Üçüncü Bölüm
İkinci oyun da farklı bir tablo çizmedi, bir şey dışında: Birkaç meraklı sayesinde topluluğumuz yalnız büyümekle kalmadı, hareketlendi de. McConnor tahtaya öyle sabit bakıyordu ki, sanki taşlan iradesiyle kazanmak, mıknatıslamak istiyordu; soğuk bakışlı rakibinin yüzüne büyük bir zevkle "Mat!" diye bağırmak için bin doları da seve seve feda ederdi, adım gibi emindim bundan. İnatçı heyecanının birazı, farkında olmadan tuhaf bir biçimde bize bulaştı. Her hamle üzerinde eskisine oranla daha tutkulu tartışıyorduk, Czentovic'i masamıza geri çağıran işareti vermeyi kararlaştırmadan önce, son anda bile bir hamleden vazgeçip öbürünü oynadığımız oluyordu. Yavaş yavaş on yedinci hamleye yaklaşmıştık ki, bizim için inanılmayacak kadar iyi bir konumun oluştuğunu gördük şaşkınlıkla, çünkü çizgisindeki piyadeyi sondan bir önceki c2 karesine getirmeyi başarmıştık; veziri almak için piyadeyi itmemiz yeterliydi. Bu fazlasıyla belli şans yüzünden içimiz pek de rahat değildi elbette. Görünüşte bizim elde ettiğimiz bu avantajın, çok daha ileriyi gören Czentovic tarafından bilinçli olarak bize atılan bir kemik olduğundan kuşkulanıyorduk hepimiz. Ama hep birlikte iyice aramamıza ve tartışmamıza karşın, hilenin nerede olduğunu anlayamadık. En sonunda, izin verilen düşünme süresi tam bitmek üzereyken hamleyi yapmaya karar verdik. McConnor piyadeyi son kareye sürmek için elini uzatmıştı ki, birisi kolundan yakaladı, alçak sesle ve heyecanla fısıldadı: "Tanrı aşkına! Sakın ha!"
Elimizde olmadan hepimiz dönüp baktık. Kırk beş yaşlarında bir beydi konuşan, neredeyse tebeşir kadar beyaz olan ince uzun, sert yüzü daha önce güvertede gözüme çarpmıştı, bütün dikkatimizi hamleye yönelttiğimiz son dakikalarda yanımıza gelmiş olmalıydı. Ona baktığımızı ayrımsayarak aceleyle ekledi:
"Şimdi veziri alırsanız, fili c1'e sürüp piyadenizi kırar, siz de atınızı geri çekersiniz. Ama bu arada boştaki piyadesini d7'ye getirip kalenizi tehdit eder ve atınızla şah mat deseniz bile kaybedersiniz ve dokuz on hamle sonra yenilirsiniz. 1922'de Pistyaner Turnuvası'nda Aljechin 'in Bogoljubow'a karşı oluşturduğu konumun hemen hemen aynısı." McConnor şaşkınlıkla elini taştan çekti ve cennetten inen beklenmedik bir melek gibi yardımımıza koşan adama en az bizim kadar afallayarak baktı. Dokuz hamle öncesinden matı her saplayabilen birisi birinci sınıf bir profesyonel olmalıydı, hatta belki de aynı turnuvaya giden bir yarışmacıydı ve bu kadar canalıcı bir anda aniden çıkagelip oyuna karışmasında neredeyse doğaüstü bir şey vardı. Kendini ilk toplayan McConnor oldu.
"Ne önerirdiniz?" diye fısıldadı heyecanla.
"Hemen ilerlemeyin, geri çekilin! Öncelikle şahı g8'den h7'ye alarak tehlikeli çizgiden kurtarın. Czentovic büyük olasılıkla öbür yandan saldıracaktır. Ama kaleyi c8'den c4'e getirip bunu savuşturursunuz; bu onun iki kalesine, bir piyadesine mal olur ve böylece üstünlüğünü yitirir. Boştaki piyadeler karşı karşıya kalır ve doğru savunma yaparsanız, oyun berabere biter. Daha fazlasını elde edemezsiniz."
Bir kez daha şaşırıp kaldık. Hesaplamasının hem hızlı hem de kesin olması bizi afallattı; hamleleri bir kitaptan okuyup söylüyordu sanki. Onun oyuna karışması sayesinde bir dünya şampiyonuyla berabere kalmamız beklenmedik bir şanstı ve sihirli bir değnek etkisi yaptı. Tahtayı daha iyi görmesini sağlamak için hep birden kenara çekildik. McConnor bir kez daha sordu:
"Şah g8'den h7'ye, öyle mi?"
"Aynen öyle! Öncelikle geri çekilin."
McConnor adamın dediğini yaptı ve bardağa vurduk. Czentovıc o alışılmış sakin adımlarıyla masamıza geldi ve bir bakışta karşıt hamleyi ölçüp tarttı. Sonra, tıpkı tanımadığımız yardımcımızın önceden söylediği gibi, şah kanadındaki piyadeyi h2'den h4'e getirdi. Ve yardımcımız heyecanla fısıldadı:
"Kale ileri, kale ileri, c8'den c4'e, o zaman önce piyadenin önünü kapatması gerekir. Ama bu onun işine yaramayacak! Boştaki piyadeye aldırmadan atınızı c3'ten d5'e getirerek saldırırsınız ve eşitlik yeniden sağlanır. Savunmak yerine bütün gücünüzle saldırın!"
Ne demek istediğini anlamadık. Söyledikleri Çince'ydi sanki. Ama bir kere kendini kaptıran McConnor hiç düşünmeden söyleneni yaptı. Czentovic'i geri çağırmak, için yeniden bardağa vurduk. İlk kez çabucak karar vermedi, tahtaya çabucak bir göz attı. Sonra yabancının bize önceden bildirdiği hamleyi aynen yaptı ve gitmek üzere döndü. Ama uzaklaşmadan önce, yeni ve beklenmedik bir şey yaptı. Başını kaldırdı ve bakışlarını üzerimizde gezdirdi; kendisine karşı birdenbire böyle canlı bir direnç gösterenin kim olduğunu anlamak istiyordu besbelli.
O andan başlayarak heyecandan yerimizde duramaz olduk. O ana kadar ciddi bir umut beslemeden oynamıştık, ama Czentovic'in soğuk kibirini kırma düşüncesi yürek atışlarımızı hızlandırdı. Ama yeni dostumuz bir sonraki hamleyi belirlemişti bile, Czentovic'i geri çağırabilirdik; kaşığı bardağa vururken parmaklarım titriyordu. Derken ilk zaferimizi kazandık. O âna dek hep ayakta oynayan Czentovic, duraksadı, duraksadı ve en sonunda ağır ağır oturdu; böylece o âna dek bize tepeden bakan Czentovic, bizimle aynı düzeye inmiş oldu. En azından somut olarak bizimle aynı düzlemde bulunmaya zorunlu kılmıştık onu. Uzun uzun düşündü, gözlerini hiç kaldırmadan tahtaya dikti, öyle ki siyah kirpiklerinin altından gözbebeklerini görmek neredeyse olanaksızdı ve böyle derin düşünürken yavaş yavaş ağzı açıldı, yuvarlak yüzüne biraz bön bir ifade verdi bu. Czentovic birkaç dakika düşünüp taşındı, sonra bir hamle yaptı ve ayağa kalktı. Dostumuz şöyle fısıldadı:
"Zaman kazanmaya çalışıyor! İyi akıl! Ama pes etmeyin! Karşılıklı taş almaya zorlayın onu, o zaman paçayı kurtaramaz ve beraberliğe ulaşırız."
McConnor onun dediğini yaptı. Sonraki hamlelerde ikisinin arasında –biz ötekiler çoktan figüranlara dönüşmüştük– bizim anlamadığımız bir gidiş geliş başladı. Aşağı yukarı yedinci hamlenin sonunda Czentovic uzun uzun düşündükten sonra başını kaldırdı ve "Berabere," dedi.
Bir an salonda çıt çıkmadı. Ansızın dalgaların sesi ve salonu cazla dolduran radyo duyuldu, gezinti güvertesinde atılan her adım ve aralık pencerelerden giren rüzgârın hafif, belli belirsiz uğultusu geldi kulaklarımıza. Hepimiz soluğumuzu tuttuk, bu inanılmaz şey çok ani olmuştu ve bu tanınmamış adamın yarı yarıya kaybedilmiş bir oyunda dünya şampiyonunu dize getirmesi bizi şaşkına çevirmişti. McConnor arkasına yaslandı, tuttuğu soluğu mutlu bir "Ah!" sesiyle döküldü dudaklarından. Öte yandan, ben Czentovic'i izliyordum. Son hamleler sırasında yüzü solgunlaştı gibi gelmişti bana. Ama kendini denetlemeyi iyi biliyordu. Sakin görünümünü korudu ve taşlan ağır devinimlerle tahtadan iterken kayıtsızca sordu:
"Beyler üçüncü bir oyun isterler mi?"
Tam bir tüccar ağzıyla sordu bu soruyu. Ama işin tuhaf yanı, bunu sorarken McConnor'a bakmayıp keskin gözlerini dosdoğru kurtarıcımıza dikmiş olmasıydı. Atın yeni, daha iyi bir biniciyi eyerde oturmasından anlaması gibi, o da son hamleler sırasında asıl gerçek, rakibini ayrımsamış olmalıydı. Elimizde olmadan bakışlarını izledik ve heyecanla yabancıya baktık. Ama adam kafasını toplayıp yanıtlayamadan, McConnor zafer sarhoşluğuyla bağırdı ona:
"Elbette! Ama şimdi onunla tek başınıza oynamalısınız! Czentovic'e karşı siz!"
Ama o anda hiç umulmadık bir şey oldu. Tuhaf bir biçimde hâlâ satranç tahtasına bakıp duran yabancı, bütün bakışların kendisine yöneldiğini ve bu coşkulu sözlerin kendisine söylendiğini anlayınca ürktü. Yüzü allak bullak oldu.
"Kesinlikle olmaz beyler," diye kekeledi gözle görülür bir utangaçlıkla. "Olanaksız bu... benim oynamam söz konusu bile olamaz... yirmi, hayır, yirmi beş yıldır satranç tahtasının başına oturmadım ben... ve sizden izin almadan oyununuza burnumu sokmakla ne kadar terbiyesizlik ettiğimi ancak şimdi anlıyorum... Lütfen, karıştığım için beni bağışlayın... sizi daha fazla rahatsız etmeyeceğim." Ve biz şaşkınlığımızı üzerimizden atamadan, salondan çıkmıştı bile.
"Ama bu olanaksız!" diye haykırdı ateşli McConnor yumruğunu masaya vurarak. "Bu adam yirmi beş yıldır satranç oynamamış olamaz, kesinlikle olamaz! Her hamleyi, her karşı hücumu beş-altı hamle önceden hesapladı. Böyle bir şeyi kimse rastgele yapamaz. Bu kesinlikle olamaz, öyle değil mi?"
Son soruda McConnor elinde olmadan Czentovic'e dönmüştü. Ama dünya şampiyonu hiç istifini bozmadı.
"Bu konuda yorum yapamam. Beyefendi özgün ve ilginç bir oyun çıkardı; bu nedenle ben de bilerek ona bir şans verdim." Bunu söylerken kayıtsızca ayağa kalkıp o tüccar tarzıyla ekledi:
"Beyefendi ya da beyler yarın yeni bir oyun isterse, saat üçten itibaren emrinizdeyim."
Bıyık altından gülmeden edemedik. Czentovic'in tanımadığımız yardımcımıza büyüklük edip de şans falan vermiş olmadığını, bu açıklamanın kendi başarısızlığını örtbas etmek için uydurduğu saf bir bahane olduğunu hepimiz biliyorduk. Böyle sarsılmaz, bir kibirin kırıldığını görme isteğimiz daha da arttı. Bizim gibi uysal, zararsız gemi yolcularının üzerine bir anda yabanıl, hırs dolu bir savaşma hevesi gelmişti, çünkü okyanusun ortasındaki gemimizde satranç şampiyonunun tahtından edilebileceği düşüncesi –bütün telgraf bürolarının tüm dünyaya ilan edeceği bir rekor– aklımızı başımızdan almıştı. En canalıcı anda beklenmedik bir biçimde oyuna karışan kurtarıcımızın yarattığı gizemli havanın çekiciliği ve adamın neredeyse korku dolu alçakgönüllülüğü ile profesyonel oyuncunun sarsılmaz özgüveni arasındaki karşıtlık da eklendi buna. Kimdi bu yabancı? Burada rastlantı, daha keşfedilmemiş bir satranç dehasını gün ışığına mı çıkarmıştı? Yoksa ünlü bir usta anlaşılmaz bir nedenden dolayı bizden adını mı gizliyordu? Bütün bu olasılıkları büyük bir heyecanla tartıştık, en çılgın savlar bile, yabancının akıl almaz utangaçlığı ve şaşırtıcı, açıklamasını unutulmaz oyun yeteneğiyle bağdaştırmaya yetecek kadar çılgın gelmiyordu bize. Ama bir konuda düşünce birliğine vardık: Yeni bir savaşı izleme zevkini kendimizden kesinlikle esirgemeyecektik. Yardımcımızın ertesi gün Czentovic'e karşı bir oyun oynaması için her şeyi yapmaya karar verdik, oyunun parasal tehlikesini göğüsleme işini McConnor üstlendi. Bu arada kamarotun ağzını arayıp da yabancının Avusturyalı olduğunu öğrenince, yurttaşı olarak ricamızı ona iletmek görevi bana kaldı.
Apar topar kaçan yabancıyı gezinti güvertesinde bulmam uzun sürmedi. Şezlonguna uzanmış kitap okuyordu. Yanına yaklaşırken, onu inceleme olanağı buldum. Köşeli başı, hafif yorgunluk belirtisi olarak, yastığa dayanmıştı; yaşına oranla genç görünen yüzünün tuhaf solgunluğu yine dikkatimi çekti, bembeyaz saçları şakaklarını çevreliyordu; neden bilmem, bu adamın birdenbire yaşlanmış olduğu izlenimine kapıldım. Yanına vardığımda, kibarca doğruldu ve kendini tanıttı, soylu, eski Avusturya ailelerinden birine ait olan soyadı hemen tanıdık geldi bana. Bu soyadını taşıyan birinin Schubert'in çok yakın bir dostu olduğunu ve eski imparatorun özel doktorlarından birinin de bu aileden geldiğini anımsadım. Kendisinden Czentovic'in meydan okumasına karşılık vermesini rica ettiğimizi Dr. B.'ye iletince, gözle görülür biçimde afalladı. O oyunda bir dünya şampiyonunun, üstelik dönemin en başarılı, en ünlü şampiyonunun bulunduğundan haberi olmadığı ortaya çıktı. Nedendir bilinmez, bu açıklama onun üzerinde tuhaf bir etki yaptı sanki, çünkü rakibinin gerçekten de tanınmış bir dünya şampiyonu olduğundan emin olup olmadığımı tekrar tekrar sordu. Bu durumun görevimi kolaylaştırdığını kısa sürede anladım ve ince ruhlu biri olduğunu hissedince, olası bir yenilginin getireceği parasal yükün McConnor'ın kasasından karşılanacağını ona söylememenin iyi olacağını düşündüm. Uzun süre bocaladıktan sonra Dr. B. en sonunda bir oyun oynamayı kabul etti, ama becerisine pek fazla bel bağlamamaları konusunda öbür beyleri bir kez daha uyarmamı rica etmeyi de unutmadı.
"Çünkü," diye ekledi dalgın dalgın gülümseyerek, "bir satranç oyununu bütün kurallarına uygun olarak oynayıp oynayamayacağımı gerçekten bilmiyorum. Lise yıllarımdan beri, yani yirmi yıldan fazla bir zamandan beri tek bir satranç taşına dokunmadığımı söylediğimde, yapmacık bir alçakgönüllülük değildi bu, lütfen inanın bana. O zaman bile satranç oyuncusu olarak çok özel bir yeteneğim olduğu söylenemezdi." Bunu öyle doğal bir biçimde söyledi ki, dürüstlüğünden en ufak bir kuşku duymadım. Bununla birlikte, birbirinden çok farklı ustaların her hamlesini böyle kesin anımsayabilmesine şaşırdığımı dile getirmekten kendimi alamadım; en azından kuramsal olarak satrançla çok uğraşmış olmalıydı. Dr. B. düş görür gibi, tuhaf tuhaf gülümsedi yine.
"Çok uğraşmıştım! Tanrı biliyor ya, satrançla çok uğraştığım söylenebilir. Ama çok özel, eşi benzeri olmayan koşullar altında oldu bu. Oldukça karmaşık bir hikâye, içinde yaşadığımız bu büyük zamanda pek sözünü etmeye değmez belki. Yarım saat sabrederseniz..."
Yanındaki şezlongu gösterdi. Davetini seve seve kabul ettim. Çevremizde kimsecikler yoktu. Dr. B. okuma gözlüğünü çıkardı, kenara koydu ve anlatmaya başladı:
"Bir Viyanalı olarak ailemin adını anımsadığınızı söylemeniz çok hoştu. Ama önceleri babamla birlikte, sonra da tek başıma çalıştırdığım avukatlık bürosunu duymamışsınızdır sanırım, çünkü gazetelerde boy boy yayınlanan davalarımız yoktu ve ilke olarak yeni müvekkiller almıyorduk. Gerçeği söylemek gerekirse, doğru düzgün bir avukatlık işi yapmaz olmuştuk, aşırı sağ partinin eski bir üyesi olan babamın ilişkisi olduğu büyük manastırların hukuk danışmanlığını ve öncelikle mali yönetimini yürütüyorduk yalnızca. Ayrıca –bugün monarşi artık tarihe karıştığı için bu konuda konuşabilirim– imparatorluk ailesinin bazı üyelerinin ana mallarının yönetimi de bize verilmişti. Saray ve kiliseyle olan bu bağlantı amcam imparatorun özel doktoruydu, başka bir amcam Seitenstetten Manastırının başrahibiydi iki kuşak öncesine uzanıyordu; bizim yalnızca onu korumamız gerekiyordu, bu babadan kalma görevi yürütmenin durgun, kendi halinde bir iş olduğunu söylemek isterim, ağzı sıkı ve güvenilir olmaktan başka pek bir şey gerektirmiyordu aslında, rahmetli babamda fazlasıyla bulunurdu bu iki nitelik; hem devrim döneminde hem de enflasyon yıllarında, işine gösterdiği özen sayesinde müvekkillerinin hatırı sayılır servetlerini korumayı başardı. Ardından Hitler Almanya'da yönetimi ele geçirince ve kilise ile manastırların mülklerine el koymaya başlayınca, en azından taşınabilir mülkleri yağmadan kurtarmak için sınırın öte yanında yapılan çeşitli görüşme ve işlemlerin tutanakları elimizden geçti ve kilise ile sarayın bazı gizli politik görüşmeleri hakkında kamuoyunun hiçbir zaman duyamayacağı kadar çok şey öğrendik ikimiz. Ama büromuzun dikkat çekmemesi –kapıya bir tabela bile asmamıştık– ve ikimizin de bütün monarşik çevrelere girmekten belirgin bir biçimde kaçınmamız, istenmedik baskınlara karşı en güvenli korumayı sağlıyordu. Gerçekten de bütün bu yıllar boyunca, sarayın gizli habercilerinin en önemli mektupları her zaman dördüncü kattaki, göze çarpmayan büromuzdan aldıklarını ya da oraya verdiklerini, Avusturya'daki hiçbir resmi makamın ruhu bile duymadı.
Bir süre sonra Nasyonel Sosyalistler, dünyaya karşı ordularını güçlendirmeden çok önce, bütün komşu ülkelerde aynı derecede tehlikeli ve eğitimli başka bir ordu kurmaya başladı; hakları çiğnenmiş, ihmal edilmiş, gücendirilmiş insanlar ordusu. Her resmi dairede, her işletmede 'adamları' yuvalanmıştı, tepedeki Dollfuss ve Schuschnigg'in özel odalarına kadar her yerde casusları bulunuyordu. Göze çarpmayan büromuzda bile, ne yazık ki çok geç öğrendiğime göre, adamları vardı. Acınacak durumda ve yeteneksiz bir büro görevlisinden başka bir şey değildi elbette, dışarıdan bakıldığında büroya düzenli bir işletme görüntüsü vermek için, bir papazın önerisi üzerine işe almıştım onu; gerçekte onu zararsız habercilik işlerinden başka bir şeyde kullanmıyorduk, telefonları yanıtlıyor ve dosyaları düzenliyordu, yani tümüyle önemsiz ve tehlikesiz olan dosyaları. Postayı açması kesinlikle yasaktı, bütün önemli mektupları, kopyalarını çıkarmadan daktiloda kendi ellerimle yazıyordum, her önemli belgeyi kendim eve götürüyor ve gizli görüşmeleri yalnızca manastırın başrahibinin odasında ya da amcamın kabul odasında yaptırıyordum. Bu önlemler sayesinde bu casusun önemli olaylardan haberi olmadı; ama şanssız bir rastlantıyla bu hırslı ve boş kafalı delikanlı, ona güvenilmediğini ve arkasından bir sürü dolap çevrildiğini anladı galiba. Belki de benim yokluğum sırasında habercilerden biri, kararlaştırıldığı gibi 'Baron Bern' diyeceği yerde, dikkatsizlikle 'Majesteleri' dedi ya da pis herif açması yasak olan mektupları açtı; öyle ya da böyle, ben kuşkulanmayı aklıma bile getiremeden, bizi gözetlemek için Münih'ten ya da Berlin'den emir aldı. İlk başlardaki kayıtsızlığının son aylarda ani bir gayrete dönüştüğünü ve mektuplarımı postalamak için birçok kez ısrar ettiğini, tutuklandıktan çok sonra anımsadım. Dikkatsizlik yapıp konuşmamışımdır diyemem, ama sonuçta Hitler yönetimi en büyük diplomatların ve askerlerin bile sinsice ağzından laf almamış mıdır?
Gestapo'nun ne kadar dikkatle ve istekle gözünü üzerime dikmiş olduğu sonradan elle tutulur biçimde ortaya çıktı: Daha Schuschnigg'in yönetimden çekildiği akşam ve Hitler'in Viyana'ya girmesinden bir gün önce, SS'ler tarafından tutuklanmıştım. Neyse ki Schuschnigg'in veda konuşmasını duyar duymaz en önemli kâğıtları yakmıştım; manastırlarla ve iki arşidükün yurtdışında saklanan mülkleriyle ilgili belgeleri de bir çamaşır sepetine saklayıp yaşlı, güvenilir hizmetçimle amcama gönderdim; ger çekten de adamlar kapımı yumruklamadan önce, son anda yapmayı başardım bunu."
Dr. B. bir sigara yakmak için durdu. Alevin ışığında, ağzının sağ köşesinin sinirli sinirli seğirdiğini ayrımsadım, daha önce de dikkatimi çekmişti bu ve gözleyebildiğim kadarıyla birkaç dakikada bir tekrarlanıyordu. Belli belirsiz bir devinimdi, şöyle bir gelip geçiyordu, ama adamın bütün yüzüne tuhaf bir huzursuzluk veriyordu.
"Eski Avusturya'mıza bağlı kalan herkesin gönderildiği toplama kampından, orada yaşadığım aşağılama ve işkencelerden söz edeceğimi sanıyorsunuz herhalde şimdi. Ama böyle şeyler olmadı. Ben başka bir kategoriye girdim. Uzun zamandır bastırılan bir hıncın, bedensel ve ruhsal aşağılamalarla üzerlerine kusulduğu şanssızların arasına sokulmadım, Nasyonel Sosyalistlerin ya para ya da önemli bilgiler koparmayı umdukları öteki küçücük gruba girdim. Gestapo kendi halinde yaşantımla kesinlikle ilgilenmiyordu elbette. Ama onların en azılı rakiplerinin maşası, adamı ve sempatizanı olduğumuzu öğrenmiş olmalıydılar ve bana şantaj yaparak kanıt toplamaya çalışıyorlardı: Mülkleri hakkında yasadışı işlemler yapıldığını kanıtlamak istedikleri manastırlara karşı kanıtlar, İmparatorluk ailesine ve Avusturya'da monarşiyi canla başla destekleyen herkese karşı kanıtlar. Elimizden geçen anamalların önemli bölümünün onların ulaşamadığı bir yerlerde gizli olduğunu sanıyorlardı, pek de haksız sayılmazlardı doğrusu; bu nedenle bilinen yöntemleriyle benden bu sırları zorla almak için hemen ilk gün yakama yapıştılar. Önemli bilgi ya da para koparılacak benim gibi insanları bu nedenle toplama kampına göndermediler, özel bir uygulama yaptılar. Akrabalarından milyonlar koparmayı umdukları Avukat Baron Rotschild'in kesinlikle dikenli tellerin ardındaki bir toplama kampına atılmadığını, belirgin bir kayırmayla bir otele, Gestapo'nun karargâhı olan Metropole Oteline yerleştirildiğini ve özel bir odası olduğunu anımsarsınız belki. Benim gibi göze çarpmayan bir adama da bu ödül layık görüldü.
Bir otelde özel bir oda, alabildiğine insancıl geliyor kulağa, değil mi? Ama biz 'önemli kişiler'i yirmişer yirmişer buz gibi bir barakaya tıkmayıp da oldukça iyi ısıtılmış, ayrı bir otel odasında barındırmaktaki amaçlan, kesinlikle insancıl değil, tersine kurnaz bir yöntem uygulamaktı, bana inanabilirsiniz. Çünkü ağzımızdan gerekli 'kanıt'ı almalarını sağlayacak baskı, kaba dayaktan ya da bedensel işkenceden daha incelikle uygulanmalıydı: Akla gelebilecek en zekice soyutlama yoluyla. Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz. Her birimizi tam bir boşluğa, dış dünyaya sıkı sıkı ya kapalı bir odaya hapsetmekle, eninde sonun da dilimizi çözecek olan baskı, dayak ve soğuk yoluyla dışarıdan değil içeriden yaratılacaktı. Bana ayrılmış oda ilk bakışta hiç rahatsız etmedi beni. Bir kapı, bir yatak, bir koltuk, bir le gen, bir parmaklıklı pencere vardı odada. Ama kapı gece gündüz kilitliydi, masada hiçbir kitap, gazete, kâğıt, kalem durmasına izin yoktu, pencere bir yangın duvarına bakıyordu; bütün çevreme ve hatta kendi bedenime bile tümüyle hiçlik egemendi. Elimden her nesneyi almışlardı, zamanı bilmeyeyim diye saati, yazı yazamayayım diye kalemi, bileklerimi kesemeyeyim diye bıçağı; sigara gibi en ufak bir sakinleştirici bile benden esirgendi. Tek bir söz söylemesine ve tek bir soruyu yanıtlamasına izin verilmeyen gardiyandan başka bir insan yüzü görmedim, bir insan sesi duymadım; göz, kulak, bütün duyular sabahtan geceye, geceden sabaha kadar en ufak bir besin almıyordu, insan kendi kendisiyle, kendi bedeniyle ve masa, yatak, pencere, leğen gibi dört-beş dilsiz nesneyle çaresizlik içinde tek başına kalıyordu; suskunluğun siyah okyanusundaki cam fanuslu bir dalgıç gibi yaşıyordu insan, kendisini dış dünyaya bağlayan halatın kopmuş olduğunu ve o sessiz derinlikten hiçbir zaman yukarı çekilmeyeceğini ayrımsayan bir dalgıç gibi hatta. Yapacak, duyacak, görecek hiçbir şey yoktu, her yerde ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan, boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun boşlukla. Bir aşağı bir yukarı yürürdü insan, düşünceleri de onunla birlikte bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı yürüyüp dururdu. Ama ne kadar soyut görünürlerse görünsünler, düşünceler de bir dayanak noktasına gereksinim duyarlar, yoksa kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar; onlar da hiçliğe katlanamaz. İnsan sabahtan akşama kadar bir şey olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz. Bekleyip durur insan. Hiçbir şey olmaz. İnsan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklayana dek düşünür, düşünür, düşünür. Hiçbir şey olmaz. İnsan yalnız kalır. Yalnız. Yalnız.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top