Altıncı Bölüm


Dostlarınıza neden öyle yakışıksız ve büyük olasılıkla anlaşılmaz davrandığımı şimdi anlayacaksınız. Dostlarınızı satranç tahtasının başında otururken gördüğümde, sigara salonunda tümüyle tesadüfen geziniyordum; elimde olmadan şaşkınlıktan ve korkudan çakıldım kaldım. Çünkü insanın gerçek bir satranç tahtasında, gerçek taşlarla satranç oynayabileceğini tümüyle unutmuştum, bu oyunda iki tane tümüyle farklı insanın capcanlı birbirlerinin karşısında oturduğunu unutmuştum. Bu oyuncuların orada oynadıkları şeyin, çaresizlik içinde aylarca kendime karşı oynamaya çalıştığım oyunun aynısı olduğunu anlamam için gerçekten de birkaç dakika geçmesi gerekti. O korkunç alıştırmalar sırasında başvurduğum şifreler, bu kemikten yapılmış taşların yerini tutan simgelerdi yalnızca; taşları tahtanın üzerinde oynatmanın imgelemimde yaptığım şeyin aynısı olduğunu anladığımda yaşadığım şaşkınlık, karmaşık yöntemlerle kâğıt üzerinde yeni bir gezegenin yerini hesaplayan ve sonra onu gerçekten gökyüzünde beyaz, parlak, maddesel bir yıldız olarak gören bir gökbilimcinin yaşadığı şaşkınlığa benziyordu belki de. Mıknatısa kapılmış gibi tahtaya bakıyor ve orada diyagramlarımı görüyordum, at, kale, şah, vezir ve piyadeler tahtadan yontulmuş, gerçek taşlardı; oyunun konumunu anlamak için, onları elimde olmadan soyut şifreler dünyamdan hareketli taşlar dünyasına uyarlamam gerekti önce. İki rakip arasındaki böyle gerçek bir oyunu izleme isteği sardı içimi yavaş yavaş. Ve o utanç verici şey oldu, bütün kibarlığımı bir yana bırakarak, oyununuza karıştım. Ama dostunuzun o yanlış hamlesi yüreğime bir ok gibi saplandı. Onu engellemem içgüdüsel bir davranıştı, insanın parmaklıktan sarkan bir çocuğu hiç düşünmeden tutması gibi. İşinize burnumu sokarak ne kadar yakışıksız davrandığımın ancak sonradan farkına vardım."

Bu rastlantıyla tanışmış olmamıza ne kadar sevindiğimize onu inandırmaya çalıştım ve bana güvenip de anlattığı bunca şeyden sonra, yarın hazırlıksız yapılacak turnuvada onu izlemenin benim için iki kat ilginç olacağını söyledim. Dr. B. huzursuzca kıpırdandı.

"Hayır, gerçekten fazla bir şey beklemeyin. Benim için yalnızca bir deneme olmalı bu... Normal bir satranç oyunu; gerçek bir satranç tahtası üzerinde, elle tutulur taşlar ve canlı bir rakiple bir satranç oyunu oynamayı becerip beceremeyeceğimi deneyeceğim, çünkü oynadığım o yüzlerce, belki de binlerce oyun gerçekten satranç oyunları mıydı, yoksa yalnızca bir çeşit düş satrancı mı, bir türlü emin olamıyorum. Bir satranç ustasına, hem de dünyanın bir numarası olan bir ustaya kafa tutabileceğimi iddia etmemi ciddi ciddi beklemiyorsunuz umarım. Beni ilgilendiren ve kafamı kurcalayan tek şey, o zaman hücrede yaşadığım satranç oyunu muydu yoksa delilik mi, o tehlikeli kayalığın hemen önünde miydim yoksa çoktan ötesine geçmiş miydim, bunları açığa çıkarmak için duyduğum gecikmiş merak, yalnızca bu, yalnızca bu."

O anda geminin kıç tarafından, akşam yemeğini haber veren gong duyuldu. Neredeyse iki saat laflamış olmalıydık; Dr. B. her şeyi burada özetlediğimden çok daha ayrıntılı anlatmıştı bana. Ona candan teşekkür ettim ve yanından ayrıldım. Ama daha güvertenin öbür ucuna varmamıştım ki, arkamdan geldi ve gözle görülür bir sinirle, hatta biraz da kekeleyerek ekledi:

"Bir şey daha! Beylere önceden bildirin ki, sonra terbiyesizlik ediyor gibi görünmeyeyim; yalnızca tek bir oyun oynarım... eski bir hesabın altına konan bitiş çizgisinden başka bir şey olmayacak bu, kesin bir bitiriş; yeni bir başlangıç değil... Geriye dönüp baktığımda yalnızca dehşetle anımsadığım bu tutkulu, ateşli oyuna ikinci kez kapılmak istemiyorum... üstelik... üstelik o zaman doktor da uyardı beni... kesin bir dille uyardı. Ruhsal bir hastalık geçiren herkes hep tehlike altındadır, hele satranç zehirlenmesi geçirdiyse –tümüyle iyileşmiş de olsa– satranç tahtasına yaklaşmaması iyi olur... Anlayacağınız, yalnızca kendim için bir deneme oyunu oynayacağım, o kadar."

Ertesi sabah tam kararlaştırılan saatte, üçte sigara salonunda toplanmıştık. Saray oyununun iki seveni daha katılmıştı aramıza, turnuvayı izleyebilmek için güvertedeki görevlerinden izin alan iki gemi subayı. Czentovic de önceki günkü gibi bekletmedi, zorunlu renk seçiminden sonra bu anlaşılması güç insanın ünlü dünya şampiyonu karşısındaki unutulmaz oyunu başladı. Yalnızca bizim gibi tümüyle yetersiz izleyicilerin karşısında oynandığına ve müzik dünyasının Beethoven'in piyano doğaçlamalarından yoksun kalması gibi, satranç yıllıklarının da bu oyundan yoksun kaldığına üzülüyorum. Gerçi bunu izleyen öğleden sonraları hep birlikte oyunu belleğimizden çıkarıp yeniden oluşturmaya çalıştık, ama boşuna; büyük olasılıkla hepimiz oyun sırasında oyunu izlemek yerine oyunculardan gözümüzü alamamıştık. Çünkü her iki rakibin yaratılışlarındaki tinsel karşıtlık, oyun ilerledikçe giderek daha somut olarak ortaya çıktı. İşin ustası Czentovic bütün oyun boyunca bir kaya gibi kıpırdamadan durdu, donuk gözlerini satranç tahtasından ayırmadı; onun için düşünmek, bütün organlarının en yüksek düzeyde çalışmasını gerektiren fiziksel bir zorlanmaydı sanki. Buna karşın Dr. B.'nin devinimleri son derece rahat ve kayıtsızdı. Sözcüğün tam anlamıyla bir amatör olarak yalnızca oyunun keyfini çıkarırken kendini hiç sıkmıyordu, ilk verilen aralarda bize açıklamalar yaptı; sakin sakin bir sigara yakıyor ve sıra ona geldiğinde, bir dakika dosdoğru tahtaya bakıyordu. Her seferinde rakibinin hamlesini önceden bekliyor gibiydi.

Zorunlu açılış hamleleri oldukça hızlı geçti. Ancak yedinci ya da sekizinci hamlede belirli bir plan gelişmeye başlar gibi oldu. Czentovic düşünme sürelerini uzattı; oyunu almak için asıl savaşın daha yeni başladığını hissettik bunu görünce. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, her gerçek turnuva oyununda olduğu gibi durumun yavaş yavaş gelişmesi biz acemileri epey düş kırıklığına uğrattı. Çünkü taşlar iç içe girip tuhaf bir desen oluşturdukça, oyunun durumu bizim için giderek içinden çıkılmaz oluyordu. Ne bir rakibin ne de ötekinin amaçladığı şeyi ve hangisinin avantajlı olduğunu anlayamıyorduk. Düşman saldırısını savuşturmak için taşların bir oraya bir buraya gidip geldiğini ayrımsıyorduk yalnızca, ama –bu üstün oyuncular her devinimi birkaç hamle ilerisini hesaplayarak yaptıkları için– bu gidiş gelişteki stratejik amacı kavrayamıyorduk. Temelde Czentovic'in sonu gelmeyen düşünme sürelerinin yol açtığı ağır bir yorgunluk da eklendi buna yavaş yavaş; dostumuzu da gözle görülür biçimde sinirlendirmeye başladı Czentovic'in böyle yapması. Oyun uzadıkça Dr. B.'nin giderek daha huzursuzca koltuğunda kıpırdanışını kaygıyla izledim, bazen sinirden art arda sigara yakıyordu, bazen de bazı notlar almak için kurşunkaleme uzanıyordu. Sonra yine bir soda ısmarladı ve bardakları birbiri ardına yuvarladı; değişik bileşimler düşünmede Czentovic'ten yüz kat daha hızlı olduğu belliydi. Her seferinde Czentovic sonu gelmez bir düşünmeden sonra karar verip ağır eliyle bir taşı ileri sürdüğünde, dostumuz uzun zamandır beklediği bir şeyin olduğunu gören biri gibi gülümseyip hemen karşılık veriyordu. Hızlı çalışan zekâsıyla rakibinin bütün olasılıklarını kafasında önceden hesaplamış olsa gerekti; bu nedenle Czentovic'in karar vermesi uzadıkça, Dr. B.'nin sabırsızlığı artıyordu ve beklerken dudaklarının çevresinde sinirli ve neredeyse düşmanca bir çizgi beliriyordu. Ama Czentovic kesinlikle elini çabuk tutmuyordu. İnatla ve sessizce düşünüyor ve tahta taşlardan temizlendikçe daha uzun düşünme arası veriyordu. Kırk ikinci hamlede, tam bir buçuk saat sonra, hepimiz turnuva masasının çevresinde bezgin ve neredeyse ilgisiz oturuyorduk. Gemi subaylarından biri çoktan gitmişti, başka birisi eline bir kitap almış, yalnızca bir taş yer değiştirirken bir an için başını kaldırıp bakıyordu. Derken Czentovic'in bir hamlesi sırasında beklenmedik bir şey oldu. Dr. B., Czentovic'in ata uzandığını görünce, sıçramak üzere olan bir kedi gibi büzüldü. Bütün bedeni titremeye başladı ve Czentovic atı oynar oynamaz, veziri sertçe ileri sürdü, zafer kazanmış gibi, "İşte! Tamamdır!" diye bağırdı, geriye yaslandı, kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu ve meydan okuyan bakışlarını Czentovic'e dikti. Ansızın göz bebeğinde bir ışık parladı.

Zafer kazanmış gibi bildirdiği bu hamleyi anlamak için, elimizde olmadan tahtanın üzeri ne eğildik. İlk bakışta doğrudan bir gözdağı görülmüyordu. Demek ki dostumuz bu hamlenin gelişiminden söz ediyordu, biz iyi düşünemeyen acemiler de bunun ne olduğunu kestiremedik. Aramızda o meydan okuma karşısında kılı bile kıpırdamamış tek kişi Czentovic'ti; o kadar kayıtsız oturuyordu ki, sanki o gücendirici 'Tamamdır' sözünü duymamıştı. Hiçbir şey olmadı. Hamle süresini tutmak için masaya bir saat konmuştu, elimizde olmadan soluğumuzu tuttuğumuz için, bir an saatin tik taklarını duyduk. Üç dakika oldu, yedi dakika, sekiz dakika; Czentovic kıpırdamıyordu, ama içsel bir zorlanma yüzünden kabarık burun delikleri daha da genişlemiş gibi geldi bana. Bu suskun bekleme bize olduğu kadar dostumuza da dayanılmaz gelmişti anlaşılan. Şöyle bir silkinip aniden ayağa kalktı ve sigara salonunda bir aşağı bir yukarı gidip gelmeye başladı, önce ağır ağır, sonra daha hızlı, giderek daha hızlı. Hepimiz onu şaşkın şaşkın izliyorduk, ama ben herkesten daha kaygılıydım, çünkü bu gidiş gelişin bütün şiddetine karşın adımlarının hep aynı düzlemi katettiğini ayrımsadım; sanki her seferinde odanın ortasındaki görünmez bir dolaba çarpıyordu, bu da dönmesini gerektiriyordu. Ve bu bilinçsizce gidiş gelişin bir zamanlar hücresinde yaptığı şey olduğunu anladım ürpererek: Tutuklu kaldığı aylar boyunca kafese kapatılmış bir hayvan gibi böyle bir aşağı bir yukarı gidip gelmiş olmalıydı, böyle elleri kenetlenmiş ve omuzları kısılmış; orada binlerce kez işte böyle bir aşağı bir yukarı gidip gelmiş olmalıydı, donuk ama ateşli bakışlarında çılgınlığın kızıl ışıkları yanarak. Ama düşünme yeteneğini daha yitirmemiş gibiydi, çünkü Czentovic'in bu arada karar verip vermediğine bakmak için zaman zaman sabırsızca masaya dönüyordu. Ama dokuz dakika, on dakika oldu. Derken en sonunda hiçbirimizin beklemediği bir şey oldu. Czentovic, o âna dek kıpırdamadan masada duran ağır elini yavaşça kaldırdı. Kararını görmek için hepimiz heyecanla baktık. Ama Czentovic hamle yapmadı, elinin tersiyle kararlı bir biçimde bütün taşları yavaşça tahtadan itti. Neden sonra anladık: Czentovic oyundan çekilmişti. Gözümüzün önünde mat olmamak için teslim olmuştu. Olanaksız olan gerçekleşmişti, dünya şampiyonu, sayısız turnuvanın birincisi, yirmi yirmi beş yıldır satranç tahtasına elini sürmemiş, tanınmamış bir adamın karşısında havlu atmıştı. Adı sanı duyulmamış, kim olduğu bilinmeyen dostumuz yeryüzünün en güçlü satranç oyuncusunu herkesin ortasında yenmişti!

O heyecanla farkında olmadan art arda ayağa kalkmışız. Sevincimizdeki ürkek havayı dağıtmak için bir şeyler söylememiz ya da yapmamız gerektiğini hissediyorduk hepimiz. Kıpırdamadan sakin sakin oturan tek kişi Czentovic'ti. Ancak uzunca bir suskunluktan sonra başını kaldırdı ve dostumuzu taş gibi sert bakışlarla süzdü.

"Bir oyun daha?" diye sordu.

"Elbette," diye yanıtladı Dr. B. hoşuma gitmeyen bir heyecanla ve bir oyunla yetinmesi konusunda onu uyarmama fırsat bırakmadan hemen yerine oturdu ve ateşli bir aceleyle taşları yeniden dizmeye başladı. Öyle heyecanla yerleştiriyordu ki onları, iki kez piyadelerden biri titreyen parmaklarının arasından kayıp yere düştü; doğal olmayan heyecanı karşısında duyduğum sıkıntı bir çeşit korkuya dönüştü. Çünkü önceleri o kadar sessiz ve sakin olan adamın üzerine gözle görülür biçimde aşırı bir heyecan gelmişti; ağzının kenarı giderek daha sık seğiriyordu ve bedeni nöbet geçiriyor gibi titriyordu.

"Sakın!" diye usulca fısıldadım ona. "Sakın ha! Bugünlük bu kadar yeter! Kendinizi fazla zorlamayın."

"Zorlamak mı! Ha!" diye kahkahalarla ve kötü kötü güldü. "Böyle tembellik yapacağıma, on yedi oyun oynayabilirdim bu arada! Bu tempoda ancak uyuyakalmamak için zorlanırım! Evet! Başlayın artık!"

Son sözleri kızgın, neredeyse kaba bir ses tonuyla söylemişti Czentovic'e. O ise Dr. B.'ye hiç istifini bozmadan baktı, ama taş gibi sert bakışları sıkılmış bir yumruk gibiydi. Bir anda iki oyuncu arasında yeni bir şey oluştu; tehlikeli bir gerilim, tutkulu bir nefret. Yeteneklerini oyunlarıyla birbirleri üzerinde denemek isteyen iki rakip değillerdi artık, birbirlerini yok etmeye yeminli iki düşmandılar. Czentovic ilk hamleyi yapmadan önce uzun süre duraksadı, ben de bilerek bu kadar uzun süre duraksadığı duygusuna kapıldım. Belli ki bu eğitimli taktık oyuncusu, yavaş oynayarak rakibini yoracağını ve sinirlendireceğini çoktan öğrenmişti. Böylece bütün açılışların en normalini, en basitini yapmadan önce en az dört dakika zaman geçirdi, yaptığı da piyadeyi alışıldığı gibi iki kare , öne sürmekti. Dostumuz hemen piyadesini onun karşısına dikti, ama Czentovic yine sonu gelmez, dayanması zor bir ara verdi; şiddetli bir şimşeğin çakması ve insanın yüreği küt küt atarak yıldırımı beklemesi gibiydi, ama yıldırım bir türlü düşmek bilmiyordu. Czentovic kıpırdamıyordu. Sessizce, ağır ağır düşünüyordu, bunu sinsice yaptığından giderek daha çok emin oluyordum; ama böyle yaparak Dr. B.'yi gözleyebilmem için bana bol bol zaman vermiş oluyordu. Dr. B. üçüncü bardak suyu mideye indirmişti bile; bana hücredeki ateşli susuzluğundan söz edişini anımsadım ister istemez. Normal olmayan bir heyecanın bütün belirtileri belirgin bir biçimde ortaya çıkıyordu; alnının terlediğini ve elindeki yara izinin kızarıp derinleştiğini gördüm. Ama hâlâ kendini kaybetmemişti. Ancak dördüncü hamlede Czentovic yine sonu gelmez bir düşünme arası verince, sabrı taştı ve birden ona çıkıştı:

"Eee, oynayın artık!"

Czentovic soğuk soğuk baktı. "Bildiğim kadarıyla hamle süresinin on dakika olmasını kararlaştırdık. İlke olarak daha kısa sürede oynamam."

Dr. B. dudağını ısırdı; masanın altında ayağının giderek daha sıkıntıyla yere vurduğunu ayrımsadım ve saçma bir şey yapacağı duygusuna kapılarak daha da kaygılandım. Gerçekten de sekizinci hamlede yeni bir olay oldu. Beklerken kendini yavaş yavaş kaybeden Dr. B., yaşadığı gerilimi daha fazla gizleyemedi; ileri geri sallanmaya ve parmaklarını bilinçsizce masaya vurmaya başladı.

Czentovic ağır, köylü kafasını bir daha kaldırdı.

"Masaya vurmamanızı rica edebilir miyim? Beni rahatsız ediyor. Böyle oynayamam."

"Ha!" diye kısaca güldü Dr. B. "Belli oluyor."

Czentovic'in alnı kızardı. "Ne demek istiyorsunuz?" diye sertçe sordu.

Dr. B.'den kısa ve sinsi bir gülüş daha geldi. "Hiçbir şey. Belli ki çok sinirlisiniz demek istiyorum."

Czentovic sustu ve başını yere eğdi.

Bir sonraki hamlesini ancak yedi dakika sonra yaptı ve oyun bu ölü gibi tempoda sürüp gitti. Czentovic sanki giderek daha da taşlaşıyordu; en sonunda bir hamleye karar vermeden önce, hep düşünme süresinin sonunu bekler oldu ve bir aradan ötekine geçtikçe dostumuzun davranışları daha da tuhaflaştı. Oyuna hiç katılmıyormuş da, bambaşka bir şeyle ilgileniyormuş gibi görünüyordu.

Heyecanla bir aşağı bir yukarı koşturmayı bıraktı ve kıpırdamadan yerinde oturmaya başladı. Sabit ve neredeyse delice bakışlarını önündeki boşluğa dikip kendi kendine durmaksızın anlaşılmaz sözcükler mırıldanıyordu; ya sonu gelmez bileşimler kurarken kendini kaybediyordu, ya da –en çok bundan kuşkulanıyordum– bambaşka oyunlar geçiriyordu kafasından, çünkü her seferinde, Czentovic en sonunda hamlesini yaptığında, aklı başka yerlerde olan Dr. B.'yi uyarmak gerekiyordu. O zaman da duruma uyum sağlamak için bir dakika yetiyordu ona; aslında deliliğin bu soğuk biçimine bürünmüşken Czentovic'i ve hepimizi unuttuğu kuşkusuna giderek daha çok kapılıyordum; ve bu çılgınlık aniden şiddetle boşalabilirdi. Gerçekten de on dokuzuncu hamlede kriz patlak verdi. Czentovic taşını oynatır oynatmaz, Dr. B. tahtaya doğru düzgün bakmadan, aniden filini üç kare öne sürdü ve öyle yüksek sesle bağırdı ki, hepimiz yerimizden sıçradık:

"Şah! Şah mat!"

Özel bir hamle beklentisiyle hemen tahtaya baktık. Ama bir dakika sonra, hiçbirimizin beklemediği bir şey oldu. Czentovic başını çok yavaşça kaldırdı ve bakışlarını üzerimizde gezdirdi, daha önce hiç yapmamıştı bunu. Bir şeyin doya doya tadını çıkarıyor gibiydi, çünkü dudaklarında yavaş yavaş hoşnut ve kibirli bir gülümseme belirdi. Bizim daha anlayamadığımız bu zaferinin tadını sonuna kadar çıkardıktan sonra, yapay bir kibarlıkla bize döndü.

"Üzgünüm, ama ben şah mat görmüyorum. Acaba beylerden biri şah mat görüyor mu?"

Tahtaya ve sonra sıkıntıyla Dr. B.'ye baktık. Gerçekten de Czentovic'in şahının önü –bir çocuk bile bunu görebilirdi– filin karşısındaki bir piyadeyle tümüyle tıkanmıştı, yani şah mat söz konusu olamazdı. Kaygılandık. Dostumuz o heyecan içinde bir taşı bir kare fazla ileri ya da geri mi kaydırmıştı? Suskunluğumuz Dr. B.'nin dikkatini çekti, o da tahtaya baktı ve telaşla kekelemeye başladı:

"Ama şah f7'de olmalı... durduğu yer yanlış, çok yanlış. Yanlış oynadınız! Bu tahtada her şey çok yanlış duruyor... piyade de g5'te olmalı, g4'te değil... bu bambaşka bir oyun... Bu..."

Birden durdu. Sertçe kolunu tutmuştum, daha doğrusu kolunu öyle sert çimdiklemiştim ki, o ateşli çılgınlığı içinde bile bunu hissetti. Döndü ve uykusunda yürüyen biri gibi baktı bana.

"Ne... istiyorsunuz?"

Yalnızca, "Anımsa!" dedim ve aynı anda parmağını tutup elindeki yara izine dokundurdum. Karşı koymadan bana uydu, cam gibi gözleri kan kırmızısı ize takılıp kaldı. Sonra aniden titremeye başladı ve bütün bedeni sarsıldı.

"Aman Tanrım," diye fısıldadı solgun dudaklarıyla. "Saçma bir şey söyledim ya da yaptım mı... sonunda yine mi şey oldum?.."

"Hayır," diye fısıldadım usulca. "Ama oyunu hemen bırakmalısınız, tam zamanı. Doktorun size ne söylediğini anımsayın!"

Dr. B. silkinip ayağa kalktı. "Düştüğüm aptalca yanılgı için özür dilerim," dedi o eski kibar sesiyle ve Czentovic'in önünde eğildi. "Söylediğim şey tam bir saçmalık elbette. Oyun tabii ki sizin." Sonra bize döndü. "Beylerden de özür dilemem gerek. Ama benden fazla bir şey beklememeniz konusunda sizi daha baştan uyarmıştım. Bu rezalet için özür dilerim, bu son satranç oynayışım olacak."

Eğildi ve onu ilk gördüğümüz zamanki alçak gönüllü ve gizemli haliyle uzaklaştı. Bu adamın satranç tahtasına neden bir daha asla elini sürmeyeceğini yalnızca ben biliyordum, bu arada ötekiler rahatsız edici ve tehlikeli bir şeyle burun buruna gelmenin verdiği belirsizlik duygusuyla şaşkın bakakaldılar. "Lanet olasıca herif!" diye homurdandı McConnor düş kırıklığıyla. Koltuğundan en son Czentovic kalktı ve yarılanmış oyuna bir daha baktı.

"Yazık," dedi ukalaca. "Hamle o kadar da kötü düşünülmemişti. Aslında amatör olduğu düşünülürse, olağanüstü yetenekli bu bey."


Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top