göreceli ustalar yaratacağı gerçeğini uzun zaman önce anlamıştım; ama dünyayı yalnızca siyah ile beyaz arasındaki dar yola indirgeyen, otuz iki taşı bir oraya bir buraya, bir ileri bir geri oynatarak hayatının zaferini kazanmaya çalışan kıvrak zekâlı bir insanın yaşamını kafada canlandırmak ne kadar güç, ne kadar olanaksızdı; bu insanın yeni bir oyuna başlarken piyade yerine atı yeğlemesi olay yaratır ve bir satranç kitabının ufacık bir köşesinde adının geçmesiyle ölümsüzlüğe ulaşmasını sağlar; bu insan, bu akıl insanı, aklını kaçırmadan on, yirmi, otuz, kırk yıl boyunca bütün düşünme gücünü tekrar tekrar aynı gülünç amaca yöneltir: Bir tahtanın üzerinde tahta bir şahı köşeye sıkıştırmak!

İşte şimdi böyle bir olay adam, böyle tuhaf bir dâhi ya da böyle şaşırtıcı bir deli ilk kez bu kadar yakınımdaydı, aynı gemide altı kamara ötemdeydi ve akılla ilgili şeylere karşı merakı her zaman bir çeşit tutkuya dönüşen zavallı ben, ona yaklaşmayı bir türlü beceremiyordum. En kaçık numaraları düşünmeye başladım: Önemli bir gazete için onunla söyleşi yapmak istediğim yalanını uydurarak gururunu okşamak ya da ona İskoçya'da kârlı bir turnuva önererek açgözlülüğünden yararlanmak. Ama yaban horozunu tuzağına düşürmek için avcının başvurduğu en güvenilir yöntemin, onun çiftleşme ötüşünü taklit etmek olduğu geldi aklıma en sonunda; bir satranç şampiyonunun dikkatini çekmek için, insanın kendisinin satranç oynamasından daha etkili ne olabilirdi ki?

Ancak ben yaşamım boyunca hiçbir zaman ciddi bir satranç sanatçısı olmadım; bunun basit bir nedeni var: çünkü satrançla her zaman öylesine ve yalnızca eğlenmek için ilgilendim; bir saat tahtanın önünde oturursam, kesinlikle kendimi zorlamak için değil, tam tersine, üzerimdeki gerginlikten kurtulmak için yaparım bunu. Ötekiler, gerçek satranç oyuncuları, satrancı ciddiye alırken, ben sözcüğün tam anlamıyla satranç 'oynarım'. Tıpkı aşk gibi satranç için de bir eş gereklidir ve güvertede bizim dışımızda satranç meraklıları olup olmadığını daha bilmiyordum. Onları deliklerinden çıkarmak için sigara salonunda basit bir tuzak kurdum: Benden daha kötü oynamasına karşın, karımla birlikte tiyatro oynar gibi bir satranç tahtasının başına oturduk. Gerçekten de, daha altı hamle yapmamıştık ki, oradan geçen biri durdu, bir ikincisi izlemek için izin istedi; benimle bir el oynamak istemesi beklenen eş de en sonunda ortaya çıktı. Adı McConnor'dı ve İskoç bir yol mühendisiydi, söylediğine göre Kaliforniya'daki petrol kuyularından büyük bir servet kazanmıştı; sert, neredeyse köşeli çene kemiği, iri dişleri olan güçlü kuvvetli bir adamdı, yüzünün koyu kırmızı rengini, en azından bir bölümünü, bol miktarda viskiye borçluydu herhalde. Göze çarpan geniş, neredeyse atletik omuzları ne yazık ki oyun sırasında da göze batıyordu, çünkü bu Bay McConnor, en önemsiz oyunda bile yenilmeyi kişiliklerine yapılmış bir hakaret olarak gören o kendinden emin, başarılı insanlardandı. Yaşamda önüne çıkanı devirerek yol almaya alışmış ve somut başarıdan şımarmış, kendi kendinin mimarı bu iriyarı adam, üstün olduğu düşüncesine kendini öyle kaptırmıştı ki, ona karşı koyulmasını kendisine karşı haksız bir ayaklanma» ve neredeyse hakaret olarak algılıyordu. İlk eli kaybedince öfkelendi, uzun uzadıya ve sert bir tavırla, bunun yalnızca bir anlık bir dikkatsizlik yüzünden olduğunu açıklamaya başladı; üçüncü elde başarılı olamamasını yan salondaki gürültüye bağladı; bir eli kaybeder kaybetmez hemen rövanş istiyordu. Başlangıçta bu hırs dolu öfke beni eğlendirdi; sonuçta, dünya şampiyonunu masamıza çekmek olan gerçek amacıma ulaşmak için yapmam gereken ufak bir şeydi yalnızca.

Üçüncü gün amacıma ulaştım, daha doğrusu yarı yarıya ulaştım. Gezinti güvertesinde dolaşan Czentovic pencereden bizi mi gözetledi, yoksa yalnızca rastlantısal olarak mı sigara salonunu varlığıyla şereflendirdi bilmiyorum, öyle ya da böyle, biz acemilerin onun sanatını icra ettiğimizi görür görmez bir adım daha yaklaştı ve bu ölçülü uzaklıktan tahtamızı şöyle bir gözden geçirdi. McConnor hamle yapmak üzereydi. Ve bu tek hamle bile, acemi çabalarımızı daha fazla izlemenin onun gibi bir usta için zaman kaybı olduğunu anlamasına yetmiş gibiydi. Bir kitapçıda kötü bir dedektif romanını, kapağını bile açmadan yerine koyarken yaptığımız doğal devinimle masamızdan uzaklaştı ve sigara salonundan çıktı. "Bizi ölçüp tarttı ve çok hafif buldu," diye düşündüm, bu soğuk, küçümseyici bakış beni biraz kızdırmıştı ve öfkemi McConnor'dan çıkarmak için ona bakıp "Hamleniz ustayı pek etkilemişe benzemiyor," dedim.

"Hangi ustayı?"

Az önce yanımızdan geçen ve oyunumuza burun kıvırarak bakan o beyin, satranç ustası Czentovic olduğunu açıkladım ona. Şimdi de buna katlanmamız ve bizi küçümsemesine yüreğimiz sızlamadan alışmamız gerektiğini ekledim; biz zavallılar kaderimize razı olmalıydık. Ama laf olsun diye söylediklerimin, McConnor'ın üzerinde hiç beklenmedik bir etki yapması beni şaşırttı. Birden heyecanlandı, oyunumuzu unuttu, hırstan yerinde duramıyordu. Czentovic'in gemide olduğundan haberi yokmuş, Czentovic kesinlikle onunla oynamalıymış. Bir keresinde kırk kişiyle birlikte oynadığı bir eşzamanlı oyun dışında, hayatında bir dünya şampiyonuna karşı hiç oynamamış; o oyun bile korkunç derecede heyecanlı olmuş ve McConnor az kalsın kazanacakmış. Satranç ustasıyla tanışıyor muymuşum? Hayır, dedim. Onunla konuşmak ve yanımıza çağırmak istemez miymişim? Czentovic'in yeni insanlarla tanışmaya pek hevesli olmadığı gerekçesiyle buna karşı çıktım. Üstelik, bizim gibi üçüncü sınıf oyuncularla uğraşmak bir dünya şampiyonuna ne zevk verirdi ki?

Bu üçüncü sınıf oyuncular sözünü McConnor gibi hırslı bir adama söylememem gerekirdi. Kızgın kızgın arkasına yaslandı ve Czentovic'in bir beyefendinin nazik davetini geri çevireceğine kendi adına inanmadığını söyledi ters ters, bu işin peşine düşecekmiş. İsteği üzerine dünya şampiyonunun kişiliğini kısaca betimledim ona ve hemen arkasından, oyunumuzu yarıda bırakarak, sabırsızlıkla Czentovic'in ardından gezinti güvertesine koşturdu. Bu geniş omuzların sahibi bir kere kafayı bir şeye taktığı zaman, onu tutmanın olanaksız olduğunu hissettim yine.

Oldukça gergin bir bekleyiş başladı benim için. On dakika sonra McConnor geri döndü, keyfi pek yerinde değildi gibi geldi bana.

"Eee?" diye sordum.

"Haklıymışsınız," diye yanıtladı biraz kızgın. "Pek sevimli bir bey değil. Ona kendimi tanıttım, kim olduğumu anlattım. Bana elini bile uzatmadı. Bize karşı bir eşzamanlı oyun oynamak isterse hepimizin ne kadar onur duyacağını ona anlatmaya çalıştım. Ama hiç yüz vermedi; özür diledi, menajeriyle yaptığı anlaşmaya göre, bütün turnesi boyunca ücretsiz oynamaması gerekiyormuş. Oyun başına en düşük ücreti iki yüz elli dolarmış."

Güldüm. "Taşları siyah kareden beyaza sürmenin böylesine kârlı bir iş olabileceği hiç ... aklıma gelmezdi. Eh, umarım, siz de ona kibar davranmışsınızdır."

Ama McConnor hiç istifini bozmadı. "Oyun yarın öğleden sonra saat üçte. Burada, sigara salonunda. Umarım kolay havlu atmaz. "

"Nasıl? Ona iki yüz elli doları verdiniz mi?" diye bağırdım şaşkınlıkla.

"Neden olmasın? C'est son metier. Dişim ağrısaydı ve gemide tesadüfen bir diş doktoru olsaydı, dişimi bedavaya çekmesini isteyemezdim ya. Adam ücretini yüksek tutmakta çok haklı; her meslekte gerçek profesyoneller aynı zamanda en iyi işadamlarıdır. Bana gelince: bence iş ne kadar açık olursa, o kadar iyidir. Bir Bay Czentovic'in bana iyilik yapmasına izin vermektense ve sonunda bir de ona teşekkür etmek durumunda kalmaktansa, para öderim daha iyi. Sonuçta kulübümüzde bir akşamda iki yüz elli dolardan fazlasını kaybettiğim oldu ve bir dünya şampiyonuyla da oynamamıştım. Bir Czentovic tarafından altedilmek 'üçüncü sınıf oyuncular' için utanılacak bir şey değildir."

'Üçüncü sınıf oyuncu' gibi öylesine söylenmiş bir sözle McConnor'ın gururunu ne kadar incitmiş olduğumu ayrımsamak beni eğlendirdi. Ama bu pahalı eğlenceyi karşılamaya kararlı olduğu için, en sonunda merakımı giderecek olan yersiz hırsına karşı çıkmamın bir anlamı yoktu. O âna kadar kendilerini satranç oyuncusu olarak tanıtmış olan dörtbeş beyi bu olaydan çabucak haberdar ettik ve oradan geçecek yolcular tarafından olabildiğince rahatsız edilmemek için yalnız bizim masamızı değil, komşu masaları da önümüzdeki maç için önceden ayırttık.

Ertesi gün küçük grubumuz kararlaştırılan saatte eksiksiz toplandı. Şampiyonun karşısında, ortadaki yer elbette McConnor'a ayrıldı; adam birbiri ardına puroları yakarak ve durmadan huzursuzlukla saatine bakarak sinirini yatıştırmaya çalışıyordu. Ama dünya şampiyonu –arkadaşımın anlattıklarından tahmin ettiğim gibi– en az on dakika bekletti bizi, bu da gelişinin büyük bir etki yaratmasını sağladı. Sakin ve soğukkanlı bir biçimde masaya yaklaştı. Kendini tanıtmadan –"Kim olduğumu biliyorsunuz sizin kim olduğunuz ise beni ilgilendirmiyor," demek oluyordu herhalde bu saygısızlık– profesyonellere özgü bir kurulukla gerekli düzenlemeyi yapmaya koyuldu. Gemide yeterli satranç tahtası bulunmaması yüzünden bir eş zamanlı oyun oynanması olanaksız olduğu için, hepimizin birlikte ona karşı oynamamızı önerdi. Her hamleden sonra, aramızda yapacağımız konuşmaları duymamak için, salonun dip tarafındaki başka bir masaya gidecekmiş. Karşı hamlemizi yaptığımızda, ne yazık ki elimizde masa çanı bulunmadığı için, kaşıkla bardağa vurmamız gerekiyormuş. İstediğimiz başka bir zamanlama yoksa, en uzun hamle zamanının on dakika olmasını önerdi. Her öneriye utangaç öğrenciler gibi uyduk elbette. Czentovic siyahı seçti; daha ayaktayken ilk karşıt hamlesini yaptı ve sonra hemen kendi önerdiği bekleme yerine giderek kayıtsız bir tavırla arkasına yaslanıp resimli bir dergiyi karıştırmaya başladı.

Oyundan söz etmenin pek anlamı yok. Bitmesi gerektiği gibi bitti elbette: Bir güzel yenildik, üstelik daha yirmi dördüncü hamlede. Bir dünya şampiyonunun yarım düzine orta ya da ortanın altı düzeydeki oyuncuyu hiç zorlanmadan yenmesi pek şaşırtıcı değildi; hepimizin canını sıkan şey, Czentovic'in bizi zorlanmadan yendiğini kafamıza kakan kibirli tarzıydı yalnızca. Her defasında tahtaya yalnızca şöyle bir göz atıyordu, ölü, tahta yontularmışız gibi kayıtsız gözlerle bakıyordu bize ve bu küstah tavır hasta bir köpeğe şöyle bir bakıp bir lokma yiyecek fırlatmayı andırıyordu ister istemez. Bence içinde biraz duygu olsaydı, yanlışlarımıza dikkatimizi çekebilir ya da dostça bir sözle bize gayret verebilirdi. Ama bu insan olmayan satranç makinesi oyun bittikten sonra da tek sözcük etmedi, 'mat' dedikten sonra, kendisinden ikinci bir oyun daha isteniyor mu diye masanın önünde kıpırdamadan bekledi. Duyarsız kabalığa karşı insanın her zaman içine düştüğü çaresizlikle ayağa kalkıp bu sona eren dolar işiyle en azından benim açımdan ilişkimizin de bittiğini ima edecektim ki, yanıbaşımdaki McConnor çok boğuk bir sesle, "Rövanş!" deyip beni sinir etti.

Meydan okuyan ses tonu beni neredeyse ürküttü; gerçekten de McConnor o an kibar bir beyefendiden çok, yumruğunu indirmek üzere olan bir boksör izlenimi veriyordu. Czentovic'in bize kaba davranmasından mı, yoksa kendi hastalık derecesindeki hırsından mı kaynaklanıyordu bu, bilmiyorum, öyle ya da böyle, McConnor'ın ruh durumu tümüyle değişmişti. Yüzü alnına düşen perçemlere kadar kızarmış, burun delikleri öfkeden şişmişti, gözle görülür bir biçimde terliyordu ve kısılmış dudaklarından çıkan keskin bir kırışık, kavgacı bir havayla öne çıkmış çenesine doğru uzanıyordu. Gözünde o denetlenemez tutkunun ale vini okudum huzursuzlukla, insanları ancak rulet masasında avucunun içine alan tutkuydu bu, hani hep iki katını yatırdıktan sonra altıncı ya da yedinci kez hâlâ doğru renk gelmediği zaman devreye giren tutku. O an anladım ki, bütün servetine mal olsa da bu fanatik, hırslı adam en azından tek bir oyun kazanana dek, Czentovic'e karşı oynayıp duracaktı. McConnor, Czentovic için bir altın madeniydi ve Czentovic sonuna kadar dayanırsa, Buenos Aires'e kadar birkaç bin dolar çıkarabilirdi bu madenden.

Czentovic yerinden kımıldamadı. "Buyurun," diye yanıtladı kibarca. "Beyler şimdi siyahla oynuyor."

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top