Beşinci Bölüm
O kitaptaki yüz elli oyunu her gün düzenli olarak yeniden oynadığım bu mutlu dönemim aşağı yukarı iki buçuk ay sürdü. Sonra beklenmedik bir biçimde ölü bir noktaya geldim. Ansızın yeniden hiçlikle karşı karşıya buldum kendimi. Çünkü her bir oyunu yirmi ya da otuz kez oynadıktan sonra, yeni olmanın, şaşırtıcı olmanın getirdiği çekiciliği yitirdiler; önceleri beni heyecanlandıran, kanımı kaynatan güçleri zayıfladı. Her hamlesini çoktan ezberlediğim oyunları tekrar tekrar oynamanın ne anlamı vardı ki? İlk açılışı yapar yapmaz, gerisi kendiliğinden aklımda beliriyordu, artık sürpriz, gerilim, sorun kalmamıştı. Kendimi oyalamak için, artık onsuz olamadığım düşünsel zorlanmayı yaratmak için, başka oyunlar içeren başka bir kitap gerekliydi bana aslında. Ama bu kesinlikle olanaksız olduğundan, bu tuhaf çılgınlıktan kurtulmanın tek bir yolu kalıyordu: Eski oyunların yerine yenilerini bulmalıydım. Kendimle, daha doğrusu kendime karşı oynamaya çalışmalıydım.
Bu oyunlar oyununun yarattığı tinsel durum üzerine ne dereceye kadar kafa yorduğunuzu bilmiyorum. Ama rastlantıdan tümüyle kopmuş bir düşünce oyunu olan satrançta, kendine karşı oynamak istemenin mantıksal açıdan bir saçmalık olduğunu anlamak için fazla düşünmeye gerek yok sanırım. Satrancın çekiciliği temelde bir tek şeyden kaynaklanır: Stratejisinin farklı beyinlerde farklı biçimlerde gelişmesinden. Bu tinsel savaşta siyah, beyazın o an hangi manevrayı yapacağını bilemez ve sürekli tahminler yürütmeye ve çıkış yolları bulmaya çalışır, öte yandan beyaz da siyahın hain amaçlarını anlamaya ve baltalamaya uğraşır. Siyah ve beyazı aynı kişi oynarsa, tutarsız bir durum ortaya çıkar, aynı beyin bir yandan bir şeyi bilmek, öte yandan bilmemek durumundadır, beyaz olarak oynarken bir dakika önce siyah olarak istediği ve amaçladığı şeyleri kafasından silip atabilmelidir. Böyle bir ikili düşünme, bilincin tümüyle bölünmesini gerektirir aslında, beyin işlevinin mekanik bir alette olduğu gibi istendiği an açılıp kapanmasını ister; yani satrançta kendine karşı oynamak, kendi gölgenin üstünden atlamak gibi bir çelişkidir.
Sözü uzatmayayım, aylarca çaresizlik içinde bu olanaksız, bu saçma şey üzerinde çalıştım. Ama keçileri kaçırmamak ya da bir akıl hastalığına yakalanmamak için, bu saçmalıkla uğraşmaktan başka seçim şansım yoktu. Çevremdeki korkunç hiçliğin beni boğmaması için, kendimi siyah ve beyaza bölmeyi en azından denemek durumunda kaldım."
Dr. B. şezlongda arkasına yaslandı ve bir dakikalığına gözlerini kapadı. Rahatsız edici bir anıyı zorla bastırmak istiyordu sanki. Denetleyemediği o tuhaf seğirme, ağzının sol köşesinde yeniden belirdi. Sonra şezlongunda biraz doğruldu.
"İşte böyle, bu noktaya kadar size her şeyi oldukça anlaşılır bir dille açıkladığımı umuyorum. Ama gerisini de bu kadar açık anlatabileceğimden pek emin değilim ne yazık ki. Çünkü bu yeni uğraş beyni öyle çok zorluyordu ki, her türlü özdenetimi olanaksız kılıyordu. Satrancı kendine karşı oynamak istemenin bence saçmalık olduğunu size daha önce söyledim; ama gerçek bir satranç tahtasıyla bu saçmalığın bile ufak da olsa bir şansı olurdu, çünkü satranç tahtasının gerçekliği yine de belirli bir uzaklık, somut bir dışsallık yaratır. Gerçek taşları olan gerçek bir satranç tahtasının başında insan düşünmek için ara verebilir, masanın bir o yanında, bir bu yanında durabilir ve böylece durumu bir siyah açısından, bir beyaz açısından ölçüp tartabilir. Ama bu kavgaları düşsel bir alanda kendime karşı ya da diyelim ki, kendimle yapmak durumunda kaldığım için, altmış dört kare üzerindeki o anki konumu aklımda çok iyi tutmam gerekiyordu, üstelik yalnız anlık konumu değil, her iki rakibin ileriki olası hamlelerini de hesaplamalıydım, hem de bütün bunların kulağa ne kadar saçma geldiğini biliyorum iki ve üç katını canlandırmalıydım gözümde, hayır altı katını, sekiz katını, on iki katını; hem siyah hem de beyaz için hep dört, beş hamle ilerisini görmeliydim. Bu çılgınlığın ayrıntılarına indiğim için beni bağışlayın, imgelemin soyut alanındaki bu oyunda hem beyaz hem de siyah olarak dört-beş hamleyi önceden hesaplamam gerekiyordu, yani oyunun gelişimi içinde ortaya çıkan sonuçları adeta iki beyinle önceden belirlemeliydim, beyazın beyni ve siyahın beyniyle. Ama yaptığım çılgın deneyin en tehlikeli yanı böyle ikiye bölünmem değil, oyunları tek tek düşünüp bulurken bir anda yerin ayaklarımın altından kayması ve boşluğa yuvarlanmamdı. Geçen haftalarda yaptığım gibi usta oyunlarını yeniden oynamam, sonuçta tekrarlanan bir iş olmuştu, varolan bir maddenin yeniden üretilmesiydi ve şiir ezberlemekten ya da yasaları aklımda tutmaktan daha güç değildi; sınırlı, disiplinli bir eylemdi, bu nedenle de kusursuz bir tinsel alıştırmaydı. Sabah ve öğleden sonraları çalıştığım ikişer oyunum, heyecan duymadan yerine getirdiğim belli bir ödevdi; benim için normal bir uğraşın yerini tutuyordu, üstelik bir oyun sırasında yanılırsam ya da nasıl devam edeceğimi bilemezsem, her zaman kitaba başvurabilirdim. Bu eylemin bozuk sinirlerime iyi gelmesinin ve beni yatıştırmasının nedeni, yabancı oyunları yeniden oynamanın beni oyunun içine sokmamasıydı; siyah ya da beyazın yenmesi benim için fark etmiyordu, şampiyonluk kupası için kapışanlar Aljechin ya da Bogoljubow'du ve benim kendi benliğim, aklım, ruhum izleyici, uzman olarak her oyunun özellikleri ve güzelliklerinin keyfini çıkarıyordu. Ama kendime karşı oynamaya kalkıştığım andan itibaren, bilinçsizce meydan okumaya başlıyordum. Siyah ve beyazdan oluşan her iki ben de yarışa girişmeden edemiyordu ve her ikisi de yenmek, kazanmak için kendine göre bir hırsa, bir sabırsızlığa kapılıyordu; siyah olan ben, beyaz olan ben'in yapacağı her hamleyi heyecanla bekliyordu. Bir tanesi bir yanlış yapınca, öteki ben sevinçten havalara uçuyor ve aynı anda da kendi beceriksizliğine kızıyordu.
Bütün bunlar mantıksız görünüyor ve gerçekte normal bir insanda normal koşullar altında böyle yapay bir şizofreni, tehlikeli boyutta bir uyarılmadan kaynaklanan böyle bir bilinç bölünmesi olması düşünülemez. Ama her türlü normallikten zorla kopartılmış olduğumu unutmayın; suçsuz olmasına karşın hapsedilmiş, aylardır tek başına bırakılarak kurnazca işkence yapılmış bir tutukluydum ben, birikmiş öfkesini uzun zamandan beri herhangi bir şeye boşaltmak isteyen bir insandım. Ve kendime karşı oynadığım bu mantıksız oyundan başka bir şeyim olmadığı için, öfkem, intikam hevesim fanatik bir biçimde bu oyuna yöneldi, içimdeki bir şey haklı çıkmak istiyordu ve savaşabildiğim tek şey içimdeki bu öteki ben'di; böylece oyun sırasında neredeyse delice bir heyecana kapılmaya başladım. Başlangıçta sakin ve düşünüp taşınarak oynamıştım, kendimi fazla zorlamamak için bir oyundan ötekine geçerken ara vermiştim; ama gerilmiş sinirlerim yüzünden yavaş yavaş sabrım tükendi. Beyaz ben bir hamle yapar yapmaz, siyah ben hırsla saldırıyordu; bir oyun biter bitmez, hemen ötekine koyuluyordum, çünkü her seferinde iki ben'den biri ötekine yeniliyor ve rövanş istiyordu. O aylar boyunca hücremde bu çılgınca enerjiyle kendime karşı kaç tane oyun oynadığımı yaklaşık olarak bile söyleyemem; belki bin tane, belki de daha fazla.
Kendimi kurtaramadığım bir düşkünlüktü bu; gece gündüz fil, piyade, kale ve şahtan, a, b ve c'den, mat ve çifte hamleden başka bir şey düşünmüyordum, bütün benliğim ve duygularımla o kareli alana çakılıp kaldım. Oyun sevinci oyun hevesine dönüşmüştü, oyun hevesi oyun dürtüsüne, çılgınlığa, yalnızca uyanık olduğum saatleri ele geçirmekle kalmayıp yavaş yavaş uykuma da sızan tutkulu bir öfkeye. Tek düşünebildiğim satrançtı, satranç hareketleri, satranç problemleriydi; bazen alnımda ter damlacıklarıyla uyanıp uykuda bile bilinçsizce oynamayı sürdürdüğümü ayrımsıyordum ve düşümde insanlar görürsem, yalnızca filin, kalenin hareketlerini, atın ileri geri atlamasını gerçekleştirirken görüyordum onları. Sorgulamaya çağrıldığımda bile, ifadem üzerinde kafamı toplayamıyordum; son sorgulamalarda kendimi oldukça karmaşık dile getirdim sanırım, çünkü sorgulayıcılar bazen anlamsız gözlerle baktılar bana. Ama onlar soru sorarken ve aralarında konuşurken, ben gerçekte uğursuz bir açgözlülükle hücreme geri götürülmeyi, böylece oyunumu, delice oyunumu sürdürmeyi bekliyordum yalnızca; yeni bir oyun ve bir tane daha, sonra bir tane daha. Oyunumu yarıda kesen her şey bana batıyordu; gardiyanın hapishane hücresini temizlediği on beş dakika, bana yemek getirdiği iki dakika ateşli sabırsızlığımı körüklüyordu; bazen akşamlan kâseye elimi bile sürmüyordum, oyun oynarken yemek yemeyi unutuyordum. Bedensel olarak duyumsadığım tek şey, korkunç bir susuzluktu; sürekli düşünmenin ve oynamanın yol açtığı ateş olsa gerekti bunun nedeni; şişeyi tepeme iki dikişte bitiriyor ve biraz daha su getirmesi için gardiyana yalvarıyordum, bununla birlikte bir an sonra dilim damağım yine kurumuş oluyordu. En sonunda oyun oynarken –zaten sabahtan akşama kadar başka bir şey yapmıyordum artık– duyduğum heyecan o kadar arttı ki, bir an bile yerimde oturamaz oldum; oyunlar üzerinde kafa yorarken durmaksızın bir aşağı bir yukarı gidip geliyordum, oyunun sonu yaklaştıkça hep daha hızlı, daha hızlı, hep daha ateşli gidip geliyordum; kazanma, yenme, kendi kendimi yenme hırsı yavaş yavaş bir çeşit öfkeye dönüştü, sabırsızlıktan titriyordum, çünkü her zaman içimdeki satranç oyuncularından biri ötekine göre yavaş oynuyordu. Biri ötekini harekete geçiriyordu; size çok gülünç gelebilir, ama içimdeki ben'lerden biri ötekine yeterince hızlı karşılık vermezse, kendi kendimi azarlamaya başlıyordum; 'daha hızlı, daha hızlı!' ya da 'ileri, ileri!' İçinde bulunduğum bu durumun, tinsel açıdan aşırı uyarılmanın bütünüyle patolojik bir biçimi olduğunu bugün çok iyi biliyorum elbette ve bunu tanımlamak için tıbbın bilmediği bir addan başkası gelmiyor aklıma: Satranç zehirlenmesi. En sonunda bu tek yönlü düşkünlük yalnızca beynimi değil, bedenimi de sarmaya başladı. Zayıfladım, rahat uyuyamıyordum, uyanırken kurşun gibi göz kapaklarımı açmak için her seferinde özel bir çaba göstermem gerekiyordu; bazen kendimi o kadar güçsüz hissediyordum ki, elime aldığım su bardağını zar zor dudaklarıma götürüyordum, ellerim öylesine titriyordu; ama oyun başlar başlamaz, delice bir güç sarıyordu beni: Ellerimi yumruk yapıp bir aşağı bir yukarı koşturuyordum, boğuk ve kötü bir sesle kendi kendime 'Şah!' ya da 'Mat!' diye bağırışımı sanki bir sis perdesinin arkasından duyuyordum bazen.
Bu korkunç, anlatılmaz durumun nasıl patlak verdiğini ben bile bilmiyorum. Tek bildiğim, bir sabah uyandım ve bu, öncekilerden farklı bir uyanmaydı. Bedenim sanki benden ayrılmıştı, gevşek ve rahat yatıyordum. Aylardır tatmadığım yoğun, tatlı bir yorgunluk çökmüştü göz kapaklanma; öyle sıcak ve hoş bir duyguydu ki bu, gözlerimi açıp açmamaya ilk başta karar veremedim. Dakikalarca uyanık yattım ve üzerimdeki bu ağırlığın, zevkten uyuşmuş duyularla tembel tembel yatmanın tadını çıkardım. Bir an arkamda sesler duydum sandım, bir şeyler söyleyen insan sesleri, ne kadar sevindiğimi bilemezsiniz, çünkü aylardır, yaklaşık bir yıldır sorgu hâkimlerinin sert, keskin ve kötü sözlerinden başka bir şey duymamıştım. 'Düş görüyorsun,' dedim kendi kendime. 'Düş görüyorsun! Sakın gözlerini açma! Bırak bu düş devam etsin, yoksa çevrende yine o lanet hücreyi, sandalyeyi, leğeni, masayı ve o hep aynı desenli duvar kâğıdını görürsün. Düş görüyorsun, görmeye devam et!'
Ama merak ağır bastı. Yavaşça ve dikkatle gözlerimi açtım. Ve mucize: Başka bir odadaydım, otel hücremden daha geniş, daha ferah bir odada. Parmaklığı olmayan bir pencereden içeriye özgürce ışık giriyordu ve donuk yüzlü yangın duvarımın yerine ağaçlar, rüzgârda salınan yeşil ağaçlar görünüyordu; beyaz ve pürüzsüz duvarlar parlıyordu, üstümde beyaz ve yüksek bir tavan vardı; gerçekti bunlar, yeni, yabancı bir yatakta yatıyordum, düş değildi bu, arkamda insanlar alçak sesle fısıldıyordu. Şaşkınlıkla elimde olmadan ani bir devinim yapmış olmalıyım, çünkü arkamdan yaklaşan adım sesleri duydum. Bir kadın usulca yanıma sokuldu, başında beyaz başlık olan bir kadın, bir hemşire. Çok heyecanlandım: Bir yıldan beri kadın yüzü görmemiştim. Bu hoş görüntüye baktım; yabanıl, kendinden geçmiş bir bakış olsa gerekti bu, çünkü kadın 'Sakin olun! Sakın olun!' diye yatıştırmaya çalıştı beni. Ama ben yalnızca sesine kulak kabarttım; bu konuşan, bir insan değil miydi? Yeryüzünde beni sorgulamayan, bana işkence yapmayan bir insan var mıydı gerçekten? Üstelik –akıl almaz bir mucize– yumuşak, sıcak, neredeyse sevecen bir kadın sesi. Aç gözlerle ağzına bakıyordum, çünkü sanki cehennemde geçen bu bir yıl içinde, bir insanın başka biriyle iyilikle konuşabileceğine inanmaz olmuştum. Bana gülümsedi –evet, gülümsedi, demek iyilikle gülümseyebilen insanlar vardı hâlâ–, sonra uyarır gibi parmağını dudaklarına götürdü ve usulca uzaklaştı. Ama buyruğuna uymadım. Bu mucizeye daha doymamıştım. Onun arkasından bakmak, iyilikçi olan bu mucizevi insanın arkasından bakmak için, yatakta zorla doğrulmaya çalıştım. Ama yatağın kenarına dayanmayı başaramadım. Normalde sağ elimin, parmaklarımın ve bileğimin olduğu yerde yabancı bir şey hissettim, kalın, büyük, beyaz bir kabartı, belli ki geniş bir sargı. Elimdeki bu beyaz, kalın, yabancı şeyin ne olduğunu anlamayarak şaşırdım önce, sonra nerede olduğumu yavaş yavaş kavramaya ve başıma ne gelmiş olabileceğini düşünmeye başladım. Birisi beni yaralamış olmalıydı ya da kendi kendime elimi yaralamıştım. Bir hastanedeydim.
Öğlen doktor geldi, sevimli, yaşlıca bir beydi. Ailemin adını biliyordu ve imparatorun özel doktoru olan amcamı öyle saygıyla andı ki, hakkımda iyi şeyler düşündüğü duygusuna kapıldım hemen. Arkasından bana akla gelebilecek her türlü soruyu sordu, özellikle bir tanesi beni çok şaşırttı: Matematikçi mi, yoksa kimyaci mıymışım. Her ikisi de olmadığımı söyledim.
'Tuhaf,' diye mırıldandı. 'Ateşiniz varken hep c3, c4 gibi tuhaf formüller sayıkladınız. Hiçbirimiz ne olduklarım anlayamadık.'
Bana ne olduğunu sordum. Tuhaf bir gülümseme yayıldı yüzüne.
'Ciddi bir şey değil. Bir sinir krizi,' dedi ve dikkatle çevresine bakındıktan sonra, alçak sesle ekledi: 'Haksız sayılmazsınız. 13 Marttan beri, değil mi?'
Başımı salladım.
'Bu yöntemde şaşılacak bir şey değil,' diye mırıldandı. 'Siz ilk değilsiniz. Ama kaygılanmayın.'
Yatıştırıcı bir sesle bana bunu fısıldamasından ve yumuşak bakışlarından, onun yanında güvende olduğumu anladım.
İki gün sonra iyi yürekli doktor oldukça içten bir tavırla olanları anlattı bana. Gardiyan hücremde avaz avaz bağırdığımı duymuş ve birinin içeri girdiğini, benim de onunla kavga ettiğimi sanmış önce. Ama kapıya geldiği anda üzerine saldırmışım ve 'Oyna artık alçak, korkak!' gibisinden sözler haykırmışım ona, gırtlağına sarılmışım ve öyle çılgınca sıkmışım ki, yardım çağırmak zorunda kalmış. Böyle kudurmuş gibiyken beni sürükleyerek doktora götürdükleri sırada, birden ellerinden kurtulmuşum, koridordaki pencereye saldırıp camı kırmışım ve elimi kesmişim, şuradaki derin yara izini görüyorsunuz. Hastanedeki ilk gecelerimi bir çeşit beyin ateşinin etkisi altında geçirmişim, ama şimdi bilincimin tamamen açıldığını düşünüyormuş. 'Elbette,' diye alçak sesle ekledi, 'bunu efendilere bildirmeyeceğim, yoksa sizi eninde sonunda yine oraya götürürler. Bana güvenin, elimden geleni yapacağım.'
Bu yardımsever doktorun bana işkence yapanlara benimle ilgili ne anlattığını bilmiyorum. Her ne olursa olsun, ulaşmak istediği şeye ulaştı: Serbest bırakıldım. Kafamın iyi çalışmadığını söylemiş olabilirdi ya da belki de bu arada Gestapo için önemsiz olmuştum, çünkü Hitler o süre içinde Böhmen'i ele geçirmişti ve böylece Avusturya'nın işgali tamamlanmıştı. Yurdumuzu on dört gün içinde terk edeceğime ilişkin belgeyi imzalamam gerekiyordu yalnızca ve bu on dört gün binlerce formaliteyle dolu geçti, günümüzde eski bir dünya yurttaşının yurtdışına çıkarken uğraşması gereken formaliteler gibi –askerlik belgeleri, polis, vergi, pasaport, vize, sağlık karnesi–, geçmiş hakkında fazla kafa yoracak zamanım olmadı. Besbelli ruhumuz için yorucu ve tehlikeli olabilecek şeyleri kendiliğinden yok eden gizemli güçler var beynimizde, çünkü ne zaman geriye dönüp hücre günlerimi düşünmek istesem, sanki beynimde ışık sönüyordu; bana neler olduğunu düşünme yürekliliğini ancak haftalar sonra, işte tam burada, gemide buldum.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top