Dördüncü Bölüm
On dört gün boyunca zamanın dışında, dünyanın dışında yaşadım. O arada bir savaş çıksaydı, hiç haberim olmazdı; dünyam yalnızca masa, kapı, yatak, leğen, koltuk, pencere ve duvardan oluşuyordu ve hep aynı duvardaki aynı duvar kâğıdına bakıyordum; o kadar çok diktim ki gözümü ona, dallı budaklı deseninin her çizgisi demir çiviyle oyulmuş gibi beynimin en iç kıvrımına dek işledi. Derken en sonunda sorgulamalar başladı. Gündüz mü gece mi olduğunu anlayamadan ansızın çağrılırdı insan. Çağrılır ve birkaç koridordan geçirilirdi, nereye götürüldüğünü bilmezdi insan; sonra neresi olduğunu bilmediği bir yerde beklerdi ve çevresinde birkaç üniformalı kişinin oturduğu bir masanın önünde bulurdu kendini birden. Masanın üzerinde bir tomar kâğıt olurdu: Ne içerdiklerini bilmediğiniz dosyalar; ve sonra sorular başlardı, gerçek ve yapay sorular, açık ve haince sorular, üstü kapalı sorular ve tuzak sorular; insan bunları yanıtlarken yabancı, kötü parmaklar insanın ne içerdiklerini bilmediği kâğıtları karıştırır ve bir tutanağa bir şeyler yazardı, onların ne yazdığını bilmezdi insan. Ama bu sorgulamaların benim için en korkunç yanı, Gestapo'nun büromda olanlar hakkında gerçekten ne bildiğini ve ağzımdan ne almak istediğini hiçbir zaman tahmin edememem ve hesaplayamamamdı. Size daha önce de söylediğim gibi, asıl kanıt olabilecek kâğıtları son anda hizmetçimle amcama göndermiştim. Ama ellerine geçmiş miydi acaba? Ya geçmemişse? O büro görevlisi yaptıklarımızın ne kadarını ispiyonlamıştı acaba? Mektupların kaç tanesini ele geçirmişlerdi, işlerini yürüttüğümüz Alman manastırlarının kim bilir kaçında her şeyden habersiz bir din adamını sıkıştırmışlardı bu arada? Ve sordular da sordular. Falanca manastır için hangi belgeleri satın almışım, hangi bankalarla yazışmalar yapmışım, Bay Falancayı tanıyor muymuşum, İsviçre'den ve Steenookerzeel'den mektuplar almış mıyım? Ve ne kadarını bildiklerini kestiremediğim için, her yanıt beni çok büyük bir sorumluluk altına sokuyordu. Bilmedikleri bir şeyi itiraf edersem, birisini boşu boşuna bıçak altına gönderebilirdim belki. Çok fazla şeyi yadsırsam da kendime zarar verirdim.
Ama en kötüsü, sorgulama değildi. En kötüsü, sorgulamadan sonra hiçliğime geri dönmekti; aynı masanın, aynı yatağın, aynı leğenin, aynı duvar kâğıdının olduğu aynı odaya. Çünkü yalnız kalır kalmaz, hangi yanıtı verseydim en akıllıca olurdu diye ve belki düşüncesizce bir sözle uyandırmış olabileceğim kuşkuyu gidermek için gelecek sefere ne söylemeliyim diye uzun uzun düşünüyordum. Soruşturma yargıcına söylemiş olduğum her sözcüğü düşünüyor, gözden geçiriyor, ölçüp tartıyordum, onların sorduğu her soruyu, benim verdiğim her yanıtı kafamda tekrarlıyordum, anlattıklarım hakkında tutanağa neler yazmış olabileceklerini kestirmeye çalışıyordum, ama bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğimi biliyordum. Gelgelelim boş odada bu düşünceler bir kere harekete geçtiler mi, durmak bilmeden kafamın içinde dönüyorlardı, hep yeni baştan, hep başka bileşimlerde oluşuyor ve uykuda bile peşimi bırakmıyorlardı; Gestapo'nun her sorgulamasından sonra, o soruların ve acı çektirmenin bana yaptığı işkence düşüncelerimde amansızca yer ediyordu, hatta böylesi daha da korkunç oluyordu, çünkü o sorgulamalar bir saat içinde biterken, düşüncelerimin hiç sonu gelmiyordu, bunun nedeni de yalnızlığın bana çektirdiği o haince işkenceydi. Ve çevremde hep yalnızca masa, dolap, yatak, duvar kâğıdı, pencere vardı, beni oyalayacak bir şey, kitap, gazete, yabancı bir yüz, bir şeyler yazmak için kalem, oynamak için kibrit, hiçbir şey, hiçbir şey, hiçbir şey yoktu. Bu otel odası sisteminin ne kadar şeytani ve akıllıca, ne kadar psikolojik işkence amaçlı olduğunu ancak şimdi anlıyordum. Toplama kampında insan belki de elleri kanayana ve ayakları donana dek el arabasıyla taş taşırdı, iki düzine insanla birlikte iğrenç kokan buz gibi bir odaya tıkılırdı. Ama yüzler görürdü, burada hep aynı şeyle, hep aynı korkunç değişmezlikle çevrili olmaktansa, bir tarlaya, bir el arabasına, bir ağaca, bir yıldıza, herhangi bir şeye bakabilirdi. Burada beni düşüncelerimden, kuruntularımdan, kafamda yaptığım hastalıklı tekrarlardan uzaklaştırabilecek hiçbir şey yoktu. Onların amacı da buydu zaten, boğazıma kadar düşüncelerime batıp boğulmalıydım ve en sonunda onları kusmaktan, istedikleri her şeyi söylemekten, kanıtları ve insanları ele vermekten başka çarem kalmamalıydı. Bu hiçliğin korkunç baskısı altında sinirlerimin yavaş yavaş gevşemeye başladığını hissediyordum ve tehlikenin bilincine vararak, oyalanacak herhangi bir şey bulmak ya da yaratmak için sinirlerimi neredeyse koparana dek geriyordum. Kendime bir uğraş bulmak için, bir zamanlar ezberlemiş olduğum her şeyi yüksek sesle okumayı denedim, çocukluktan kalma ulusal marşlar ve tekerlemeler, lisede okuduğumuz Horaeros, yurttaşlık kitabından bölümler. Sonra hesap yapmayı denedim, rastgele sayıları toplamayı, bölmeyi, ama belleğim boşlukta pek iyi çalışmıyordu. Hiçbir şey üzerinde kafamı toplayamıyordum. Hep aynı düşünce çakıyordu beynimde: Ne biliyorlar? Dün ne söyledim, gelecek sefer ne söylemeliyim?
Sözcüklerle anlatılamayacak bu durum dört ay sürdü. Eh, dört ay, yazması kolay: Altı üstü birkaç harf! Söylemesi de kolay: Dört ay, iki hece! Çeyrek saat içinde dudaklar böyle bir sesi çabucak uyduruvermiş: Dört ay! Ama boşlukta, zamansızlıkta geçen bir dört ayın ne kadar sürdüğünü hiç kimse ne bir başkasına, ne de kendine anlatamaz, ölçemez, gözünde canlandıramaz; insanın çevresindeki bu hep aynı hiçliğin, bu hep aynı masa, yatak, leğen ve duvar kâğıdının ve hep aynı suskunluğun, insana bakmadan yemeğini içeri iten hep aynı gardiyanın, insanı çıldırtana kadar boşlukta dönüp duran hep aynı düşüncelerin insanı nasıl yiyip bitirdiğini ve yıktığını kimse kimseye anlatamaz. Küçük ipuçlarından beynimin dengesinin bozulduğunu anladım kaygıyla. Başlangıçta sorgulamalar sırasında kendimden emindim, sakin ve düşünüp taşınarak vermiştim ifadelerimi; neyi söyleyip neyi söylememem gerektiğine ilişkin ikili düşünme yöntemi işe yaramıştı. Şimdiyse en basit cümleleri bile ancak kekeleyerek bir araya getirebiliyordum, çünkü ifade verirken, kâğıdın üzerine bilgileri sıralayan kalemden ayıramıyordum gözümü, sanki kendi sözcüklerimin peşinden koşmak istiyordum. Gücümün tükendiğini hissediyordum, kendimi kurtarmak için bildiğim her şeyi, belki de daha fazla sini söyleyeceğim, bu hiçliğin beni boğmasından kurtulmak için on iki insanı sırlarıyla birlikte ele vereceğim ânın giderek yaklaştığını hissediyordum, oysa bunu yapmak bana bir anlık huzurdan fazlasını sağlamayacaktı. Bir akşam gerçekten de bu duruma geldim: Gardiyan tesadüfen bu boğulma ânı sırasında bana yemeğimi getirince, birden arkasından bağırdım: 'Beni sorgulamaya götürün! Her şeyi söyleyeceğim! Her şeyi itiraf edeceğim! Belgelerin nerede olduğunu, paranın nerede saklandığını söyleyeceğim! Her şeyi söyleyeceğim, her şeyi!' Neyse ki beni duymadı. Belki de beni duymak istemiyordu.
Tehlike bu kadar büyüdüğü sırada beni kurtaran, en azından belli bir süre için kurtaran, önceden tahmin edemeyeceğim bir şey oldu. Temmuz sonuydu, karanlık, bulutlu, yağmurlu bir gündü: Bu ayrıntıyı çok iyi anımsıyorum, çünkü sorgulamaya götürülürken geçtiğim koridordaki camlara vuruyordu yağmur damlaları. Dış odada sorgu yargıcını beklemem gerekiyordu. Her sorgulamadan önce her zaman beklemek gerekiyordu: Bu bekletme de yöntemlerinin bir parçasıydı. Önce gece yarısı apar topar hücreden alıp götürerek insanın sinirlerini bozuyorlardı, sonra da, insan kendini sorgulamaya hazırladığında, direnmek için bütün bilincini ve isteğini topladığında, bedenini yormak ve ruhunun direncini kırmak için sorgulamadan önce bir saat, iki saat, üç saat bekletiyorlardı insanı. Ve o perşembe günü, 27 Temmuzda, beni her zamankinden çok beklettiler, tam iki saat dış odada ayakta bekledim; bu tarihi bu kadar kesin anımsamamın özel bir nedeni var: İki saat boyunca ayaklarıma kara suların indiği –oturmama izin yoktu elbette– o dış odada bir takvim asılıydı; basılmış, yazılı bir şeylere duyduğum açlıkla duvardaki bu tek bir sayıya, 27 Temmuz'a nasıl da bakıp durduğumu size anlatamam; hemen beynimin içine kazıdım onu. Sonra yine bekledim, bekledim ve ne zaman açılacağını merak ederek kapıya diktim gözümü, bir yandan da sorgulama komitesinin bana bu kez ne sorabileceğini düşündüm, tümüyle hazırlıksız olduğum bir şey soracaklarını biliyordum. Ama her şeye karşın bu ayakta beklemenin çektirdiği işkence aynı zamanda benim için bir iyilikti, bir zevkti, çünkü bu oda hiç olmazsa benimkinden başka bir odaydı, biraz daha büyüktü ve bir yerine iki penceresi vardı; ve yatak yoktu, leğen yoktu, pencerenin ' pervazındaki, milyonlarca kez baktığım o bildik çatlak yoktu. Kapının rengi başkaydı, duvarın önünde başka bir sandalye duruyordu ve solda bir dosya dolabıyla bir giysi dolabı vardı, bu ikincinin içindeki askılarda üç-dört ıslak asker paltosu, bana işkence yapanların paltoları asılıydı. Yani bakacak yeni, başka bir şeyim ol muştu en sonunda ve açlıktan çılgına dönmüş gözlerim her ayrıntıya hırsla saldırıyordu. Bu paltolardaki her kıvrımı gözledim, örneğin ıs lak yakaların birinden sarkan bir damlayı ayrımsadım ve bu size çok gülünç gelebilir ama, çılgınca bir heyecanla bu damlanın ne yapacağını bekledim, en sonunda kıvrım boyunca aşağı mı süzülecekti, yoksa yer çekimine biraz daha direnip olduğu yerde mi kalacaktı; evet, sanki; yaşamım buna bağlıymış gibi, dakikalarca soluk almadan bu damlayı izledim. Damla aşağı yuvarlandıktan sonra, paltolardaki düğmeleri tekrar saydım, bir tanesinde sekiz, ötekinde de sekiz, üçüncüde on tane vardı, sonra tekrar manşetleri karşılaştırdım; bütün bu gülünç, önemsiz ayrıntılar aç gözlerimi öyle bir hırsla avucuna aldı ve kendinden geçirdi ki, anlatamam. Ve birden bakışlarım bir şeye takılıp kaldı. Paltolardan birinin yan cebinin biraz şişmiş olduğunu ayrımsadım. Yaklaştım ve kabarıklığın dikdörtgen biçiminden, bu biraz şişmiş cebin içinde ne olduğunu anladım: Bir kitap!
Dizlerim titremeye başladı: BİR KİTAP! Dört aydır elime kitap almamıştım ve içinde insanın art arda sıralanmış sözcükler, satırlar, sayfalar ve yapraklar görebileceği, başka, yeni, şaşırtıcı düşünceleri okuyabileceği, tanıyabileceği, beynine alabileceği bir kitabın hayali bile insanı hem coşturuyor hem de uyuşturuyordu. Gözlerim bu kitabın cepte oluşturduğu kabarıklığa hiç kıpırdamadan bakıyordu, sanki paltonun orasını yakıp bir delik açmak istercesine ışıldıyorlardı o içi görünmeyen yere doğru. Kendimi daha fazla tutamadım; elimde olmadan yaklaştım. En azından kumaşın üzerinden ellerimle bir kitaba dokunabilmek düşüncesi bile, parmaklarımdaki sinirleri tırnaklarıma kadar uyuşturdu. Neredeyse farkında olmadan giderek yaklaşıyordum. Neyse ki gardiyan bu tuhaf davranışımı ayrımsamadı; iki saat dimdik ayakta duran bir insanın biraz duvara dayanmak istemesi ona doğal göründü belki de. En sonunda paltoya iyice yaklaşmıştım ve fark ettirmeden ona dokunabilmek için ellerimi bilerek arkama saklamıştım. Kumaşa dokundum ve gerçekten de kumaşın arkasında dikdörtgen bir şey, bükülebilen ve hafifçe hışırdayan bir şey hissettim; bir kitap! Bir kitap! Ve ansızın çılgınca bir düşünceye kapıldım: Kitabı çal! Belki becerirsin bunu, onu hücrene gizleyebilir ve sonra okuyabilirsin, okuyabilirsin, en sonunda yeniden bir şey okuyabilirsin! Bu düşünce aklıma gelir gelmez, güçlü bir zehir etkisi yaptı; bir anda kulaklarım uğuldamaya ve kalbim küt küt atmaya başladı, ellerim buz kesti, titremelerini engelle yemiyordum. Ama ilk sersemliği atlattıktan sonra, sessiz ve sinsice, gözlerimi gardiyandan ayırmadan daha da yaklaştım paltoya, arkama gizlediğim ellerimle kitabı ite ite cepten yukarı çıkarmaya başladım. Sonra elimi uzattım, hafifçe, dikkatle çektim ve küçük, pek de kalın olmayan kitap birden elimdeydi. Ancak o zaman korktum yaptığımdan. Ama artık geri dönemezdim. Peki nereye koyacaktım kitabı? Arkamdan kemerimin altına sokuşturdum, oradan da yavaş yavaş kalçamın üzerine ittim, böylece yürürken elimi asker gibi yanıma yapıştırıp pantolon dikişinin üstünden tutabilecektim onu. İlk deneme başarılı oldu. Giysi dolabından uzaklaştım, bir adım, iki adım, üç adım. İşe yaradı. Kolumu sıkıca kemerime bastırırsam, kitabı yürürken tutabiliyordum.
Derken sorgulama başladı. Beni her zamankinden fazla zorladı, çünkü sorulan yanıtlarken söylediklerime aklımı vermek yerine, her şeyden önce kitabı fark ettirmeden tutmaya çalışıyordum bütün gücümle. Neyse ki sorgulama bu kez kısa sürdü ve kitabı kazasız belasız odama götürdüm; bütün ayrıntılarla zamanınızı almak istemiyorum, ama yürürken kitap bir kere tehlikeli bir biçimde pantolondan kaydı ve eğilip onu tekrar kemerin altına itmek için, öksürük tutmuş gibi yapmam gerekti. Ama bu kitapla cehennemime geri dönmek ne olağanüstü bir andı, en sonunda yalnızdım, ama hiç de yalnız sayılmazdım!
Hemen kitabı kaptığımı, gözden geçirdiğimi, okuduğumu sanıyorsunuz herhalde. Kesinlikle hayır! Bir kitabım olmasının sevincini doya doya yaşamak istiyordum önce; bu çaldığım kitabın ne çeşit bir kitap olduğunu düşlemenin sevinci, ağırdan almama yol açıyor ve beni olağanüstü heyecanlandırıyordu. Her şeyden önce harfler çok küçüktü, çok çok fazlaydı, bir sürü ince yaprak vardı, böylece uzun uzun okuyabilecektim. Ve sonra beynimi zorlayacak, düz olmayan, basit olmayan, tersine insanın öğrenebileceği, ezberleyebileceği bir yanıt olmasını diledim, örneğin bir şiir kitabı, en iyisi –ne cüretkâr bir düş!– Goethe ya da Homeros. Ama en sonunda hırsıma, merakıma daha fazla engel olamadım. Gardiyan kapıyı aniden açacak olursa beni enselemesin diye yatağa uzandım, titreyerek kemerimin altından kitabı çıkardım.
Bakar bakmaz düş kırıklığına uğradım, hatta yoğun bir öfkeye kapıldım: Bu kadar büyük bir tehlikeyi göze alarak ele geçirdiğim, bu kadar büyük bir beklentiyle sakladığım kitap bir satranç albümüydü, yüz elli ustanın oyunundan oluşan bir toplamaydı. Kilit altında olmasaydım, o ilk öfkeyle kitabı açık bir pencereden fırlatırdım, çünkü bu saçma sapan şeyle ne yapabilirdim ki? Delikanlıyken lisede ötekilerin çoğu gibi benim de sıkıntıdan zaman zaman bir satranç tahtasının yanına uğradığım olmuştu. Ama bu kuramsal şey benim ne işime yarardı ki? İnsan bir rakip olmadan satranç oynayamaz ki, hele taşlar ve tahta olmadan hiç oynayamaz. Yine de belki okunacak bir şey, bir giriş, bir yönlendirme yazısı keşfederim diye sayfaları isteksizce karıştırdım; ama her bir usta oyununun çıplak, kare diyagramları ve altlarında ilk önce anlayamadığım a2a3, Aflg3 gibi işaretlerden başka hiçbir şey bulamadım. Bunların hepsi anahtarını bulamadığım bir çeşit cebir gibi geldi bana. A, b, c harflerinin uzunlamasına sıralar, l'den 8'e kadar sayıların da çapraz sıralar için olduğunu ve her bir taşın o anki konumunu belirttiğini yavaş yavaş çözdüm; böylece salt grafik diyagramlar bir dile dönüştü. Belki de hücremde bir çeşit satranç tahtası kurabilir ve sonra bu oyunların aynısını oynamaya çalışabilirim, diye düşündüm; tıpkı gökten inmiş bir mucize gibi, yatak çarşafımın tesadüfen iri kareli olduğunu fark ettim. Doğru katlayınca, altmış dört kareyi oluşturmayı başardım. Önce ilk sayfasını koparıp kitabı somyanın altına sakladım. Sonra ekmeğimden kopardığım küçük parçaları birleştirip gülünç ve yamuk yumuk satranç taşlan yapmaya başladım, şah, vezir falan; bitmek bilmeyen bir uğraştan sonra, en sonunda satranç kitabında gösterilen konumların aynısını kareli yatak örtüsünün üzerinde oluşturabilmeyi başardım. Ama bütün oyunu yeniden oynamaya çalışınca, ötekilerden ayırmak için yarısının rengini tozla koyulaştırdığım gülünç ekmektaşlarımla hiçbir şey beceremedim önce. İlk günlerde sürekli şaşırdım; bu bir tek oyuna beş kere, on kere, yirmi kere tekrar baştan başlamam gerekti. Ama yeryüzünde kimin, hiçliğin kölesi olan benim kadar yararsız ve kullanılmayan zamanı vardı ki, kim bu kadar hırs ve sabırla doluydu? Altı gün sonra oyunu hiç şaşırmadan sonuna kadar oynadım, ondan sekiz gün sonra satranç kitabındaki konumları gözümün önüne getirmek için yatak çarşafındaki ekmek parçalarına bile gerek duymadım ve bir sekiz gün daha sonra kareli yatak çarşafı da gereksiz oldu; başlangıçta soyut gelen al, a2, c7, c8 gibi işaretler, beynimin içinde görsel, plastik konumlara dönüştü kendiliğinden. Değişiklik başarıyla uygulanmıştı: Satranç tahtasını taşlarıyla birlikte beynimin içine yansıtmıştım ve yalnızca formülleri kullanarak o anki konumu bir bakışta anlıyordum, tıpkı bütün sesleri ve uyumlarım duymak için notalara şöyle bir bakmanın deneyimli bir müzisyene yetmesi gibi. Bunu izleyen on dört günün sonunda, kitaptaki her oyunu kolayca ezbere –ya da profesyonellerin dediği gibi gözü kapalı– oynayabiliyordum; küstah hırsızlığımın bana ne kadar büyük bir iyilik yaptığını ancak anlamaya başlıyordum. Çünkü birdenbire bir uğraşım olmuştu; isterseniz mantıksız, amaçsız olduğunu söyleyin, ama çevremdeki hiçliği yok eden bir uğraştı bu, yüz elli turnuva oyunuyla odanın ve zamanın boğucu tekdüzeliğine karşı kusursuz bir silah geçmişti elime. Yeni uğraşımın çekiciliğini koruması için, o andan başlayarak her günü bir güzel böldüm: Sabahları iki oyun, öğleden sonraları iki oyun, akşamları da hızlı bir tekrar. Daha önce jelatin gibi biçimsizce uzayan günlerim böylece doldu, kendimi yormadan bir şeyle uğraşmış oluyordum, çünkü satrancın eşsiz bir yararı vardı, tinsel enerjinin daracık bir alana yönlendirilmesiyle en ağır düşünce eyleminde bile beyni gevşetmiyor, tersine kıvraklığını ve esnekliğini artırıyordu. Önceleri usta oyunlarını makine gibi oynarken, zamanla içimde sanatsal, heves dolu bir anlayış uyanmaya başladı. Saldın ve savunmanın inceliklerini, hilelerini ve güçlüklerini öğrendim; ileriyi görme, bileşimler yapma, çabuk karşılık verme yöntemlerini kavradım ve insanın bir şairin dizelerini bir-iki satırdan anlaması gibi, her bir satranç ustasının kişisel tarzını bir bakışta tanır oldum; yalnızca zamanı doldurmak için başlayan bu uğraş zevke dönüştü ve Aljechin, Lasker, Bogoljubow, Tartakower gibi büyük satranç otoriteleri yalnızlığımda bana candan dost oldular. Taşların sonsuz yer değiştirmesi sessiz hücreyi her gün canlandırıyordu ve düzenli alıştırma yapmam sayesinde düşünme yeteneğim sarsılmış kesinliğini yeniden kazandı; beynimin tazelendiğini ve hatta sürekli düşünmeye zorlandığı için sanki bilendiğini hissediyordum. Daha kesin ve dikkatli düşünüyor olmam her şeyden önce sorgulamalarda ortaya çıkıyordu; satrançta savunma yaparken blöflere ve gizli hilelere karşı bilmeden ustalaşmıştım; o andan başlayarak sorgulamalarda bir daha açık vermedim, hatta Gestapo'nun bana yavaş yavaş belirgin bir saygıyla bakmaya başladığını düşünüyordum. Ötekilerin hepsinin pes ettiklerini görünce, böyle sarsılmaz bir direnme gücünü hangi gizli kaynaklardan aldığımı soruyorlardı birbirlerine belki de.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top