4.BÖLÜM:DÜŞ KRALLIĞI
Tanrı ne gökteydi ne de yerde. Ne içimizde bize en yakındı ne de dışarda bir yerde bize en uzak köşedeydi. Tanrı aklımızın alamayacağı bütün boyutlara ve evrene sahipti. O yüceler yücesi,insana nefes almayı,yemek yemeği,üretmeyi ve şayet onun şanslı kullarındansak bazı görevleri bahşetmişti.
Tanrı'nın merhameti bol, buna rağmen gazabı büyüktü.
Beyaz gömleği yerdeki yerini alırken çıplak ayakla geniş krem rengi oda da tam bir tur attı Aras. Kapı'nın yanında çakılı olan tahtanın üzerinde ki beş beyaz mumu alıp geldi. Her birini sırayla yakıp yıldızın beş köşesi şeklide krem duvara denk gelecek şekilde dizdi. İçinde bir gerginlik vardı. Yıllardır bu ana gelirken heyecanlı olurdu fakat gergin olmazdı. Alıştığını düşünüyordu bu anlara. Üzerinde ki gerginliğin nedenini de içten içe biliyordu. Kendi nefsi için isteyeceği izindi. Bunun gerginliği ellerinin titremesine neden oluyordu. Dudaklarını yalayıp kendisini sakinleştirmeye çalıştı.
Daha önceden yakmış olduğu kahve tozlarını alıp bir kenara serpiştirdi. Mumların çizdiği yıldızın etrafını tuzla dolaştı. Tuz kötü enerjiyi emer, kahve ise iyi enerjiyi dengelerdi. Adaçayı ve defne yaprağı tütsülerini yakıp oda da dolaştırdı. Son parça olan ay taşını yere koydu. Eline bir bıçak alıp loş olan oda da ay taşının önüne, yıldızın hizasın da diz çöktü. Son bir ayrıntı kalmıştı. Derin bir nefes alıp başladı.
Elinde ki bıçağı doğrudan eskiden beri yara bere içinde olan göğsüne getirip derin bir kesik attı. Canı yansa da buna değerdi. Tanrı'nın huzurunda olmak için verdiği bedel kendi değersiz kanıydı. Vücudundan akan kanları seyretti. Göğsünden hızla aşağı doğru inen kan, karnından ayaklarını takip etti. Oradan da yerde duran ay taşının olduğu noktaya isabet etti. Elindeki bıçağı biraz daha yarasına bastırdı. Acıyla haykırırken yutkunmaya çalıştı lakin acıdan ağızı kurumuştu. Yarasından akan kanlar yeterli gelince bıçağı yanına beyaz gömleğinin üzerine koydu.
Uzanıp ay taşını aldı. Açık yarasına bastırdı. Hisleri birbirine girmişti. O noktada dünya ayaklarının altından kayıp giderken gözlerini kapattı. Başı dönüyor ,sarhoş gibi hissediyordu. Ama hiçbir içki bu sarhoşluğun verdiği zevki veremezdi.
''Tanrım!'' diye haykırdığında gözleri kapalıydı. Yanaklarında ıslaklık hissetti. Omzunda ise devasa bir el.
''Açma gözlerini,yoksa yanarsın'' duyduğu bu ses titremelerinin başlangıcı oldu.
''Görevinin çok başındasın. Yanındayım kendine güven. Kendine güvenin gidiyor.''
Sesin şefkatini sadece burada onu duyan anlar,algılardı. ''Ben izin almak istiyorum. Yüceler yücesi,'' lafı kesildi. Bedeni bilmediği bir yöne doğru düşerken isteği dışında gözleri açıldı. Evde bulunduğu oda da değildi. Tanrısı onu nereye getirmişti?
Etrafında dönerek nerede olduğunu yokladı. Üzerine baktığında kanlı gömleği ve pantolonunu gördü. Bulunduğu yer ise cennetti sanki.
Huzura -sonunda-erişeceği yerdi.
''Dünyada huzur bulmana izin vermediler. Burada bulacaksın benim şanslı oğlum,'' kudretli sesi yankılandı.
Oğlum.
Hepimiz onunduk. Onun kulu,kölesi,aşığı,gerekirse oğlu ve kızlarıydık... Dediği gibi şanslıydı. Dünyada bulamadığı huzuru onun yanında bulacaktı.
''Sana izin vermemi istiyorsun, vereceğim,''
Aras yürümeye başlarken bunu duyduğunda gülümsedi. Etrafta istediği her şey vardı. Yeşil yeşildi her yer. Gözünün önüne onun yeşilleri geldi. Hayır deyip başını iki yana salladı. O an yakasında görünmez iki el hissetti. Bedeni en yukarı,sanki daha da yukarı çıkabilecekmiş gibi yukarı çıktı.
''Benim şanslı oğlum,meleklere aşık olunmaz!'' Ve kendini cennette fakat yerde sürünürken buldu.
Aşk mı? dedi içinden. Yanıt çok gecikmedi. ''Adem'e yaptığımı hatırlıyor musun? Ondan ders al ona aşık olur görevini yapmazsan sonun sürgünden beter olur benim şanslı oğlum. Şimdi sana izin veriyorum. Tek şartım bu. Aşk yok.''
Cennette yer yarıldı. Kendini yedi kat yerde,cehennemin dibinde buldu. İnsan cehennemde titrer miydi? Evet,o yanıyor ama korkudan titriyordu. Bedeninde ateşi az da olsa hissediyordu. Nasıl az hissettiği de Tanrı'nın ona bahşettiği merhamet yüzündendi.
Savruldu yine.
Oradan oraya kocaman adam tüy misali savruldu. Sonra Tanrısı dünyasına geri dönmesine izin verdi.
Evindeydi ve burnuna gelen koku yabancı olmadığı kendi kanının kokusuydu. Bu sefer fazla kan kaybetmişti. Değer dedi. Zaten o Tanrı'nın şanslı oğluydu. Tanrı istemediği müddetçe ölmezdi. ''Dünya her yerde aynı: Çabalıyor ve çalışıyoruz, karşılığında da ücretimizi alıyoruz ve seviniyoruz; ama bundan bana ne? Ben, yalnızca senin olduğun yerde huzur bulabilirim, yalnızca senin huzurunda acı çekmek ve sevinmek isterim. Ey göklerdeki Babam, gelsem beni kovar mısın?'' aklından geçen bu satırları dua niteliğinde düşündü. Çünkü Tanrısı onu asla kovmazdı.
''Patron!''
Özgür'ün sesini duyar gibi oldu. Ona göz kulak olmakla görevli olan adamın sesini..
''Haydi patron,seni burdan çıkaralım.''
Bedenini kaldırmaya çalıştı ama olmadı. Patronu akılsız herifin tekiydi. Böyle manyaklıkları vardı,kaç defa onu böyle ölümden döndürmüştü. Özgür,neden hala bu adamla çalışıyorum ki? diye geçirdi içinden.
Hemen telefonunu çıkarıp Aras Beyin doktoru Eflatun hanımı aradı. İkinci çalışta açtı. ''Yetişin. Çok kan kaybetmiş bu sefer.''
Bunu der demez telefon kapandı. Patron'nun yanına çöktü. ''Aras Bey,beni duyuyor musunuz?'' dağ gibi adamın bedenini sarstı. Daha önce yapmadığı için küfredip yerdeki beyaz gömleği alıp yarasına bastırdı. ''Patron!''
Gözleri yarı açık yarı baygındı. Bunu gördüğüne sevindi. Manyak falandı ama iyi bir yüreği vardı bu adamın. Tanıştıkları günden beri ona çok yardımı dokunmuştu. Çocuklarının okuluna ve kendisine maddi manevi yardım etmesi her şeye bedeldi. Şimdi düşününce kafasında kendisine sorduğu sorunun cevabını kendisi vermişti. Bu adama isteyerek borçlandığı için yanındaydı.
Eflatun Hanım ezbere bildiği odaya koşarak çıktı. Açık kapıdan içeri girince yüreği ağzına geldi. Bu adamı her böyle gördüğünde böyle hissediyordu. ''Özgür malzemeleri biliyorsun artık. Sırayla ver ben yarayı temizleyeceğim.''
Önce yaranın derinliğine baktı. Hastaneye götürmeleri daha iyi olurdu ama çok riskliydi. Hastaneye gittikleri an Aras'ı bir yere kapatırlardı. Yarayı temizleyip dikiş atmaya başladı. O sırada Aras'ın yarı açık gözlerini o hizada tutmaya çalışıyordu. Ona hastanede olup bitenleri anlatıp saçmalaması bile yeterli gelmişti. İşi bittikten sonra Özgür telefonunu çıkarıp birini aradı. Yardım etmeye içeri bir adam daha geldi. Aras'ın bedenini kaldırıp onu odasına taşıdılar.
Eflatun gücünü toparlaması için ona yanında hali hazırda bulunan serumlardan birini taktıktan sonra tansiyonunu kontrol edip içini rahatlattı. Derin bir nefes alıp Aras'ın odasında ki banyoya girdi. Kanlı ellerini burada yıkayıp temizledikten sonra boynunu ıslattı. Aynada ki yansımasıyla göz göze gelince hemen gözlerini kaçırdı.
İnsan en çok kendisiyle yüzleşmekten korkardı.
Odadan çıkıp kapısını kapattı. Özgürü o oda da Aras'ın istediği şekilde temizlik yaparken buldu. Hepimiz kendi isteğimizle onun gönüllü tutsaklarıyız diye geçirdi içinden.
''Özgür,serum bittiği zaman çıkarırsın. Birde ne yap ne et düzgün bir şeyler yemesini sağla. Aslında hastaneye gitmesi daha iyi olur...''
Özgür lafını kesti. ''Gidemez.Gitmez biliyorsunuz. Teşekkür ederim Eflatun Hanım. Bu saatte geldiniz. Aşağıda Hakan var söyleyin o bıraksın sizi. Zaten yoruldunuz.'' Onu gülümseyerek onayladı. Koca evde aşağı inip Hakanı buldu. Evden çıkmadan önce dönüp heybetli ve sarayı aratmayan eve baktı.
Bu ev bir saraydı. Cinayet sarayı.
Kapıdan çıktı arabasında arka koltuğa geçti. Hakan arabasını verdiği adrese doğru sürerken Aras için en güzelini diledi.
********
22 KASIM
''Acılar içinde kuruntulara dalıyorum; düşündüklerimi kağıda dökmeye kalkışsam, bir karşıtlıklar ilahisi çıkar ortaya. Ey tanımadığım Yaratıcı! Bir zamanlar tüm ruhumu sarmıştın, ama şimdi bana yüz çevirdin! Çağır beni yanına! Boz bu suskunluğumu!''
Dilhun geçirdiği güzel bir kaç saatten sonra yine yalnız kalmıştı. Ve o yalnız kalmaktan nefret ediyordu. Evinde,iş yerinde,kan bağı olan insanlarlayken bile bu yalnızlığı hissediyordu. Ve bundan nefret ediyordu. Aras ile birlikte geçirdiği bir kaç saatte ilk defa bunu hissetmemişti. Bu tuhaftı. Yani bu adamda bir şey vardı. Tuhaf bir şey... Ve bu şey onu Aras'a çekiyordu.Aras onun daha İyi hissetmesini,normalde olduğundan daha canlı olmasını sağlıyordu. Arasın lacivert gözleri ona yeniden hayat verecek gibi bakıyordu.Elindeki kitabı bu satırları okuduktan ve düşüncelerini sonlandırınca yatağının yanında ki komidinin üstüne bıraktı. Defalarca kapağını açtığı Genç Werther'in Acıları'nı bu seferde onun için açmıştı. Neden dedi. Neden beni öpmedi? Başka bir erkek olsaydı kesin öperdi diye diye düşündü. Gözü odasında ki koltuğun üzerinde duran onun ceketine gitti. Ne de güzel karanfil kokuyordu. Başını iki yana salladı. Gerçekten bu kadar kolay mı etkilenecekti? Onu yeterince iyi tanımıyordu. Kendisini hemen salmasının bir anlamı yoktu. Yatak başlığına yaslı olan yastığını aşağı indirdi. Yatağından kalkıp ışığını örttü. Saat geç olmuştu ve uyuması gerekiyordu. Yorgundu. İşe gidecekti ve yine güzel satışlar yapacaktı. İçinde ki ses onunla kahve içeceksin,unutma,'' dedi. Kendine gözlerini devirdi. İçinde ki ses Gamze gibi çöpçatanlık yapıyordu.
Ne meraklıydı hemen kendisini kaptırıp üzülmeye!
Hayatta hep böyleydi. Kendini bir şeye hemen kaptırırsan sonu her zaman kötü biterdi. Annesi'nin bir nasihatını hatırladı. ''Dilhun,acele etme hep temkinli ol. Tez canlı olursan tez ölürsün.''
Annesini dinlemeliydi. Temkinli olup sorgulamalıydı. Şüphe etmek hayattaki gerçekleri görmeye yardımcı olan tek gerçekti. Yatağında sola döndü. Yorganına sarılır vaziyette yattı. Ve uyandığında her şeyin daha güzel olmasını diledi.
********
Elinde ki kana baktı. Yerde yatan güzel kadının saçlarını kanlı elleriyle son bir kez şefkatle okşadı. Başını yukarı doğru kaldırıp, parmak uçlarında ki kanı dudaklarına sürdü. Gözlerini kapatıp bu ana teslim etti kendini.
Kendini ve meleğini Tanrıya sundu. Kabul bekliyordu. Görevi için acemiydi fakat öğrenecekti. Zaman ve mekandan muaf olan Tanrı'nın ona öğreteceğini,yolunu aydınlatacağını biliyordu.
''Beni kabul ettiysen bir işaret yolla yüceler yücesi. Sana muhtaç bu kulunu ödüllendir.'' Ellerini birbirine kenetleyip başını eğdi. Kulaklarında ki uğultu giderek arttı. Bir tını duydu. Bunun bir işaret olduğunu biliyordu. Fakat duyduğu bu tını daha önce kulağına ilişen hiçbir tınıya benzemiyordu. Ses sarhoş edebilir miydi?
Yüceler yücesinden geliyorsa edebilir diye geçirdi içinden. Kabul edildiğini anladı. Başka bir şeye gerek yoktu. Tanrı'nın ona verdiği işaretleri takip edip ilk görevini yerine getirmişti. Artık ondan iyisi yoktu. O Tanrı'nın himayesi altında olan sayılı kullardan biri olmuştu.
Bu eşsiz anı bir kadın çığlığı bozdu. Korkuyla gözlerini açtığında kapının orada gözleri dolmuş ona korkuyla bakan annesini gördü. ''A-anne,'' sesinde ki titremeye engel olamadı. Annesi bir adım geri attı.
Aras hızla ayağı kalktı,kanlı elleriyle annesinin kollarını tuttu. Onu hışımla içeri çekip kapıyı kitledi. Bir çeşit şoka giren annesi titremeye başladı. Benim oğlum dedi içinden. Benim doğurup büyüttüğüm,masum oğlum hangi ara böyle bir canavara dönüştü? diye sorular sordu kendine.
''Anne,korkma kötü bir şey yapmadım. Tanrı beni himayesi altına aldı. Ona soracağım belki sizi de alır?''
Aras'ın gözleri umutla parlıyordu. Ondan bir onay,bir şefkat bekleyen gözlerine baktı. Daha sonra gözleri onun kanlı dudaklarına indi. İğrentiyle dolu yüzü akan göz yaşlarıyla süslendi.
Kanlı elleriyle annesinin yüzünü sevmeye kalktı. Bir anda kendisini yerde buldu. Annesi onu itmiş ona tiksinçle bakıyordu. ''Sen ne saçmalıyorsun!Benim oğlum değilsin artık!''
Aralanan dudaklarından sözcükler dışarı çıktı fakat havada asılı kaldı. Sesi kesilmiş lal olmuştu sanki. Ondan başka her şeyin sesi vardı. Duvarların,yerde ki kanların... Her şeyin.
Sesler birbirine karıştı bir bütün oldular. Hep bir ağızdan aynı şeyleri tekrar ettiler. Ve ruhunu yankılar korosu kapladı.
Canavar.
Canavarsın sen!
Benim oğlum değilsin sen!
Katil!
Göz kapakları uzun zaman sonra ilk defa güneşi gören bir hapishane mahkumunun heyecanlı tebessümü gibi açıldı. Bu öyle bir tebessümdü ki aklına Nazım Hikmetin şiirini getirmişti.
Bugün pazar
Bugün beni ilk defa güneşe çıkarttılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
Bu kadar benden uzak
Bu kadar mavi
Bu kadar geniş olduğuna şaşarak kımıldamadan durdum...
Gördüğü rüya'nın onda bıraktığı hissiyat buydu işte. Uyanışı onun için özgürlüktü. Kendisini anlamayan annesi ve hakaretleri onun için prangaydı. Uzun zaman olmuştu. Neden bu anı'nın aklına düştüğünü merak etti. Bilinçaltı garip bir olaydı. İnsan zihni insana bir şekilde bağırmaya çalışıyor fakat insan her zaman ki aptallığıyla bunu anlamıyordu. Aras da o aptallardan biriydi. Kendi zihninin ona verdiği mesajları anlamayan fakat karmakarışık bir bulmacayı beş dakikada çözen biriydi.
Kolunu kaldırıp yanında ki komidinin üzerinde duran telefonunu almaya çalıştı. Fakat göğsünde ki ağrı, acıyla inleyip temkinli olmasını sağladı. Telefonunu dişlerini sıkarak alıp,daha sonra nefes nefese yatmaya devam etti. Bitkin hissediyordu. Bulanıkta olsa dün Özgür'ün ve Eflatun'un geldiğini hatırlıyordu. Yorganın örttüğü çıplak bedenini biraz açtı. Göğsünde ki sarılmış yaraya baktı. Sargı bezini çok az yukarı kaldırıp inceledi. Öncekilerle aynıydı. Tek fark bu defa fazla canı yanmıştı.
Yatağından güçbela kalktı. Sağ elini terden sırılsıklam olmuş saçlarından geçirip yanaklarını şişirdi. Bugün Dilhun ile kahve içecek ardından projeleri için kutlama yemeğine gidecekti. Telefonunu biraz yoklayınca Mert'in onu gece aradığını gördü. Muhtemelen okkalı küfürleri sıralamıştır diye geçirdi içinden.
Telefonu yatağa bırakıp banyoya girdi. Banyoda ki aynada kısa bir süre yüzüne baktı. Tıraş olması lazımdı. İyice gürleşmeye başlayan sakallarını biran önce kesmeliydi. Sonra gözü lavabonun kenarında ki kana çarptı. Kendi kanı ona gördüğü rüyayı anımsattı. Başını iki yana sallayıp soyundu. Kıyafetleri kirli sepetini bulurken,ayna dolabında bulunan jelatini çıkartıp göğsünü ustalıkla sardı. Artık alışmıştı. Neyi nasıl yapması gerektiğini biliyordu. Hatta bu gün Eflatun bin kere onu arayacak düzgün beslenmesini söyleyecekti. Hastaneye gitmesi gerektiğinden de bahsedip onu kızdıracaktı. Kısaca bugün bir rutin gerçekleşecekti.
İşi bittikten sonra soğuk suyu açtı. İri bedenini suyun altına soktu. Bedenine bir şok dalgası yayıldı. Fakat buna ihtiyacı vardı. Soğuk suyla önce ayılmalı daha sonra sıcak suyla kendisini şımartmalıydı.
Bu şımartılmayı hak ediyordu. Dün Tanrıdan izin almıştı. Artık görevine rahatça kaldığı yerden devam edebilirdi. Sıcak su kendine verdiği küçük ödüllerden biriydi sadece. Bedeninden su akıp giderken,suyun sıcaklığını arttırdı. Eline şampuanını alıp biraz avucuna sıktı. Ter içinde kalmış saçlarını gelişi güzel temizlerken gözlerini kapattı. Saçlarını duruladı,bedenini kirden arındırdı.
Fakat Aras ruhunda ki kirin farkında değildi. Bu kir öyle şampuanla yıkamakla geçmezdi.
Banyodan çıktı. Üzerine her zaman giydiği takımlarından birini giydi. Bedenine tam yapışan gömleği yarasını biraz zorlamıştı. Beyaz gömlek giymeyi tercih etmemişti. Sargısı belli olurdu. Bu yüzden siyah bir gömlek giymişti.
Sakallarını kesmeyi unuttuğu için bir küfür savurdu. Daha sonra neyse diye geçirdi içinden. 'Akşam yemeğe giderken keserim,'' dedi kendi kendine. Yavaş hareketlerle odasından dışarı çıktı. Göğsünde ağrı vardı. Bunun için bir ağrı kesici yutması gerektiğinin farkındaydı. Yoksa gün boyu pür dikkat durabileceğinden şüpheliydi. Aşağı inmeden önce yavaş hareketlerle melekler odasının kapısını açtı. İçerisi ince tülden sızan güneşin ışığıyla doluydu.
Her birini inceledi.
Her bir meleğin yüzüne baktı. Ona gelince gözleri gezinmeyi durdu. Yavaş adımlarla fotoğrafa yaklaşıp işaret parmağını yanağının üstüne sürdü. Dudaklarında sinsi bir gülümseme vardı. Bu sinsilik gözlerine de bulaşmıştı.
Bir yılan avına nasıl bakarsa öyle bakıyordu.
Yapacakları için heyecanlıydı. İçinde dizginlenemez bir heyecan vardı. Haylaz bir çocuk gibi hissediyordu. Yüzünde ki geniş gülümsemeyle odadan ayrıldı. Sarmal merdivenlerden yavaş yavaş indi. Adımları ilerlerken burnuna yumurta,börek ve bergamotlu çay kokusu geldi. Bergamotun kokusundan diğerlerini ayırmak zordu o yüzden emin değildi.
Kaşları çatık bir şekilde son adımını da atıp mutfağa girdi. Bir de ne görsün! Özgür,üzerinde mutfak önlüğüyle yuvarlak tabağa peynir koyuyordu. Sesli bir kahkaha attı.
''Beni bu kadar sevdiğini bilmiyordum doğrusu,'' deyip kurulu masaya oturdu. Alaycı davranıyordu fakat onun için bir şeyler yapan insanların oluşu hoşuna gidiyordu. Hiçbir zorlama olmadan tamamen kendi istekleri üzerine yanında duran insanlar...
Kan bağları yoktu. Fakat bazı sebeplerden dolayı kalpleri birbirlerine bağlıydı. ''Benim hanım size portakallı kek yolladı. Hadi yine iyisiniz patron!'' Gerçekten de bunu duymak iyi gelmişti. Özgür'ün eşi olan Nurcan Hanım'ın portakallı kekinde bir şey vardı. Nerde yerse yesin onun yaptığı kekin tadını alamıyordu.
''Hadi,sende oturda yiyelim.''
Özgür bergamotlu çayları ince belli bardaklara doldurdu,üzerinde ki önlüğü çıkarıp yerine astı daha sonra yerine oturdu. Aras masada sevmediği bir şey aradı. Fakat yoktu. Patatesli olduğuna emin olduğu sigara böreği,portakallı kek,burgu peynir,yeşil zeytin,sosis kızartması... Masada bunlar vardı. Karnında ki gurultuyu hissedip hemen tabağına her birinden aldı. Yavaş yavaş yemeğini yerken Özgür'ün bunu güç toplaması içi yaptığını biliyordu. Bunları yapmak için erken gelmiş olmalıydı.
''Çocuklar nasıl? Bir sorun yoktur umarım.'' Aras ciddi bir surat ifadesiyle ona baktı. Özgürün çocukları zeki ve tatlı çocuklardı. Onlara eğitimleri için destek oluyor arada sırada da oyuncak yolluyordu. ''İyiler patron. Dilara ingilizce kursuna gidip geliyor. Serkan da futbol kursunda.İkisinin hocalarıda çok memnun.''
Özgür'ün yorgun gözlerinde ki minnete baktı ve hafifçe gülümsedi. Özür'ün içten içe dün gece hakkında konuşmak istediğinden emindi. Fakat bunu yapacak cesareti yoktu. Olmamasına sevindi. Şuan da Aras'ın en son istediği şey biriyle tartışmaktı.
Yemeğini yedikten sonra buzdolabını açtı. İçinden kuvvetli bir ağrı kesici alıp ağzına aldı suyla içip yuttu. Takımının cebinde ki telefonunu çıkarıp saate baktı.
Dilhun sadece salı günleri yarı zamanlı çalışıyordu. Bunu yemek yerken öğrenmişti ve işten çıkmasına az bir süre kalmıştı. Saat iki buçuktu.
Özgür'e Nurcan hanıma teşekkürlerini iletmesini söyleyip mutfaktan çıktı. Dilhun'u aramadan önce gece onu aramış olan Merti aramaya karar verdi.
İsminin üzerine tıklayıp telefonu kulağına dayadı. Mert bir kaç çalıştan sonra telefonu açtı. ''Abi neredesin sen?'' Ani volüm yükselmesiyle telefonu kulağıdan çekti. İçinden bir küfür savurup,''Mert karım mısın sen benim. Sana ne oğlum!'' Onunda sesi yükselirken evden çıktı. Tahsine gitmesi için bir işaret yapıp arabasını aldı. Doğruca otele doğru sürerken telefonda kulağına dayalıydı. ''Karın olacak kadına acıyorum cidden. Ya insan hiç mi bakmaz telefonuna... Neyse neyse sen daha da hırçınlaşmadan ben söyleyeyim dün projenin kabulünden sonra ofise bir paket geldi. Üstünde Baba'nın adı yazıyordu. Odana bıraktım o yüzden aramıştım,'' sonlara doğru ses tonu temkinli olan Mert kulağına ilişecek cevabı bekledi. Aras'ın ailesi arasının iyi olmadığını iş yerinde bilmeyen yoktu. Zaten kendi şirketini de ailesinden aldığı hisseyle kurmuştu.
Aras tok bir sesle,''Tamam'' dedi ve telefonu kapatıp yanında ki boş koltuğa attı.
Nerden çıktı bu şimdi diye düşündü. Önce rüyası sonrada bu paket. Ne demeye ona paket yollamıştı ki? Kaç yıl oldu konuşmayalı,görüşmeyeli diye sordu kendine. En azından bir on yıl olmuştu. Elini dağınık saçlarından geçirip içinde alevlenen öfkeyi dizginlemeye çalıştı.
Telefonunu eline alıp Dilhun'u aradı. Saat üçe on vardı. Birazdan işten çıkacaktı.
Dilhun bir kaç çalıştan sonra telefonu açtı. ''Efendim?'' Güzel sesi kulaklarına iliştiğinde çoktan sakinleşmişti. ''Seni almaya geliyorum,planımızda bir sorun yok değil mi?'' diye sordu. Sesinde ki 'ya planı iptal ederse' korkusunu gizleme gereği duymamıştı. Dilhun'nun güldüğünü duydu. ''Hazırım,geldiğinde ararsın çıkarım.'' Sesine muziplik hakimdi.
Bu muziplik hoşuna gitmişti.
Yaklaşık altı dakika sonra otelin önündeydi. Arabayı park etti ve Dilhun'a geldiğini haber verdi,beklemeye başladı. Başını koltukta arkaya doğru atıp gözlerini kapattı. Hava da bugün güneş olmasına rağmen kasvet hakimdi. Her an yağdı yağacak gibi duruyordu. Yaz yağmuru diye geçirdi içinden. Bu düşüncesinin ardından yaz yağmurlarını seven babası hatırına düştü.
Yeniden.
Sesli bir şekilde,''Of!'' diye bağırdı. Gözlerini açtığında kaşları çatık bir şekilde dışardan ona bakan Dilhun'u gördü. Dilhun arabaya binip,''beklettiğimi biliyorum ama bu kadar kızdırdığımı bilmiyordum.'' dedi.
Yüzünde şaşırmış bir ifade vardı.
''Beni böyle görmeni istemezdim. Biraz baş ağrım var ve içtiğim ilaç etkisini henüz göstermedi. Ona sinirliyim.''
Ustaca bir yalan uydurup ortamı yumuşattı. Arabayı tekrardan çalıştırırken Dilhun,''kolay mı sinirlenirsin?'' diye meraklı gözlerle ona soru sordu. Şuan karşısında duran yirmi dört yaşında ki kadını değil de daha çok dört yaşında ki bir kız çocuğu gibi görünüyordu. İri yeşil gözleri merakla açılmış pür dikkat onu izliyordu.
Aras onun muzipliğine eşlik edercesine gülümsedi. ''Hayır sinirlenmem için geçmeyen bir ağrı lazım. Onun haricinde damarıma basılmadan sinirlenem.'' dedi.
Bugününün yalanlarını çoktan sıralamaya başlamıştı.
Küçük bir hım sesi çıkararak cevap veren Dilhun'a kısa bir süre baktı. Üzerinde bol olduğunu tahmin ettiği yüksel bel ince kumaştan bir pantolon vardı. Onu halter yaka bir askılıyla kombinlemişti. Kızıl saçları bu sefer açık lüle lüle omuzlarına dökülüyordu. Dudaklarında koyu kahverengi bir ruj,yeşil gözlerinin etrafında ise rimeli vardı. Çok güzel görünüyordu.
''Neyse bugün seni bayılacağını düşündüğüm bir kafeye götüreceğim,'' dedi. Gerçekten seveceğine emindi. İstanbul Beyoğlu'nda bulunan Düş krallığına götürüyordu onu. Kitapevi-kafe konseptine sahip çok hoş bir atmosferi olan bir mekandı.
''Merak ettim şimdi. Ne kadar kaldı gelmemize?'' Heyecanla yerinde kıpırdanan Dilhun'nun sorusu gülümsemesine neden oldu. Zaten onunlayken yüzünde ki gülümseme bir an olsun gitmiyordu.
''Çok az,'' deyip kırmızı ışıkta durdu.
Yeryüzünde bir ses yankılandı. Aras içinden bu Tanrı'nn seslerinden biri diye geçirdi. O aşinaydı bu seslere ama zayıf insanlar bunun kıymetini anlamayacak kadar aptaldı. Bir anda birleşen yağmur bulutlarından gelen su damlalarına baktı. Yankılanan ses gökten gelen yüceler yücesinin sesiydi. Arabası'nın camına tık tık vuran yağmur damlaları için silecekleri çalıştırdı. Şimdi önünü daha rahat görebiliyordu. Arabayı yeşil ışığı görür görmez sürmeye devam etti. O sırada yanında oturan Dilhun,''biraz camımı açar mısın?'' diye ricada bulundu. Onun isteğini yerine getirdi.
Dilhun açılan penceren elini dışarı çıkarıp yağmura dokundu. Elleri ıslanırken içeriye de bir kaç damla girmişti. Acaba bundan rahatsız oluyor mu diye düşündü. Daha sonda bu düşüncesine omuz silkti. O yağmura dokunurken Aras arabayı bulduğu bir park yerine park etti. Arabadan inmeden önce ceketini çıkarıp Dilhun'a baktı. ''Bekle beni,'' deyip ceketini başının üstüne koydu. Dilhun'nun tarafına geldiğinde yağan yağmurun altında inmesi için kapısını açtı. Yoğun karanfil kokan ceketi ikisini de yağmur damlalarından koruyordu. Dilhun kahkaha atarak cekete doğru sokulmuştu. Aralarında şimdi bir nefeslik mesafe vardı. İkisinin renkli hareleri birbirine kitlenmişti.
Tıpkı bir anda birleşen yağmur bulutları gibi.
''Hadi geçelim,''
Dilhunu üşütmemesi için kafeye doğru yönlendirdi. Siyah kapıdan girer girmez ıslanmış ceketini bir koluna astı ve yanında ki Dilhuna baktı. Şuan da kafe'nin alt katı olan kitapevi kısmındaydılar. Dilhun bir kaç adım atıp elini kitap kapaklarında gezdirdi. Eline bir tanesini alıp içini koklayıp yerine bıraktı. Tekrar Aras'ın yanına döndüğünde ona hayranlıkla baktığını fark etti. Lacivert gözlerinden okuyabildiği duygu hayranlıktı.
Aras boşta kalan elini onun sırtına koydu ve yukarı çıkan merdivenlere yönlendirdi. Ahşap merdivenlerden çıkarken Dilhun'nun masaları gördüğünde vereceği tepkiyi merak etti.
Onları ilk önce esmer orta boylu en fazla yirmi üç yaşında ki bir erkek garson karşıladı. Kirli sakalları,düzgün bir burnu vardı. ''Hoş geldiniz,'' Dilhun ona gülümseyerek cevap verdi. Bu durum Aras içinde bir şeylerin kıpırdamasına neden oldu. Dilhun arkasında olan Aras'a bakıp sorar gözlerle baktı.
''İstediğin masayı seç'' diyerek ona cevap verdi. Bulundukları kafenin renkleri çoğunlukla siyah ve griden oluşuyordu. Koltuklar ahşap desenli ve masalarda mumlar vardı. Aydınlatma duvar köşelerinde asılı olan gaz lambası şeklinde ki lambalar tarafından sağlanıyordu. Dilhun çok kalabalık olmasa da en ücra köşeyi arıyordu.
Ve buldu.
Dışarıda ki yağmuru rahatça görebileceği, yanan şömineye yakın en ücra masayı seçmişti. Yüzündeki gülümseme ile oraya doğru ilerledi. Yerine oturduktan sonra Arası seyretti. Elinde ıslak olan ceketini yan tarafta ki koltuğa asmış daha sonra da karşısına oturmuştu. Dilhun kafasını sağa sola çevirip biraz daha bakındı. Duvarlarda bazı yazar ve şairlerin sözleri ve fotoğrafları vardı. Sıcacık bir ortamı vardı buranın. Birde kahveleri güzelse beş yıldız için gerekli olan her şeyi tamamlamış olacaklardı.
''Nasıl buldun burayı?''
Aralarında ki sesizliği bozan Aras oldu. ''Çok sıcak bir aurası var buranın. Alt katın kitapevi olması şahane gerçekten.'' diyerek hayranlığını belirtti. Ellerini önünde birleştirip masaya koyduğunda gözüne Aşk ve Gurur ilişti. Kitabı eline alıp,''Aras sanırım birisi kitabını unutmuş,'' dedi. Aras buna gülümseyerek işaret parmağıyla diğer masaları gösterdi. ''Her masada bir kitap bulunur burada. Bizim de bugün ki kitabımız Aşk ve Gurur.'' dedi.
Bu durum Dilhun'nun buraya karşı duyduğu hayranlığı bir tık daha arttırdı. Kitabı tam kurcalayacakken yanlarına sipariş almak için onları karşılayan garson geldi. İki tane sade Türk kahvesi söylediler. Dışardaki yağmur şiddetini arttırmıştı. Şakır şakır yağıyordu. Bu Tanrı'nın onu alkışlama şekliydi. Görevinde başarılı bir şekilde ilerliyordu ve Tanrısı onu böyle tebrik ediyordu.
''Sana bir sayfa okumamı ister misin?'' Dilhun bu soruya başını heyecanla sallayarak cevap verdi.
Kitabı Dilhun'nun elinden alıp,dudaklarını ısırdı. ''Bir bakalım,''dedi. Dudaklarını ısırmış olması Dilhun'nun bakışlarının oraya kaymasına neden olmuştu. Kitaptan rast gele bir sayfa açmış ve okumaya başlamıştı.
Kontrollü kullandığı eşsiz ses tonu kitaba yeniden hayat verir gibiydi.
''Belki de Jane'in çok genç olduğunu düşündü. Yine de, Jane için şiirler yazdı, hem de güzel şeyler."
"Bir aşk da böyle bitti!" diye mırıldandı Elizabeth sinirleri biraz gerilmiş olarak. "Bana kalırsa aynı şekilde sönüp giden çok aşk vardır. Şiirin aşkı kapı dışarı kaçırdığını acaba ilk önce kim keşfetti?"
Darcy, "Ben öteden beri şiiri aşkın gıdası sayarım," dedi.
"Saf, derin, sağlıklı bir aşk için belki. Zaten güçlü olan bir şeyi, her şey besler. Ama eğer bu hafif, zayıf bir tür eğilimse, benim görüşüme göre, güzel bir sone onu açlıktan öldürür." Darcy ses çıkarmadan gülümsedi. Bunu izleyen genel sessizlik, annesi gene bir pot kıracak korkusuyla
Elizabeth'i titretti.
Siparişlerinin gelmesiyle Aras kitabı kapatıp masada sol tarafa koydu. Onu pür dikkat dinleyen Dilhun'a baktı. Bugün ikisinin de gözlerinden sürekli geçen duygu hayranlıktı.
''Afiyet olsun,''
Dilhun,''Eğer kahveleri de güzelse burası beş yıldız almaya hak kazandı,'' diyerek kıkırdadı bir yudum kahve içti. Dudaklarına değer değmez içini rahatlatan kahve gözlerini kapatmasına neden oldu. Rahatça arkasına yaslanıp fincanını yerine koydu. Kahve'nin sunumunu inceledi. Yine ahşap sunum tabağının ortasında kokulu mum yanan bir servis gelmişti önlerine. Çok güzeldi. İnsan'nın içini ısıtıyordu.
Şömineden gelen yanan odunların sesi yağan yağmurda biraz daha rahatlamasını sağladı. Burayı şimdi keşfettiğine inanamıyordu. Tam okumalık,bir şeyler yazmalık ve kendini dinlemek için ideal bir yerdi. ''Teşekkür ederim. Burası gerçekten harika,''
Aras cevap vermek yerine sadece gülümsedi. Gülümseyişini çalan telefonu bozdu. Islak ceketinin içinden telefonunu çıkarıp baktı. Arayan Eflatun'du.
''Affedersin bunu açmalıyım,'' diyip telefonu açtı.
''Alo?''
''Aras Bey ağrınız var mı nasılsınız? Ben o yüzden aradım?''
''Hayır iyiyim teşekkürler.''
Acaba telefonunun sesinin dışarıya çıktığından haberi var mı diye düşündü Dilhun. Telefonda ki bir kadın sesiydi. Resmi konuşuyorlardı ama Aras'ın gülen yüzüne bir gölge inmişti. Bu kadın kimdi ve Aras'ın neden ağrısı olmalıydı? Kafasında bu sorular dönüp dururken Aras telefonu kapatıp ona baktı. Yüzünde ki gölge halihazırda duruyordu. Ona bir şey söylemesini bekledi. Ama söylemedi. O da sormadı. Onun yerine kahvesini içip gözlerini kaçırdı. İçine kolaylıkla şüphe düşebilirdi. Düşmesi gereken şüphe tohumu düşmüştü ve canını sıkmaya başlamıştı.
''Okumamı ister misin?''
''Evet,lütfen.''
Bu sefer sesi heyecandan yoksundu. Daha önce okumuş olduğu sayfa şiirin aşkla ilgisiyle ilgiliydi. Elizabeth'e katılıyordu. Güçlü bir aşk her şeyden beslenirdi. Kaostan da güzelliklerden de. Ama zayıf bir aşk onu aşan bir güzelliğin önünde kaybolur giderdi. Aras yeniden sayfaları karıştırmaya başladı.
"Her insanın, yaratılışı gereği ister istemez şeytani, doğal bir kusura meyilli olduğuna inanıyorum. Dünyanın en üstün eğitimini bile alsa işe yaramaz."
"Ve sizin kusurunuz da, herkesten nefret etme arzunuz."
"Ve sizinki de," dedi Darcy, gülümseyerek " insanları yanlış anlamaya dünden razı oluşunuz."
Aras'ın okuduğu bu kısa kesit içinde ki şüphe tohumlarını sulamıştı. Daha önce de düşündüğü gibi bir şey mükemmelse her zaman sakladığı bir kusuru olurdu. Aras'ın şeytani kusuru neydi ve bunu ne zaman öğrenecekti merak ediyordu. Karşısında duran adamın bir türlü kusursuz olmasını kabullenemiyordu. Ya kendisi boşa şüpheleniyordu Aras türünün tek örneğiydi ya da çok iyi rol yapıyordu.
Emin olduğu tek bir şey vardı. O da zamanı geldiğinde saklı olan bütün kusurlar ortaya çıkacaktı.
*******
Tekrardan hepinize merhaba! Nasılsınız? umarım iyisinizdir. Bu bölümü nasıl buldunuz?
Aras kafanızda kesin olarak beliren şeyler nelerdir?
Karakterleri benzettiğiniz oyuncular var mı?
Yorumlarınızı bekliyor ve sizi seviyorumm
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top