Şükrü Erbaş

Dizelere gönlünü akıtmış tüm kullanıcılarımıza merhaba!

Çağımızın usta şairi, kelimelere kendince rota çizen ve düşünmekten, öğrenmekten, öğretmekten vazgeçmeyen Şükrü Erbaş'ı bugün sizlere sunuyoruz. Kendisinin gerçekleştirdiği birçok röportajdan sizlere şiire ve şiir yazmaya dair ışık tutacak birkaç soru/cevap seçtik.

Keyifli okumalar dileriz!

Öncelikle şiir nedir, neye denk düşer yaşamda, onu öğrenelim şairimizden.

Şiir bizim eski yalnızlığımızdır. Şiir bizim en kalabalık, en verimli, en yaratıcı, en merhametli yalnızlığımızdır.

Kendimizi üzgün, uzak, kırık, tenha hissettiğimiz bir duygu bizi alır ve adına 'yalnızlık' denen; harflerden, seslerden ve renklerden oluşan daha doygun bir yalnızlığa çeker. Biz, yazılanın yalnızlığına 'bizi dünyaya bağlayacak' diyebiliriz. Oturup çırpına çırpına yazarız. Çekilip geldiğimiz ya da çekip getirdiğimiz kalabalık, yazdıklarınızda çığlar durur. Yaza yaza bir başka kalabalık yaratırız. Yazıdan başımızı kaldırdığımızda; adını koyamadığımız, daha doygun ve daha ağır bir başka yalnızlığa düşeriz. Aslında biz yazan, çizen ya da müzik yapan herkes, tıpkı bir sarkaç gibi iki olgu arasında gidip geliriz: Kalabalık ve yalnızlık, umut ve acı, hayal ve gerçek. Sarkacın iki uçtan birinde durması, hatta bu salınımın herhangi bir yerinde durması hakiki anlamda da mecazi anlamda da ölüm demektir. O yüzden edebiyat, resim ve müzik yapan herkes aslında kalabalığı yalnızlığa; yalnızlığı kalabalığa, acıyı umuda, hayali gerçeğe, gerçeği hatıraya çeviren birer yaşam simyacısıdır.

Okuduğunuz şiir ve kitaplarda sizi yansıttığını düşündüğünüz şeyler aslında sizin içinizde kalmış ve yazıya geçmiş metinlerdir.

Şiir, duygu ve düşüncelerin; acıların, heveslerin, umutların, sıkıntıların ya da adı her neyse; dillendiremediğiniz ve sizi gece gündüz boğan kargaşanın yazıya dökülmüş halidir. Benim yazdıklarımda bulduklarınız sadece benim hayat ve duygularıma ilgili şeyler değil, sizin de hayatınız ve duygularınızla ilgili olan şeylerdir. Çünkü ben hiçbir sanatçının sadece kendi hayatından oluşan eserler ortaya koyduğunu düşünmüyorum. Başlarken böyle başlayabilirsiniz ancak kısa bir süre sonra benliğiniz, içinde yaşadığınız zamanın ve toplumun ruhunun içinizde çalkalandığı bir benliğe dönüşür. Bir süre sonra sadece kendi hayatınızı yaşayamazsınız zaten.

Benim hayatım ve yazdıklarım yalnızca benim yaşadıklarımla ilgili bir şey değil. Bende acıya dönmüş her şey; sizin veya bir başkasının yaşadığı ne varsa bir biçimde o şair/sanatçı 'benliğinin' halk bilincinde birikir ve toplumsal bir benliğe dönüşür. Dolayısıyla siz benim yazdıklarımdan bir tat, bir haz alıyorsanız o sizindir. İyi bir okumanın, o metni aslında yeniden yazmak olduğuna inanırım ben. Dostoyevski ile Karamazov Kardeşler'in içine girmişsek onunla birlikte o kitabı yeniden yazıyoruz aslında. Kafka veya Yaşar Kemal de olabilir bu. Ya da iyi bir müzik dinleyicisiysek Mozart veya Muharrem Ertaş ile o müziği yeniden yazıyor ve söylüyoruz. Bunu biz yapıyoruz.

Hem şiirlerinizde hem de düzyazılarınızda bir sözcük işçiliği ve söylem ustalığı ile bu dünyanın acılarından söz ederken okurları başka diyarlara götürüyorsunuz. Uzun bir süredir de çeşitli yerlerde şiir ve insan halleri üzerine konuşmalar yapıyorsunuz. Okurlarınız tarafından anlaşıldığınızı düşünüyor musunuz?

Şair, yazar, böyle bir kaygıyı hep taşır. Ancak, dönüp dolaşıp kendi bildiğini okumaktan başka yapabileceği bir şey de yoktur. Doğru olan budur. Öbür türlüsü, Edip Cansever'in sözünü doğrular: "Herkesle bir olurum/ Kişiliksiz kalırım." Eğer onca insan bana yalan söylemiyorsa, şiirimin, okurun kalbine bir meneviş düşürdüğüne inanıyorum. Bunu, insanların seslerinde, kirpiklerinde, parmaklarında, göz bebeklerinde gördüm. Bu güzel ve ağır yükle kalbim ışıdı, korktu, mahcup oldu...

Bizde şiir kitapları satmaz diye genel bir kanı vardır. Şiirin ve şairin satış gibi bir sorunu olabilir mi, olmalı mıdır?

Şiir okurunun azlığı, sanırım yalnız bizim değil dünya edebiyatının ortak sorunu. Nedeni ve nasıl aşılacağı, çok eski ve uzun bir konu. İnsan elbette yazdıklarının olabildiği kadar çok insan tarafından paylaşılmasını ister. Ancak yazma edimini bunun üzerine kuramaz. Kendinden başka okuru olmasa da yazacaktır. Yoksa varlığına kendi elleriyle son vermiş olur. Biz, Necatigil gibi "biz bu işin tadındayız/ ne paraya çevrilmez/ biz onun ardındayız/ nerdesin ey dost/ yanındayız" desek de, "satış" ne yazık ki insanlara ulaşmanın –şimdilik- tek yolu olarak duruyor orta yerde. Şairin sözlerine gölgeler düşüren bir çaresiz yol.

Şükrü Erbaş, 40 yıl oldu şairlik yaşamınız. Sürekli yazıyor musunuz? Yazdıkça ne gibi sorunlar, pencereler açılıyor önünüzde?

Sürekliden ne anlıyoruz bilmiyorum ama sürekli yazılabileceğine inanmıyorum. Şiirin yazılma süreci, yazıya geçme süreci, çok yorucu bir süreç. Dünya ile bağların koparılıp yeniden kurulduğu bir süreç. Abartılı bulunmazsa bir çeşit travma hali. İnsan yirmi dört saat böyle yaşayabilir mi? Bu mümkün değil. Ancak, dünyaya harflerle bakmak diye bir algı da oluşuyor zamanla. Yazın yazmayın, yaşadığınız, tanık olduğunuz, acısını duyduğunuz her bozuk cümleyi, içinizden düzeltip duruyorsunuz. Çok insani bir biçimde, zaman zaman bir bezginlik duyuyorsunuz. Sonra çaresiz tekrar harflere sığınıyorsunuz. Kısaca, yaşamla ölümün sarkacında çırpınıp duruyorsunuz. Böyle yaşamayı öğreniyorsunuz. Dahası bunu seviyorsunuz.

Bir sanatçının kafası bizlerden daha farklı işler ya, bir şairin kafasının daha da farklı işlediğine inanıyorum. Sanki aldıkları her soluk, dokundukları her eşya ve canlı ya da gözlerine takılan her şey bir dizeye dönüşüyormuş gibi... Yanılıyor muyum?

Buna 'evet, tam da böyle yaşıyorlar' demek, şair dediğimiz insanlara peşin peşin bir ayrıcalık tanımaya götürür bizi. Bir genel değerlendirme olarak, derin bir huzursuzlukla yaşadıklarına ben de inanırım. Yaşanılan gerçekliği durmadan sorgulama, şairleri de diğer yaratıcı alanlarda etkinlikte bulunan insanlar gibi bir çatışmaya götürür. Bu çatışma giderek bir mutsuzluk bilincine dönüşür. İnsanı bir can sıkıntısı yumağına döndürür. Bu kuşatmayı kıracak, değiştirecek bir bakışa, bir dile götürür yazan kişiyi. Ancak hiçbir şair, bütün zamanını şiirin yazılma sürecindeki psikolojiyle yaşayamaz. Bu sürecin çok karmaşık, çok zor, ağır bir süreç olduğunu söylemekle yetineyim. Bu süreçte insanın aklı da kalbi de, olağanın dışında, kolay açıklanamaz bir işleyişe bürünür. Bir anlamda insanı parçalayan bir süreçtir bu. Yine de Eluard'dan ödünç alarak, "şiir hiç de anormal bir şey değildir, insan zekasının doğal davranış türlerinden birisidir" diye bitireyim.

Peki, çözülmesinin zorluğu şiirin değerini arttırır mı?

Elbette hayır. Ne anlaşılmasının kolaylığı, ne de zorluğu bir şiiri değerli ya da değersiz yapar. Tersine, bizim ve dünyanın bütün büyük şiirlerine bakınız, hepsi de okuru bilmece çözmeye götürmeden, malumatfuruşluk taslamadan, o dilin bütün duruluğu ve derinliği ile insanın ruhunu ve yaşadığı gerçekliği hallaç pamuğu gibi atmış, bir dil şöleni olarak yüreğimize akıtmıştır. İşin bir başka yanı da şudur: bazı şiirler bize kapalıdır; şiir birikimimiz o şiirin kapısını aralamakta henüz yetersizdir; zamana ihtiyacımız vardır... bu şiirleri kötülemek de doğru değildir. Ya da anlayamadığımız bu tür şiirler kötü şiirler değildir. Bizim bir bütün olarak edebiyatla kurduğumuz ilişkiye bağlıdır bu tür değerlendirmeler.

Bazı dizeler / şiirler yıllara yayılmış. 2012-2014 gibi tarihler var altlarında. O şiirlerin iki-üç yılda tamamlandığını anlıyor okur. Bir anda oturup yazılmıyor sanırım. Nasıl oluştu Pervane; içindeki şiirler?

Geçenlerde bir soruya verdiğim yanıtta da alıntıladım Mallermé'nin sözünü: "Bir kitap ne başlar, ne biter, olsa olsa öyle görünür." Ben, ilk dizeyi çizgili lise defterine düştüğüm günden bu yana kesintisiz yazıyormuşum duygusunu yaşıyorum. 1968/69 yıllarıydı. Devrime ve aşka kanat çırptığımız yaşlardı. Taşranın, insanı 17 yaşında bin yaşına getirdiği hayatlardı... Sonra, büyük kentlerin başsız ayaksız kalabalıkları başladı. "Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz / Biçim veremediğimiz şeylerin / Biçimini alıyoruz" dediğim günden bu yana bir sonsuz şiiri yazdığımı düşünüyorum. Bazen bir çırpıda çıkıyor, bazen insanı gecesiz gündüzsüz düşürecek kadar güç oluyor, zaman alıyor. Bir şiirin bitmesiyle bir kitabın bitmesi arasında sadece nicelik bir ayrım vardır. Şöyle bağlayayım izin verirsen: Kitaplar şairin, yazarın soluk aldığı, yükünü azıcık indirdiği, terini sildiği, arkasına ve önüne baktığı yol boyu konaklama noktalarıdır. Bu yolun, yazmanın bittiği son konaklama noktası mezardır.

Şairlerin bir anda ilhamla oturup bir şeyler karaladığı zamanlar size de oluyor mu?

Ara ara bir içe doğuştan söz edilebilir elbette. Ancak bu, herkesin biraz alayla sözünü ettiği 'ilham perisi'yle ilgili bir durum değildir. Bizi, zamanın her hangi bir yerinde bir şeyler söylemeye götüren, çok karmaşık bir sürecin dışa vurumudur. Biz, oluşturduğumuz etik ve ideolojik değerlere, yaşama felsefemize, kendimizle ve dünyayla kurduğumuz varoluş ilişkisine göre, bilinçte bilinçaltında birikip duran bir dünya sorunun bir yerinde söz söyleme ihtiyacı duyarız. İlham dediğimiz budur. Sonra oturur, çırpına çırpına bu gelen sözlerden, dizelerden bir yapı kurmaya çalışırız. Şiir dediğimiz bu yapıdır.

Hiç şiirlerinizi dünyaya saldığınız için pişmanlık yaşadınız mı? İç dünyanızı insanlarla paylaşmak yorucu ve ağır geliyor mu?

Behçet Necatigil, 'şiir yazmak, kapatmalarla dolu bir haremi ele güne açmak gibi' der. Başka çareniz, yolunuz yok. En özelinizi, en ağır acınızı, en mahrem arzunuzu, bir yolunu bulup yazacaksınız. Yoksa kendi kendinize sansür uygulamaya başlarsınız. Yoksa sözünüz, içinizdeki acıyı ifade etmede çok yetersiz kalır. Kendinizden yola çıkmazsanız, başka hayatların içine giremezsiniz. Bunu yapmadığınız zaman şiir yazamazsanız, roman yazamazsınız, müzik yapamazsınız, tiyatro yapamazsınız. Yazmada her şey olur ama pişmanlık asla olamaz. Belki şunu hissedersiniz; yıllar geçmiştir, şiiriniz çok daha yetkin bir yere varmıştır, eski şiirlerinizi zayıf bulabilirsiniz. Ama onlar olmasaydı bugünkü şiiriniz olmazdı. Bunu bilir susarsınız.

Acılar bu coğrafyanın gerçeği. Siz yıllardır bu topraklarda yaşanılanların tanığısınız. Nasıl çıktı bu satırlar, neyi anlatıyor?

Nasıl çıktı... ben de bilmiyorum diyeceğim ama yanlış anlaşılacak. "Yazmak, öfkeyi örgütlemektir" der Rimbaud. Sizin ve bütün bir toplumun üstüne ahlaksızca abanıldığı, insan haysiyetinin yerle bir edildiği, gövdenizin bir acı topacına çevrildiği, kapıkulu kültürüyle bütün var oluşunuzun teslim alındığı, uğradığınız şiddetten medet ummaya başladığınız yerde eğer çığlık atmıyorsanız, bu, kötülüğü, korkuyu, ihaneti de geçer, varır bütün bir dünyanın içinde çürüdüğü ağır bir ruh hastalığının kapılarını açar. Ben, bu can çekişmeden korunmak için, neredeyse sayıklar gibi yazdım. Yalnızca sözünü ettiğin dizeleri değil, bütün yazdıklarımı. Neruda, Aragon'dan ödünç bir dize almıştır Yüreğimdeki İspanya kitabında: Çığlığı yansıtmayan tek bir dize var mıdır? 

Rilke 'Genç Şaire Mektuplar'ında soruyor: Şiir senin için nedir? Ne gerek var? Yazmak zorunda mısın?

O kitapta şöyle sorar Rilke, "gecenin en geç ve en derin saatinde kendinize sorunuz, şiir yazmasaydım ölür müydüm, cevabınız evetse yazınız" der ve ekler: "bir şeyi şiirin dışında bir yolla dile getiriyorsanız şiir yazmayınız." Franz Kappus'a yazdığı bu mektuplar (hepsi 9 tanedir) pek çok genç şair için olağanüstü bir kılavuzdur. Evet, çok abartılı, şairane bulunmazsa, sanırım bütün gerçek şairler, yazmasalardı ölürlerdi. Elbette fiziki bir ölüm değil kasıt. Yeraltı suları gibi kendi içlerine gömülür giderlerdi. Başka hiçbir insanın söyleyemeyeceği sözler; insan ruhunu, yaşadığımız gerçekliği başka hiç kimsenin o şekilde algılamayacağı, dönüştüremeyeceği sözler bize ulaşmamış olacaktı. Eğer insanın içinde o yakıcı cevher varsa, en ağır baskılar altında bile, en büyük yoksunluklarda bile bir yolunu bulup bize ulaşacaktır. Çünkü şiir, şairin kendisine indirdiği bir varoluş ayetidir. O ayet yoksa o şair yoktur.

Birçok söyleşinizde önemle vurguladığınız bir düşünceniz var. İnsan içinde yaşadığı çevreyle birdir ve ondan sorumludur, on a gelen zarar aslında insana verilmiş bir zarardır diyorsunuz. Çoğu şeyin hızla tahrip edildiği çağımızda, kişi kendi yaşadığı çevreyi bu anlamda nasıl koruyabilir?

Kendimizi sevmeyi bilmiyoruz. Kendimizi sevmediğimiz için, hiçbir şeyi sevemeyiz. Kendimizin dışındaki her şeyi çok seviyoruz, sevdiğimiz insana 'senin için ölürüm' deriz ama kendimizi sevmeyiz. Böyle bir şey olamaz. Kendini sevmeyen insanın hiç kimseyi ve hiçbir şeyi seveceğine inanamam. Kendini sevecek derken narsisizmden söz etmiyorum. Varlığımızdan, değerimizden haberimiz yok. Biz neyiz, nasılız, nelerden oluşuruz? Varlığımızın birlikte yaşadığımız insanlardan, ağaçlardan, kuşlardan, başka değerlerden, geçmişimizden oluştuğundan haberimiz olmadığı için kente hor davranıyoruz. Kent umurumuzda değil. Marks'ın bir sözü var "kapitalizm gölgesini satamadığı, ağacı keser" diye. Meyve vermiyorsa kesiyorsunuz, gölgesini satamıyorsanız kesiyorsunuz. Farklı insanlarla bir arada yaşama becerimiz yok. Sadece bir kader, zorunlu olarak bizi bir arada yaşamaya zorluyor. Birbirimizi karşılaştırıyor. Ben sana katlanıyorum, sen de bana katlanıyorsun. İnsanlar birbirleriyle temas kurma özelliklerini kaybetti. Acısını duymuyorsun, sevincini anlamıyorsun. Yıkımından, ölüsünden, dirisinden, doğan çocuğundan haberin yok. Nasıl hayatı birlikte göğüsleyeceksiniz. Kendisini sevmeyen, kenti sever mi?

1. Dağlarca Şiir Ödülü töreninde eşinizin çocuklarınıza söylediği 'Babanız içeride şiir yazıyor diye çocuklarımı sessiz ağlattım ben' sözünü hatırlattınız. Bu bir şair veya bir yazar için duyulabilecek en güzel sözlerden olsa gerek...

Orada da söyledim, ölümünden sonra duydum bu sözünü. İçim acıdı. Şiire ayırdığım zamanlar onun zamanlarından çalınmış zamanlardı. Bunun ezikliğini hep yaşadım. Başka yolu da yok yazmanın. Şimdi ardından, becerebilirsem sadece Hatice'ye adanmış, elbette bütün bir dünyayı da içinde devindiren bir kitap çıkaracağım. Girişine de bu sözünü alınlık olarak koyacağım. Telafisi mümkün olmayan bir "borçlanma" oldu bu söz. Ölene kadar önünde eğileceğim...

Son olarak genç yaştaki şair adaylarımız için bir şeyler dinleyelim kendisinden.

İnsanlar genellikle şiire, romana ve öyküye nazaran daha genç yaşta başlıyor. Galiba insanların ilk uğradığı nokta şiir oluyor. Bu biraz da, kolay görünmesinden dolayı şiirin yapısından kaynaklı bir durum. İnsanlar şiire baktığı zaman 'bunu ben de yazarım ne var bunda' diyor. Hakikaten de herkes yazabilir.

Pablo Neruda'nın başka bir bağlamda söylediği ancak yaşadığımızı durumu kısmen ifade edebilecek 'bir gün herkes şair olacak' şeklinde bir sözü var. Şiiri dillendirme ve yazıya geçirme konusunda sıkıntılarımız olabilir ancak hepimiz şairiz aslında. Bizim, 'yazar' dediğimiz insanların yazılarında bulduklarımız; içimizde, kalbimizde ve boğazımızda taşa dönüşen ama ifade etmekte sıkıntıya düştüğümüz, kalbimizden ve aklımızdan çıkarıp atamadığımız şeylerdir.

Kaynaklar: 2018 Tüyap Diyarbakır Kitap Fuarı (yazar: Ali Safa Korkut), Artı Gerçek (Seran Vreskala ile söyleşi), Evrensel Haber (Çağrı Sarı röportajı), 2012 Cumhuriyet Kitap (Çağlar Mirik ile söyleşi), Seher Özen Karadeniz ile söyleşi 

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top