hadi [v.]
Kulaklıktan yükselen Farsça şarkı* içime işliyordu. Yürüdükçe şarkının ritmiyle kendimden geçiyor, geçmişimden başlayıp bugünümü kuşatan anılardan hoşuma gitmeyenleri, kafamı ara ara hafifçe sallayarak zihnimden uzaklaştırmaya çalışıyordum. Ama pek de faydasını görmüyordum açıkçası.
Ev yolundaydım. Ve aslında mutlu sayılırdım. Ne de olsa doğum günümü kendimle, geçmişimi yad ederek geçirmek yerine, iş yerinde Hümeyra'ya yapılan mobbing konusunda kendisini uyarmakla geçirmiştim. Yine.
O ise beni yine anlamamakta ısrar etmiş, canımı sıkmıştı. Ben de oluşan gerginliği uzatmamak için vakti bahane edip artık kalkmamız gerektiğini söylemiştim. O da "Tamam.." demişti, "Ama lütfen bu konuyu artık konuşmayalım. Senlik bir şey yok çünkü."
Suratına uzunca bakıp durdum. "Tamam." dedim ben de. Mesafeli de olsa onunla diğerleriyle olduğumdan daha yakın oluşumdan dolayı kendisine arkadaşça uyarılarda bulunduğumu, alınmaması gerektiğini, çünkü her şeyin apaçık ortada olduğunu da söyleyecektim halbuki. Başkası olsa belki de önemsemeyeceğimi falan. Sürekli söylememe rağmen gidip gidip onlara yapışmasının ne kadar iğrenç durduğunu, onların bu yapışıklığı sündürerek onu sürekli kendi kişisel işlerini yapmaya gönderdiklerini ve bunun hiç etik olmadığını... Haydar abiye şikayet ederse huzur bulabileceğini, çünkü onlara yaranmaya çalışırken tam bir zavallı gibi göründüğünü...
Sinirlendiğimi fark etmiştim. Kırıcı olacağımı anlamıştım ve bu yüzden tamam dedikten sonra bununla ilgili daha fazla konuşmadan doğum günü sürprizi için tekrar teşekkür ederek kasaya gidip sadece yemeğimin parasını ödedim. Özellikle söylemişti çünkü, "Pastaya karışma." diyerek.
Yürürken bunu da düşündüm. Belki de ona hiç borçlu kalmamalıydım, zira ufacık bir ikazımda dahi bana ters davranmaya başlayan kim varsa şimdiye kadar, bana hep hüzün getirmişti.
"Bizi hayretler içinde bırakan şu felek..." şarkının hatırımda kalan Türkçe çevirisini hatırlayıp göğe baktım. Mevsimin en sıcak gecelerinden biriydi, dışarıda henüz insanlar vardı, şehrin ışıkları sönmemişti ve gökte yıldızlar yoktu. İnlerine çekildiklerini düşünüp, önüme çıkan büyükçe bir taşın üstünden atladım. "Biliriz ki hayal fânusu ondan bir örnek." Ritme uygun olarak kafamı sağa sola salladım.
"Güneşi çerağ** bil, âlemi de fânus."
İç çekerek yeri izledim. Aklım hala Hümeyra'daydı. Bile isteye onu kullanıyorlardı ve o da buna ses çıkarmıyordu.. Yumruklarımı sıkıp boğazıma dolan siniri nefes alışverişlerimle boşaltmaya çalıştım.
Aslında Hümeyra kendisini bile isteye kullandırıyordu. Kargoya çıkmamak için ofistekilerin her söylediğini yapmayı doğru buluyordu. İşi, sahaya çıkanlar ve ofiste kalanlar olarak ikiye bölüyor, ofistekileri kaymak tabaka, sahadakileri ise alelade işçiler olarak görüyordu.
Israrla.
Zaten onu ilk tanıdığımdan beri böyle bakıyordu. Arada bana karşı hafif aşağılama içeren şakalar kullandığında bunu idrak etmeye başlamıştım. Gülmüştüm bu çabasına. Çünkü başka insanların eziyetine boyun eğmek zorunda kalan kişiler, çevresindeki kendisinden daha "düşük" gördüğü birini hedef tahtası olarak seçerler.
Hümeyra beni başta böyle biri sanmıştı.
"Dönmekteyiz o şekil şekil, benek benek fanusun içinde.."
Ama insanların göründüğü gibi olmayacağını, damarlarına bastığı zaman duyacağı dipsiz sedaya kendisini hazırlaması gerektiğini anlattım ona. Tavırlarımla. Bu, kendimi övmek değildi.
Kendimi ezdirmememin, onun beni küçük görmesine fırsat tanımamamın ve diğer ofis çalışanlarının benim üzerimde tahakküm kuramayacağını anlamalarını sağlamamın kendimi övmekle bir ilgisi yoktu. Bu, benim kendime olan saygımın bir göstergesiydi ve zaten olması gereken bir şeydi. Değil mi?
"Şaşkın bir şekilde."
Hümeyra'ya sinirim hala geziniyordu damarlarımda. Dışarıdan bakan biri, bu konuda neden bu kadar sinirlendiğimi anlamayabilirdi belki de. Sorun da etmezdim şahsen.
Aklıma babam geliyordu.
Babam da dinlememişti beni. İş arkadaşları hususunda. Hümeyra gibi değildi ama o, çıkarı için değil insanların iyiliği için kendisini öne atardı ama kullanılırdı işte. Tıpkı Hümeyra'nın kullanıldığı gibi. Hümeyra da görmek istemiyordu babam gibi.
Babam aklıma dolunca yutkunamadığımı fark ettim. Gözümün önünden geçen anılar yürümemi zorlaştırdı. Müzik bitmeye yakındı ama ilk dinlerkenki heyecanım ve neşem kalmamıştı. Önüme çıkan başka bir tümseğe atlamayı seçmedim bu yüzden. Yanından yürüdüm geçtim.
Kafamı kaldırıp sokağa baktım. Az kalmıştı evime.
Başka bir şarkı çalmaya başladı, kaşlarımı çattım. Melodisi tanıdık değildi, muhtemelen benim değil Hasan'ın tercihiydi. Sanırım İspanyolca'ydı. Anlamaya çalışırken göğe bakmayı da ihmal etmedim. Ama nafile bir çaba olduğuna hepimiz kaniyiz, değil mi?
Bir anda müzik sesi yerine zil sesi duymaya başladım. İrkildim. Telefon da eş zamanlı olarak titredi. Cebimdeydi.
O ana dek yürümeyi kesip durakladığımı, ardından kafamı kaldırıp baktığım yıldızlara alıştığımı, hatta onları görmezden gelmeye başladığımı bile fark etmemiştim. Görünmeyen yıldızlara alışmak.
Biri arıyordu. Muhtemelen annemdi. Annem dışarıda olanı hep arardı, merak ederdi. Bu onu anne yapan şeydi. Aslında annem, babamdan sonra daha bir anne olmamış mıydı?
İç çektim, ekrana bakmadan kulaklığın düğmesine basıp "Efendim anne..." dedim.
"Feride." diyen sesi duyunca irkildim. Annemin değildi bu ses.
Adımı fısıldadığı ilk an anlamıştım kim olduğunu. Gözlerim doldu bunu anlayınca. "Ne istiyorsun?" diye zorlukla sordum, ağlamaktan korktum. Ağladığım sesime yansır diye korktum.
"İyi ki doğdun." dedi.
"Telefon numaramı nasıl buldun sen?" diye sordum, bağırdım hatta. Sesim sokakta yankılandı. Eve uzak olmadığımı tekrar hatırladım, adımlarımı yavaşlatıp kendi kendime, bir daha bağırmamam gerektiğini telkin ettim.
Sakin ol Feride..
"Eski bir arkadaştan al..." dedi, lakin bunu derken bile çekindiği belliydi.
"Çekine çekine söyleyeceksen neden arıyorsun? Kim verdi sana numaramı? Kimmiş o eski arkadaş?" Sesimin yüksekliğini ayarlayamayacağımı hissediyordum.
"Feride ben..." dedi, sesi ağlamaklı bir biçimde doldu kulağıma. "Ben çok pişmanım.."
"Bu şimdi mi aklına geldi? Sen gittikten sonra uzun bir süre ulaşmaya çalışmıştım sana! Arada ulaştığımda ya o aramaları reddettin ya da telefonu açıp o lanet dolmayasıca ağzını tek kelime açmadan hattın ucunda sadece bekledin! Kendimi hiç gibi hissettim! Kocaman bir hiç gibi! Sonra bir gün karşıma çıkıp bana yurt dışına gideceğini, hayallerin olduğunu ve hayallerinin önündeki tek engelin evliliğimiz olduğunu söyledin! Hazır değilmişsin, benim ısrarım yüzünden kabul eder gibi yapmışsın ama kabullenememişsin, yok iyi paralar kazanıp döndüğünde çok daha iyi bir düğün yapacakmışız bilmem ne! Anlayamadığım bir sürü şey zırvaladın o zaman. Ve def oldun gittin. Sonra izini tamamen kaybettim, ta ki şu ana dek! Senden sonra neler oldu biliyor musun? Biliyorsun! Ama buna rağmen hiç yanımda olmadın! O zaman aklın nerelerdeydi? O zaman pişman değil miydin? Geçen gün gördüğünde mi anladın ne tür bir halt yediğini? Ne istiyorsun benden? Senin yüzünden her şey yine çöktü birden üzerime. Tüm dünyam... Dünyam yıkılırsa tüm tuğlaları teker teker inşa edeceğini söylerdin. Beni koruyacağını... Ama gittin... Yalanmış hepsi."
Sesim kesik kesik çıkmaya başlayınca sinirlendim. "Doğum günümün de içine ettin bu arada." dedim hırsla, burnumu çeke çeke. Sonra kapattım telefonu, içimin, ta en derinimin yandığını hissettim. Hıçkırıklarımı tutamadım, çöktüm bir kaldırım taşına, sesimi içime tıkmaya çalışırken ağlamayı sürdürdüm. Onun peşinden koşturduğum o zamanları ve ardından yaşadıklarımı düşündüm. Ve geri kalan her şeyi, herkesi. Babamı. Annemi, Hasan'ı.
Babamı daha çok düşünüyordum.
Elimde değildi.
*-*-*-*
Sabah kalkar kalkmaz Hatice'yi aradım. Aslında kalkar kalkmaz değildi, kafam yerine gelir gelmez yapmıştım işte. Her zamanki yoğunluğunun arasında bana vakit ayırır mı, diye düşünmedim bu defa. Geçen gün attığım mesaja hala bir yanıt alamadığımı da unuttum.
Unutmasaydım hafif bir kırıklık hisseder geri dururdum aramaktan.
"Alo.." dedi aceleci bir sesle. Telefonu bir anlığına kulağımdan ayırıp ekrandan saate baktım. 11.13.
"Hatice.." dedim boğuk bir sesle. "Nasılsın?"
"Feridem be..." dedi güleç sesiyle. Sesi yine koşturuyor gibiydi. "İyiyim ama seni sonra arasam mı?"
"Ne zaman?" diye sordum sızlanarak.
"Nöbetten yeni çıktım evde elektrik arıza vermiş, usta bulmam lazım. Sorun çözülür çözülmez döneyim sana.." dedi.
İçimden bir ses dönmeyeceğini söylüyordu. "Tamam" dedim ama yine de. Ne de olsa onun başındaki yoğunluğu en iyi ben anlardım.
Babasızlık, ancak babasızların en iyi anlayacağı şeydi, değil mi?
Telefonu kapattıktan sonra ayağa kalkıp çalışma masama doğru geçtim. Şu tahta masanın önüne otururken duyduğum hissiyatı bana hiçbir şey vermiyordu. Hiçbir şey yazıp çizmeyecek ya da çalışmayacak olsam bile burada oturmanın verdiği his... Ev hissi gibiydi.
Evet ev.
Bazen bazı şeyler bu hissi size peşinen verir.
Tıpkı şimdi "Feride kahvaltııı" diye seslenen annemin sesine tırmanmış ufacık kızgınlık tınısı gibi.
Onu ikiletmemek için "Tamaam" diye seslendim ben de, sonra büyük bir isteksizlikle kalktım sandalyeden. Masa bensiz yarım hissedecekti, bundan emindim. Çünkü ben öyleydim.
Kalktığımda gözlerim masanın yanındaki kitaplığa takıldı. Okuma kitaplarım, defterlerim.. Ders.. Ders kitaplarım... Onlara bakarken Emre geldi aklıma. Yüzüme ve içime hüzün doldu hemen.
Yine karıştım yani. Büyük bir ağırlık çöktü omuzlarıma.
Doğru ya, dedim kendi kendime. Hatice telefonu kapatmasaydı Emre'nin beni dün gece ansızın aradığından bahsedecektim, neler hissettiğimden ve ne kadar ağladığımdan.. Eve döndüğümde anneme bile görünmeden odama geçtiğim an annemin bana seslendiğini söylerdim belki de sonra. Ve annem bana seslenince korkudan, tedirginlikten ve hüzünden dolayı ona "Uyumak istiyorum bana karışma!" diye bağırdığımı ve bu bağırışım yüzünden gece 3'e kadar gözüme uyku girmediğini de anlatırdım belki.
Keşke o telefon kapanmasaydı.
Keşke o ders kitaplarının kapakları da hiç kapanmasaydı.
Bazı insanların yanınızda olduğunu hissederek giriştiğiniz yolu yine kendi ellerinizle harap etmeniz belki de sadece o insanlar yüzünden değildir. Beni o hukuk kitaplarına küstüren şey sadece Emre'nin beni terk edip gitmesi olamazdı, belki de. Öğrencilikten arkama bakmadan kaçışımı hazırlayan, bir kargocu olarak ömrümü sürdürmeme sebep olan şeyler... Belki de biraz benimle alakalıdır...
Hatice'yi benden uzaklaştıran şey de belki babası öldükten sonra onun da omuzlarına çöken ağırlık değildir. Belki de aynı kaderi yaşayan biriyle sürekli görüşmek onu boğuyordu... Belki de biraz mesafe koymasına izin vermeliydim...
Annem arkamdan gelip beni dürtene kadar ben o kitaplara bakıp kendimi suçladım, onlarca sebepten. Annem gelmeseydi devam ederdim.
Hasan'ı boynu bükük hale getirenin kim olduğu konusuna daha girmemiştim mesela. Ya da annemin bu kadar pimpirikli olmasına sebep biraz da...
Annem "Hadi.." dedi, çekti kolumdan.
*-*-*-*
*axiom of choice - color of dreams
**çerağ: kandil, ışık veren şey
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top