3. Kenan İçin Adalet


Şarkı:  Writer In The Dark- Lorde

Sıcaktan kavrulduğum bir yaz günüydü. Okulun tıklım tıklım kütüphanesinde fazlasıyla bunalsam da, final sınavlarım yüzünden buna katlanmak zorundaydım. Bu şartlar altında okuduğumu anlamak da güçleşiyordu. Bazen aynı sayfayı üç defa baştan sona okuduğum oluyordu, yine de tam anlamıyla zihnimde yapılandıramıyorum. Telefonumu çıkarıp saate baktım. Tuvalete gitmek dışında neredeyse aralıksız sekiz saattir çalışıyordum. Sabah kahvaltıdan beri hiçbir şey yememiştim ve artık açlıktan ölmek üzereydim. Cüzdanımı ve telefonumu elime alıp sessizce masamdan kalktım ve kütüphaneden dışarı çıktım. Kantine gidip bir şeyler atıştırdıktan sonra çalışmaya geri dönmeyi düşünüyordum. Herhangi bir kafeye gidip gelmek iki saate yakın vaktimi alacağı için akşam yemeğini de abur cuburlarla geçiştirecektim. İlk defa yaptığım bir şey değildi neticesinde. Bu zamana kadar sınav haftalarında sürekli aynı şeyi yapmıştım. İyi bir not için bazı şeyleri feda etmek gerekiyordu.

Kantine vardığımda raflardan yemek istediğim atıştırmalıkları alıp boş bir masaya geçip oturdum. Telefonumu çıkarıp atıştırırken bir yandan da gelen mesajlara yanıt vermek istedim.

Kenan'dan iki mesaj vardı.

"Ne yapıyorsun?" 15.30
"Yemek yedin mi?" 17.50

Aptal bir aşık olduğum için yüzümdeki gülümsemeyle önümdeki abur cuburların fotoğrafın çektim ve ona yolladım.

"Akşam yemeğim." Diye yazdım. Anında mesajımı gördü. Birkaç saniye sonra yazmaya başladı.

"Öğle yemeği de yememiştin, hastalanacaksın Efsun!"

O an bütün stresimi, sınava dair endişelerimi, hatta açlığımı bile unuttum. Birinin bana değer vermesi alışık olduğum bir şey değildi. Başka insanlar için oldukça sıradan olsa da benim için o kadar özeldi ki, kocaman gülümsememe sebep olmuştu.

"Yemek yemek için vaktim yok :(. Gece yurda gidince yemek sipariş ederim."

Bir kez daha anında görüp yazmaya başladı. Mesajını göndermesini bekledim ancak belli ki çoktan yazdıklarını silmişti. Kısa bir süre sonra adının altında son görüldü saati yazıyordu. Ekranı kapatıp telefonumu masamın üstüne koydum. Hızla atıştırmalıklarımı yemeye çalışırken bir yandan da gözüm telefonumun üstündeydi. Neden cevap vermemişti ki? Alt tarafı yemek yememiştim, bunu büyütecek ne vardı?

Sıkıntıyla iç çekip çalıştığım konuları aklıma getirmeye çalıştım. Bu şekilde tekrar yapmış oluyordum.

Yeterince doyduğumda telefonumu ve cüzdanımı alıp kütüphaneye geri döndüm. Masama oturup çalışmaya başlamadan önce dağılan masamı düzenledim. Dağınık bir ortamda çalışmaktan oldum olası nefret etmiştim. Her şeyi düzenledikten sonra kitabımı açıp elime kalemimi aldım ve kısa kısa notlar alarak çalışmama kaldığım yerden devam ettim.

Bir saate yakın verimli bir şekilde ders çalıştım. Karnım kısmen tok olduğu için odaklanmak da kolaylaşmıştı. Hava hala çok sıcaktı ancak bunu gözardı ediyordum. Yine de arada bir not tuttuğum kağıtları yelpaze olarak kullanmıyor değildim. Sandalyeme yaslanıp, anlamadığım soru üzerinde düşünürken, telefonum titremeye başladı. Elime alıp kimin aradığına baktığımda yüzümde kocaman bir gülümseme belirdi.  Hızla ayağa kalkıp dışarı çıktım. Kütüphanenin kapısını kapatır kapatmaz telefonu açıp kulağıma götürdüm.

"Efendim?" dedim neşeli bir sesle.

"Dışarı gelsene." dedi Kenan. Kaşlarım merakla yukarı doğru kıvrıldı. 

"Dışarı mı?" diye sordum anlamayarak.

"Evet," diye konuştu iç çekerken. "Aç kalmana gönlüm razı olmadı. Sana yemek getirdim, bahçeyi gelip yedikten sonra çalışmana geri dönersin." 

Anılarımın içinden sıyrılıp gerçek dünyaya dönmeye zorladım kendimi. Geçmişi hatılarlamak acımı azaltmıyordu, aksine ne kadar büyük bir kayıp verdiğimi hatırlatıyordu. Derin bir nefes alarak bu düşüncelerden kurtulmaya çalıştım. 

Islak saçlarımdan akan su, belirli aralıklarla deri koltuğa damlıyordu. Klimanın çıkardığı hafif uğultu dışında arabanın içi sessizdi. Yağmur hala aynı şiddette yağıyordu. Arabanın silecekleri bir sağa bir sola hareket ederken, kötü hava koşullar nedeniyle trafik vardı. Artık ağlamıyordum fakat ara ara istemsizce iç çekiyordum. Üzerimdeki cekete biraz daha sarıldım. Klima çalışıyor olsa da üzerimdeki kıyafetler sırılsıklam olmuştu, bu yüzden hala üşüyordum. Göz ucuyla bana baktığını ve üşüdüğümü fark ettiğini gördüm. Uzanıp klimanın sıcaklığını biraz daha arttırdı. Yüzümü görmesini istemediğim için sağ tarafa dönüp dışarıyı izlemeye başladım. Hayatım boyunca insanlara karşı hep fazla temkinli yaklaşmıştım. Kendi kendimi korumazsam kimsenin beni korumayacağını biliyordum. Ancak şimdi hayattan o kadar bıkmıştım ki, beni ıssız bir yerde öldüreceğini bilsem bile sesimi çıkarmayacaktım. O yüzden arabasına binmiştim ve beni nereye götürdüğünü bile merak edip sormamıştım.

Merak ettiğim tek şey bulunduğum yeri nasıl öğrendiğiydi. Koca şehirde herhangi bir yerde olabilirdim ancak o beni eliyle koymuş gibi bulmuştu. Peşime birini mi takmıştı yoksa bizzat kendisi mi takip ediyordu? Cevap hangisi olursa olsun beni bir şekilde takip etmişti ve bu oldukça şüpheli bir durumdu. 

Bir süre daha sessizce yolculuk ettiğimizde araba, bugün terk ettiğim otelin önünde durdu. "Buraya dönmek istemiyorum." dedim sesimi bulduğumda. Aslında hiç konuşmamış olmayı yeğlerdim ancak bunu söylemem gerekiyordu. Emniyet kemerini açarken, "Üzerindekileri değiştirmen gerek. Bu kıyafetlerle evine gidemezsin." diye konuştu ve ardından ekledi: "Tabii zatürre olmak istiyorsan başka."

Cevap vermemi beklemeden arka koltuğa bıraktığı şemsiyesini aldı ve arabadan indi. Bir evim yoktu, o yüzden nasıl geri döndüğümün de pek önemi yoktu. Emniyet kemerimi çözerken arabanın önünde dolandığını gördüm. Beni beklemeden otele gireceğini düşünmüştüm fakat tam aksine arabanın önünde dolanıp nihayetinde kapımı açmıştı. Bu gerçekten de beklediğim bir şey değildi. O yüzden bir süre sadece ona baktım.

"İnmeyecek misin?" diye sordu. "Seni başka bir yere de götürebilirim ancak bu trafikte hasta olmanı engelleyemeyiz." 

Başımı iki yana sallayarak arabadan indim. Kapıyı kapattı ve şemsiyeyi benim üzerime tuttu. Vale gelip arabanın anahtarlarını ondan alana dek yağmurun altında ıslandı. Ceketini bana verdiği için üzerinde sadece ince bir gömlek vardı. Özenle yukarı kaldırdığı saçları yağmurda ıslanıp alnına düşmüştü. 

"Gidelim." dedi ve otele girene kadar bir an bile şemsiyeyi başka tarafa hareket ettirmedi. Benim yüzümden ıslanmasını istemiyordum, bu beni ona karşı mahcup hissettiriyordu. Oysaki ondan nefret etmek istiyordum. Benimle oyun mu oynuyordu yoksa gerçekten de yardım mı ediyordu? Kenan'ın ölümünde parmağı var mıydı yoksa gerçekten engellemeye mi çalışmıştı?

Bu sorular aklımı kurcalarken, otele giriş yaptık. Birkaç saat öncesinin aksine tek bir insan bile yoktu. Resepsiyondaki kadın bile gitmişti. Bu işte bir terslik vardı, bunu herkes fark edebilirdi. Kendimi tutamayıp sordum:

"Neden kimse yok?" 

Şemsiyeyi kapatmakta olan adam, göz ucuyla bana baktıktan sonra cevap verdi. "Bu haldeyken insanların seni görmesini istemeyeceğini düşündüm. O yüzden odaya gidene kadar kimsenin olmamasını söyledim." 

Kaşlarım anlamlandıramadığım bu olay karşısında çatıldı. "Ne? Bunu nasıl yaptın?" diye sordum.

"Bu otel bana ait. O yüzden çok da zor olmadı. Hadi, gidelim." dedi oldukça rahat bir şekilde ve asansörlere doğru yürüdü. Arkasından bakarken, yaptığı şeye inanamıyordum. Peşinden gitmeden önce etrafıma göz gezdirdim. Bu otelin sahibi olduğunu düşününce içimde kötü duygular filizlendi. Zengin olduğunu biliyordum. Tuttuğu odadan, arabasından, kıyafetlerine kadar her şey bunu gözler önüne seriyordu ancak bu kadarını tahmin dahi edemezdim. 

Fazla zengindi.

İlerlemediğimi fark edince durup omzunun üstünden geriye baktı. 

"Gelmeyecek misin?" 

Cevap vermeden ilerlemeye başladım ve ona yetiştim. Beraber asansörlerin bulunduğu yere ulaştık. Asansörlerin hepsi giriş kattaydı. İlk ulaştığımız asansöre binince onunla birlikte ben de bindim. Çıkacağımız katı tuşladı ve asansörün kapıları kapanarak yukarı çıkmaya başladı. Sessizdik. Asansörden inip odaya gidene kadar hiç konuşmadık. Odanın önüne geldiğimizde beyaz bir kart çıkardı ve kapıya dokundu. Ardından kapıyı açıp içeri geçmemi bekledi. Göz teması kurmaktan kaçınarak içeri adım attım. Odaya göz gezdirdiğimde, yerdeki kusmuğumun çoktan temizlendiğini görmüştüm. Ardımdan içeri girip kapıyı kapattı ve yanımdan geçip koltuk takımına doğru ilerledi. Oturacağını düşünmüştüm ancak koltuğun üstünden büyük siyah bir mağaza poşeti aldı ve yanıma gelip bana uzattı. 

"İstersen duş alıp üzerini değiştirebilirsin. Duş almak istemiyorsan da direkt bunları giyinebilirsin." diye kısa bir açıklama yaptı. Tereddüt ederek elinden aldığım poşete göz ucuyla baktım. İçinde kadın kıyafetleri vardı. Bu poşetin önceden burada olup olmadığını hatırlamaya çalıştım ancak hafızamın derinliklerinde hiçbir şey bulamadım. Aklımda yeni soru işaretleri oluşsa da hiçbir şey sormayarak yatay odasına ilerledi. İçeri girdiğimde kapıyı kapatıp ıslak kıyafetlerimi çıkarmaya başladım. Poşetin içinde iç çamaşıra kadar her şey vardı. Beyaz bir kazak, siyah pantolon ve siyah bir mont ile beyaz bir atkı vardı. Mont dışında her şeyi hızla giyinip ıslak kıyafetlerimi geri götürmek için poşetin içine koydum içine koydum. 

Üzerimi değiştirmiş olsam da, elim kapı kolunun üzerinde uzun bir süre dışarı çıkabilmek için cesaretimi toplamaya çalıştım. Dışarı çıktığımda öylece yanından geçerek çekip gidemezdim. Ona sormam gerekenler vardı. İşte tam olarak bundan korkuyordum. O bana yalan söylerken, aptalca karşısında durup inanmaktan korkuyordum. Gerçeği ayırt edememekten, gerçeğe ulaşamamaktan korkuyordum. Doğru söyleyip söylemediğini nereden bilecektim? Gözlerinin içine bakarken, yalanlarına aldanmaktan kendimi nasıl alıkoyacaktım? Peki ya doğruları söylerse, o zaman da ona inanmamayı mı seçecektim?

Başımı yere eğip gözlerimi kapattım. Kötü düşüncelerin esiriyken, doğru düşünebilmem çok daha zorlaşıyordu. Derin bir nefes alıp cesaretimi toplamaya çalıştım. Başımı kaldırdım, omuzlarımı dikleştirdim ve kapıyı açıp dışarı çıktım. Odanın içinde gözlerim bir süre onu aradı. Yemek masasının önünde, tabakları masaya diziyordu. Güzel yemek kokuları anında burnuma ulaştı. Midem açlığımı hatırlatmak istercesine guruldadı. 

Odadan çıktığımı duyunca başını kaldırıp aynı ifadesiz sesle konuştu: "Yemek yemeden çıktığını söylediler." 

"Aç değilim." diye yalan söyledim. Oysaki delicesine açtım. Masaya oturup nefes bile almadan yemek yemek istiyordum. Güçsüz kalmıştım. 

"Bak," diye konuşmaya başladı. "Kendini öldürmek için mi çabalıyorsun, bilmiyorum ama inan bana bu yöntemin ölmek için en iyi yol değil." Espri falan yaptığını mı sanıyordu? Güleceğimi mi düşünmüştü gerçekten? Hiç tepki vermeden yüzüne baktım.

"Bazı şeyleri oturup konuşmamız gerekiyor. Bunun için de bedenen iyi durumda olmalısın. Aç halinin sana yararı yok." 

Söylediklerinde sonuna kadar haklı olsa da gururum beni engelliyordu. Bu büyük ikilemle boğuşurken ne bir şey söyleyebiliyordum, ne de hareket edebiliyordum. Bana yardım etsin, beni düşünsün istemiyordum. Bir pislik gibi davranmalıydı. Ondan nefret etmemi zorlaştırmamalıydı. 

"Yemekleri ben yapmadım." dedi üsteleyerek. "Otelin aşçısı yaptı, ben sadece yemek getirmelerini söyledim. Hiç katkım olmadığına emin olabilirsin." 

Daha fazla direnemedim ve hiç konuşmadan yemek masasına geçip oturdum. Masada her çeşit yemek vardı. Börekten, bifteğe, yaprak sarmasından mantıya aklıma gelebilecek her şey vardı. Masanın uzaktaki diğer ucuna oturdu ve belli ki ben yemek yerken rahat edebileyim diye telefonunu çıkarıp bir an bile gözlerini ayırmadı. Masadaki her şeyden tabağıma bolca aldım. Hepsini yiyemeyeceğimi biliyordum, hatta bir anda çok fazla yemek yemenin bana zarar vereceğini de biliyordum. Fakat o kadar çok acıkmıştım ki, bir anda kendimi yemeğe yumulurken bulmuştum. Acele etmeden yavaş yavaş yemeye çalışsam da pek becerememiş gibiydim. Kısa bir sürede patlayacak kadar yemek yemiştim. 

Önümdeki su dolu bardağa uzanıp aldım ve suyu tek dikişte içtim. Yemek yerken bir yandan da ona soracağım sorulara kendimi hazırlamıştım. Konuyu dolandırmayı seven bir insan değildim. Açıkçası burada fazladan bir dakika bile kalmak istemiyordum. Öğrenmek istediklerimi öğrenip buradan çıkmak ve bu adamı hayatımda bir daha asla görmek istemiyordum.

"Kenan'ı kim öldürdü? Sen mi, Atay Holdingin CEO'su Cemil mi?" 

Ani sorum karşısında afallamış gibi görünüyordu. Gün boyunca gerekmedikçe tek kelime bile etmemiştim. Öyle de devam edeceğimi düşünüyor olacaktı ki, birkaç saniye boş bir şekilde gözlerimin içine baktı. Onun gözlerinin içine bakmak, hayatımda yapmak zorunda olduğum en zor şeydi. Kenan öldüğünde gördüğüm tek şey onun kahverengi gözleriydi. 

"Kenan benim arkadaşımdı." diyerek üstü kapalı bir itirafta bulundu.

"Kenan'ın senden bahsettiğine hiç şahit olmadım. Adını dahi bilmiyorum, nasıl arkadaşı oluyorsun öyleyse?" Kendimi o an kurbanın yakını gibi düşünmedim, ben gerçeği öğrenmek isteyen bir muhabirdim ve benim işim sorular sorarak gerçeği ortaya çıkarmaktı.

"Çünkü ayda yılda bir, denk geldiğimizde bir araya geliyorduk. İkimiz de çok meşgul olduğumuz için ortak bir zaman bulup buluşmak çok zordu. Ancak bir araya geldiğimiz zaman, bütün sırlarımızı paylaşacak kadar yakındık." 

Gözlerimi kısarak yüzünü inceledim ancak şüphe uyandıracak hiçbir harekette bulunmadı. Sesi hiç titrememişti ve oldukça doğal bir şekilde konuşmuştu. Gardını indirebilmem için çok daha fazla soruya ihtiyacım vardı.

"Kenan'ı kimin öldürdüğünü söylemedin." dedim hatırlatarak.

"Ben de emin değilim." diye cevap verdiğinde histerik bir şekilde güldüm.

"Kimin öldürdüğünü bilmiyorsan, öldürüleceğini nasıl bildin?" 

"Çünkü," dedi öfkeli bir ses tonuyla. "Çünkü bana çok yanlış bir şey yaptığını, bunun bedelini ödemekten başka çaresi olmadığını söyledi." 

"Ve senin de aklına direkt öldürüleceği mi geldi? Üstelik yeri ve zamanı da biliyordun." 

Sorular ardına sorular soruyordum ancak onun her zaman mantıklı bir cevabı oluyordu. Üstelik bir saniye bile geçmeden cevaplıyordu. "Çünkü onunla beraber gittim."

"Neden?" 

"Engelleyebileceğimi düşündüm ancak onu durdurmamam için bana söz verdirdi. İstediği son şeydi. Bu yüzden senden yardım istedim. Onu engelleyebileceğini düşündüm." 

Söyledikleri o kadar karmaşık ve anlamsız geliyordu ki, bir dakika boyunca anlamaya çalıştım. Elimle şakaklarımı tutup düşünürken, "Kendini öldürdüğünü mü ima ediyorsun? İntihar mı etti?" 

"Hayır." dedi anında. "İntihar etmedi." 

Söyledikleri ve şahit olduklarımı bir kefeye koymaya çalıştım ancak hiçbir mantık çerçevesinde açıklayamıyordum. "Sen kimsin?" diye sordum en sonunda. Bu olayların hepsi, ondan aldığım telefon görüşmesiyle başlamıştı ve bazı şeyleri anlamlandırmak için en başa dönmem gerekiyordu.

"Ben Kartal Sönmez." dedi kısaca. "Atay Holding'in müdürüyüm ve CEO'nun en yakın arkadaşıyım." 

Neden bu kadar sakin cevap veriyordu? Belli ki ya o ya da şirketin CEO'su Kenan'ı öldürmüştü ve rahat bir şekilde karşıma çıkıp konuşabiliyordu.

"Demek arkadaşısın," dedim yüzümde iğrenir bir gülümsemeyle. "Bu yüzden mi beni takip ettin karakola kadar? İfade verip vermediğimi öğrenmek mi istedin? Beni mahvettin ve yardım ediyormuş gibi görünerek Kenan'ın ölümünü bambaşka insanlara yıkmak için beni ikna etmeye mi çalışıyorsun? Eğer istediğin buysa, sana inanmayacağım, bu yüzden beni de öldürseniz iyi edersiniz." Sözlerimi bitirdiğimde çantamı elime alıp hışımla ayağa kalktım. Odadan çıkmak üzere ilerlediğim an o da paralel olarak ayağa kalktı ve bileğimden yakalayarak beni durdurdu. 

Omzumun üstünden öfkeyle gözlerinin içine baktım. "Bu kadar inatçı olmak zorunda mısın? Gerçekten neler olduğunu göremeyecek kadar kör müsün?" dedi sinirle. Ne demek istediğini anlamıyordum. Göremediğim şey neydi? Kahverengi gözleri bıkmış bir şekilde bakıyordu. Bileğimi bırakmadı.

"Evet, bu işin peşini bırak diye seninle konuşuyorum. Onları yenecek kadar gücün yok, onları yenebilmen için elinde hiçbir şey yok. Tek bildiğin burnunun dikine gidip kendini öldürmek olacak. Bırak artık. Olan oldu. Geçmişe gidebilseydim seni asla aramazdım, bilmeseydin her şey senin için çok daha kolay ve güvenli olurdu, anlıyor musun? Çünkü böyle devam edersen, seni de öldürecekler." 

"Beni tehdit mi ediyorsun? Gözümü korkutmak mı istiyorsun?" diye sorduğumda bileğimi bıraktı ve öfkeyle ne yapacağını şaşırmış halde saçlarını dağıttı.

"Seni tehdit etmiyorum, sana sadece olabilecekleri söylüyorum. Aradaki farkı ayırt edemiyor musun?" 

Cevap vermeden yüzüne baktım sadece. Kahverengi gözlerine bakınca beni ikna etmek için ne kadar yoğun bir çaba sarf ettiğini gördüm. Sakinleşmek için derin bir nefes aldı.

"Kenan seni bu işin içine karıştırdığımı bilseydi, benden nefret ederdi. O yüzden lütfen, lütfen, unut her şeyi. Beni unut, gördüklerini unut, Kenan'ı unut." 

"Sana ne?" diye çıkıştım aniden. Duygularım bir anda patlak vermişti. "Sana ne bundan? Ölmek istiyorsam, ölmek istiyorum. Yağmurda ıslanmak istiyorsam, ıslanmak istiyorum. O gün beni engellemeseydin, belki de Kenan hiç ölmeyecekti. Beni susturmasaydın Kenan ölmeyecekti!" Sesim sonlara doğru titremişti. Gözlerimin dolmasını engelleyemedim.

"Yağmurda ıslanacaksam, bırak ıslanayım. Bağırıp çağıracaksam, bırak bağırayım. Öleceksem, bırak da öleyim. Kahretsin, benden ne istiyorsun? Şemsiyenle çıkıp geldiğinde, ben çoktan ıslanmıştım. Umut olduğunu mu zannediyorsun? Beni koruduğunu mu zannediyorsun?" Konuşmaktan tükenmiştim. Artık gözyaşlarımı tutamıyordum. Ağlamaktan harap olmuştum ancak gözyaşlarımı durduramıyordum. Kısık bir sesle konuştum. "Daha fazla yaklaşma, sadece beni yalnız bırak." Kelimeler dudaklarımdan dökülürken, tepki vermeden beni dinliyordu. Önünde ağladığım için kendimi aciz hissediyordum. "Sadece beni gördüğünde daha soğukkanlı ol ve yanımdan geçip git."

"Öleceksin." dedi sadece, düz bir sesle. Burnumu çekip gözyaşlarımı sildim. 

"Ben kendi yolumdan gideceğim. Sonum ölüm olsa da, Kenan'ın katillerini adalete teslim etmeden, durmayacağım. Sen yapacağını yaptın. Bu artık benim kararım." 

Sessiz kaldı. Söylemek istediği yüzlerce şey olduğunu gözlerine bakarken görebiliyordum ancak konuşmamak için büyük bir çaba sarf ediyordu. 

"Ve umarım, bu seni son görüşüm olur." dedim ben de düz bir sesle. "Seni daha fazla görmek istemiyorum."

*********

"Kenan İçin Adalet!" 

Yazılı pankartımı tutarken, soğuk hava yüzünden akan burnumu çektim. Nereyse iki saattir sokakta dikiliyordum ve kelimenin tam anlamıyla donmuştum. Ayak parmaklarımı hissedemiyordum bile. Kenan'ın çalıştığı şirketin önüne her gün gelip pankart açıyordum ancak henüz bir sonuç alamamıştım. İnsanlar beni umursamadan, garip bakışlar atıp geçiyorlardı. Bazıları kendi aralarında benim hakkımda konuşurken, "Garip, çatlak, deli, çıldırmış," gibi kelimeler kullanıyordu. Dört sene boyunca hizmet ettiği şirketten hiçkimse Kenan'ın ölümünü umarsamıyordu. Tam bir ay olmuştu. Öldüğünü kabullenmek istemiyordum, bu yüzden henüz mezarına bile gitmemiştim. Toprağa karışan bedenine şahit olmak beni yıkardı, biliyordum. Oysaki benim güçlü kalmam gerekiyordu, kanıt toplamalıydım. Daha fazla insan Kenan'ın ölümünün ardındaki gerçeği öğrenmeliydi.

Bir ay boyunca, çok fazla şey denemiştim. Önce sesimi duyurmak için sosyal medyayı kullanmaya çalışmıştım ancak yazılarımın hepsi ben yayınladıktan birkaç saat sonra silinerek kayboluyordu. Farklı farklı hesaplar açarak yazılar yazmıştım ancak ya yazılarım kaldırılmıştı ya da hesaplarım silinmişti. 

Sosyal medyanın işe yaramadığını fark edince küçük büyük bütün gazetelere, muhabirlere, yayın şirketlerine olayı mail ile anlatmaya çalıştım ancak kimse geri dönüş yapmadı. Kartal'ın dediği gibi, hiçbir şeye sahip değildim. Bana yardım edecek ailem bile yoktu. Yapayalnız bir savaş veriyordum. Sırf bu yüzden her gece pes etmeyi düşünmüştüm. Elimden hiçbir şey gelmiyordu. Tutunduğum her dal kopup beni yaralıyordu. Çoğu zaman anlamsız bir savaş verdiğimi düşünüyordum. Sonra kulaklarımda Kartal'ın  sözleri canlanıyordu. Haklı olduğunu biliyordum. Haklı olduğunu bildiğim için de daha çok asılıyordum ve başarma arzusuyla doluyordum. Biliyordum zordu ancak başarmak zorundaydım. 

Soğukta kaskatı bedenimin daha fazla dayanamayacağını anlayınca pankartımla beraber köşe başındaki kahveciye doğru yürüdüm. Sıcak bir kahve içip ısındıktan sonra geri dönüp iki saat daha durabilirdim. Ağır adımlarla ilerlerken, sıkıntıyla nefesimi dışarı verdim. Sıcak nefesim soğuk havayla buluşup beyaz bir sis oluşturdu. Yürürken neler yapabileceğimi düşünüyordum. Belki de daha büyük, daha dikkat çeken bir pankart hazırlamalıydım. Belki de hoparlör ile yazdığım şeylerin herkes tarafından duyulmasını sağlayabilirdim. Bu fikir aklıma yatınca ayrıntılarını düşünmeye başlamıştım. Hangi özelliklerde bir hoparlör alabilirdim? Seslendirmeyi ben mi yapmalıydım yoksa daha gür sesli, dikkat çekebilecek birini mi bulmalıydım? 

Bu düşünceler zihnimden geçerken, kafeye oldukça yaklaşmıştım. Elimde pankart, ilerlerken köşeden siyah pahalı bir araba sokağa girdi. Güneş kısa bir süre arabanın camına yansıdı ve dikkatimi çekti. Araba yaklaştıkça ilk gördüğüm takım elbiseli bir şoför olmuştu ancak hemen sonra arka koltuktaki bir başka adam gözüme çarpmıştı. Elinde telefonu vardı ve tüm dikkatiyle telefonuna bakıyordu. O pahalı takım elbisesinin içinde onu hemen tanımıştım. Çünkü belki binlerce kez onun fotoğraflarına bakmış, intikam alacağım günü hayal etmiştim. İşte ordaydı. Hiç tahmin edemeyeceğim kadar yakınımdaydı. Araba bana doğru yaklaşırken, hiçbir şey düşünemedim. İçgüdülerim bedenimi ele geçirirken, elimdeki pankartı çoktan yere atmıştım ve sokağın ortasına doğru koşuyordum.

Ellerimi iki yana doğru açtım ve arabanın karşısında durdum. Neye uğradığını şaşıran şoför bir anda frene bastı ve araba hemen önümde durdu. Yüzümde zafer kazandığımı belli eden sinsi bir gülümseme yer alırken, arka koltukta oturan Cemil, Atay Holdingin CEO'su öne doğru eğilerek, arabasının önünü kesen bu çatlağa şaşırmış bir halde bakıyordu.

Sonunda Cemil Atay, diye düşündüm. Sonunda karşılaştık.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top