Metin Altıok


Enver Ercan'ın Kasım-Aralık 1990 tarihinde Sombahar Dergisi'nde yayınlanan Metin Altıok ile yapılan röportajı.


— Hep sorarlar ya, sizi şiire yönlendiren kimler oldu, çıkış noktanız neydi diye.. Aile içinde sizi de yönlendirenler var mıydı?

Hayır olmadı.. Beni yönlendiren "acı" oldu. Benim hayatımda hep bir acı vardı; hep acıdan yola çıktım. Çok fukara bir çocukluğum oldu benim..
Sevgisiz üstelik.. Bu yüzden kendimi hep garip bir leke gibi gördüm bu dünyada; ama tertemiz zamanlardan kalma bir leke..

— Nusret Hoca'nın şiirinize hayli katkısı olmuş. Siz şiirlerinizde sık sık garlara düşen bir şairsiniz. Ve "o günden beri bakışlarınızda bir otobüs penceresinin hızla geçişi" var..

Haklısın.. O günlerden kalma, Nusret Hoca'yla birlikte geçirdiğimiz günlerin izi onlar.. Doğru.

— Bir de tabii "gezginliğiniz"..İlk kitabınızın adı da zaten "Gezgin". Ve siz hepbir yerlere ait olmayan, hep yolculuğa hazır bir şair kimliği çiziyorsunuz bende.

Olamadım.. Olamıyorum işte.. Hiçbir yere ait olamıyorum..

— Son günlerde iki kitabınız birden yayınlandı. Dergilerde şiirleriniz yayınlanıyor.. Üretken bir döneminizdesiniz.. Son iki kitabınız "Gerçeğin Öteyakası" ve "Dörtlükler ve Desenler"de belirgin bir politiklik var. Hatta "İpek ve Kılabtan"da başlamıştı. Yani "Küçük Tragedyalar"dan sonra değişti şiiriniz.. Politik tavır anlamında söylüyorum tabii.

Doğru söylüyorsun. O kadar ilginç o kadar önemli şeyler yaşadım ki Bingöl'de.. Benim için ikinci üniversite oldu. Hayatı gördüm. Mesela bir şey anlatayım size.. Bir gün Bingöl'e iki ceset getirdiler. Bingöl bu ölülerle çalkalandı. Kahveler boşaldı. Herkes görmeye gidiyor. Ben de gittim. Morga götürüyorlardı cesetleri. Biri erkek, daha bıyıkları terlememiş, öbürü bir kız.. Erkeğin elbiseleri üstünde, kız çırılçıplak. Ama erkeğin yüzü dümdüz, burnu yok, baldırından da lop et koparılmış, parmakları mürekkepli. Parmak izi almışlar. Çok etkilendim bu olaydan. Sonra bir de şiir yazdım. Bak şöyle: 

"Öyle ak öyle ak ki teni / ipekten biçilmiş sanki / duyulmamış bu yüzden üstünü örtmek gereği / Çırılçıplak incecik, sedyede bir kız cesedi / Onparmağı boyalı / Bulaşmış ıstampa mürekkebi / Bir kızım sağsa eğer, bir kızım morgta şimdi."

— Sizin resimle de ilgilendiğinizi biliyorum. Son kitabınızı da desenlerinizle birlikte yayınladınız. Bu ilgi nereden kaynaklanıyor?

Resim yapmayı, desen çizmeyi seviyorum. Bak sana ne göstereceğim. 

(Metin Altıok, sekiz on tane ana tanrıça heykelciği geitiriyor içerden.. Kendi yontmuş.. Taşlar oldukça sert.. Tırnak törpüsü ve çakı kullanıyormuş bu heykelcikleri ortaya çıkarmak için.)

— Siz divan şiirinden biçim olarak yararlanıyorsunuz. Ama halk şiiriyle de ilişkiye giren bir şiiriniz var. Halk şiiri hangi bakımdan ilgi alanınıza giriyor?

Şimdi bakın halk şiiri kullanılması gereken büyük bir kaynaktır. Halk şiirindeki kimi şeyleri bugün değme şair yazamamıştır.
Mesela diyor ki; 

"Ben de bu dünyaya geldim geleli / Emaneten bir don giymişe döndüm."

Büyük bir laf. Neden yararlanmayayım bu kaynaktan. Ayrıca, diyor ki; 

"Kırmızı gül sende kaldı tamahım." 

Bu benim şiir serüvenime uygun düşüyorsa, hatta tırnak içinde alır kullanırım bunu. Niye kullanmayayım.

— Ama Divan şiirinden yalnızca biçim olarak yararlanıyorsunuz.

Özleri beni ilgilendirmiyor. Biçim olarak yararlandığım doğru; biliyorsun gazeller yazdım. Gazellerde bir ustalık meselesi vardır, o açıdan ilgilendiriyor beni.

— Siz eskilerin deyimiyle mısra-ı berceste'teye meraklısınız. Söz düşürmeyi sevdiğinizden belki de gazel yazmaya yöneldiniz.

Kolaydan kaçma meselesidir, belki.. İnsan kendini bazen zora koşar.. Şiirde zora koşar; belki de odur. Ahmet Oktay benim için bir yazı yazmıştı. "Duygu için formlarla şiir yazıyor Metin Altıok" diyor. Bu lafı çok tuttum. Form boyunduruk gibi bir şey. Korkunç bir coşku seli şair için, şiir için tehlikeli olabilir..

— Bundan sonra da böyle yazmayı mı düşünüyorsunuz?

Bilemiyorum.. Bingöl'deki 10 yıllık yaşantıdan sonra kendimi frenlemem gerekiyordu.

— O zaman Metin Altıok şiirini "Bingöl'den önce – Bingöl'den sonrası" diye iki döneme mi ayırmalıyız?

Bingöl bir dönemeçti. Büyük bir duygu seli yaşadım orda. Tabii insanın hayatında duygu seli her zaman vardır. Şimdi bir başka ruh halindeyim. Şunları yazıyorum mesela: 

"Bir anahtar verdindi bana, / Kabaran yüreğimi bilerek. / Kullanıp durdum onu gönlümce, / Aşkıma kenar süsü diyerek; / Aşındırdım dişlerini zamanla. / Geriye ben kaldım işte / Yalan olur sevmedim dersem; / Ama yolcu yolunda gerek. / Ey ömrümün uğuldayan durağı; / Yanlış bir hesaptan dönerek, / Benli günlerini sil istersen / Geriye sen kaldın işte."

— Bir de son dönem şiirlerinizde "entel" tutumlara karşı öfkeli olduğunuz seziliyor.

Züppeliğe çok kızıyorum. O tavra karşıyım. Kimi dergiler şiir istedikleri halde göndermedim bu yüzden. Niye göndereyim. Bir yerde yaşantım var benim; yaşadığım şeyler var. Niye ihanet edeyim.

— Şiirinizin yaşantınızdan kaynaklandığını söylüyorsunuz. Nesnel gerçekle şiirin gerçeği diye de bir şey var. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz.

Şiir nesnel gerçekliği bozar, değiştirir.Hatta ona ters düşer. Bu doğal bir şeydir. Çünkü şiir bir anlamda nesnel gerçeklikle boy ölçüşen bir sanat dalıdır. Bu, şairin bir başka gerçekliğin eşiğinde olduğunu gösterir. Şairin evreni dildir. Şair dünyaya sözcüklerle bakar ve yeni bir dünya oluşturur.
İşte bu yeni dünyadaki gerçeklik, nesnel gerçekliğin dışında, onunla gerçek olmak bakımından yarışan bir dil olmak gerçekliğidir. Bu bakımdan, şairin nesnel gerçekliği bozması, şiirin doğası gereğidir. Ne var ki şair bu bozuşun hesabını okura vermek zorundadır. Bu hesap ise bozulanın yerine konan şeyle verilir. Eğer şair bu hesabı veremezse ortaya şiir yerine saçmalık çıkar.
Okur bir şiirde nesnel gerçekliğin dışında bir olguyla karşılaştığı zaman 'olmaz böyle şey' diyememelidir.

— İnandırmak zorundadır okuru, öyle değil mi?

Eğer şiir, okuru bir mantık çatışmasına düşürüyorsa suç şiirin ve şairindir. Çünkü bu durumda şair, sadece nesnel gerçekliği bozmakla kalmamış, onun yerine şiirsel bir gerçeklik getirmemiştir.

— O zaman şairin nesnel gerçekliği bozduğu da kuşkulu değil midir?

Evet. Aslında bu şairin nesnel gerçekliği de bozmadığını gösterir. Çünkü amaç, nesnel gerçekliği kağıt üzerinde değil; okurun kafasında, düşüncesinde bozmaktır.
Okurun 'olmaz öyle şey' demesi, nesnel gerçekliğin onun kafasında bozulmadığını gösterir.
İstersen şiir üzerinde somut olarak bakalım olaya.. Refik Durbaş'ın "Buse" adlı şiiri şöyle:

 "Kaç / yıldır / saklıyorum / Puslu / bir / ilkyaz / gecesi / üçüncü / sınıf / bir / sokak / aralığında / Avcumun / içinde / söndürdüğün / sigara / yanığının / izinde / ilk / öpüştüğümüz / anın / heyecanını".


Şair tek cümleyi her sözcüğünü alt alta yazarak, şiir şekline sokmuş. Bu şiirde bir ilk öpüşle, avuçta söndürülen sigaranın bıraktığı yanık izi arasında bağ kurmakta, ilk öpüşün heyecanını somut bir yanık izinde saklamakta. Bir genç kız sevgilisinin avcunda sigarasını neden söndürsün. Bu ancak patolojikbir duyguyla açıklanabilir ki, böyle duygular sanatın dışındadır.
Görüldüğü gibi, şiir ister istemez insanın aklına sorular getiriyor; inandırıcılığını, sahiciliğini yitiriyor. Kaldı ki şiirde bir de Türkçe yanlışı var; avuçta söndürülenin sigara yanığı olduğu anlamı çıkıyor.
Bir de Cemal Süreya'nın dizesine bakalım: 

"Babası ip yerine yılana çekilmiş / bir çocuğun çifte korkusu böyledir." 

Süreya, asılma olayının dehşetini ipin yerine yılanı geçirerek şiddetlendirmiştir. Biz bu iki mısra karşısında bir insanın yılanla asılamayacağını hiç mi hiç düşünmeyiz. Sadece nesnel gerçekliğin yerine getirilen şiirsel gerçeklik karşısında müthiş bir duyguya kapılırız. Buradaki şiirsel gerçek, artık bize nesnel gerçekliği aratmaz. Bu durum bize şiirsel gerçekliğin kendine has bir sahiciliğe sahip olduğunu göstermektedir.

— Şiirimizde çokça tartışılan bir konu da biçim-içerik konusu.

Pavase "Yaşama Uğraşı" adlı kitabında 6 Ekim 1935 tarihli güncesine şunları yazmış: "Özünü yenilemek için biçim değiştirme düşüncesi, acınası bir özenti gibi geliyor bana." Bunca yıllık şiir uğraşımda böyle bir özentiye kapılmamış bir şair olarak, bu sözün doğruluğu ve haklılığı benim için gerçektir. Değişik biçimlerdeki kapları suyla doldurursanız, su o kapların biçimini alır. Ne var ki değişik biçimlerdeki kapların içindeki aynı şeydir.
Kuşkusuz bu basit benzetme, şiirde öz-biçim ilişkisini açıklamaktan uzaktır.
Ama söz konusu biçimcilikse bu basit benzetmenin bile bir gerçekliği vurguladığını belirtmeden geçemeyeceğim: Şiire biçimsel olarak yaklaşmak ve oyalanmak boş bir çabadan başka bir şey değildir. Şiir, şairin usuna bir dize ya da imgeyle gelir. İşte şairin işi, o dize ya da imgedeki özü geliştirmek, açımlamak ve o özün olanaklarını bütünüyle ortaya koyup tüketmektir. Mesela benim öznel duygularım önemli değildir. Şiirsel duygu dışa vurulmuş duygudur.
Yani seninle paylaşır hale gelmiş duygudur. Söyleyeceğim bu.

— Paylaşılmayan bir duygunun sizce anlamı yok o zaman..

Anlamı yok tabii. Şimdi mesela şu; birey olmak hiçbir zaman insan yetmemiştir. Bu çok önemli bir şey. İnsan daima diğer duyan ve düşünenlerle bütünleşmek istemiştir. Sanat, insanı insanla bağlayıcı, bütünleştiricidir.
Cervantes, Shakespeare.. ne getiriyor bunlar bize. Yüzbinlerce yıllık geçmişten insanı. Türkiye'de normal insan hayatı 59 yıl. 59 yıl içinde insan hiç aşık da olmayabilir, kin de duymayabilir, hiç kimseyi sevmeye de bilir. Nerden öğreniyoruz bu duyguları: Edebiyattan.. Kardeşim bilim havadır bana sorarsanız. Yeryüzünde edebiyattan daha önemli şey yoktur..

— Öyleyse bu konuyu biraz daha açalım: Peki şiir neye yarar?

İnsanların duygu dünyaları arasında bağ kurarak, bu öznel dünyaların ortak bir duygu acununda birleşmesine yarar. İnsanın hayatta olan tarihsel savaşımının ürünü olan duygu birikimine sahip çıkmasına yarar. İnsan soyunun evrensel tınısı olarak, kişinin her türlü yabancılaşmalardan kurtulmasına yarar. Kötülüklerden arınmaya yarar.
Son olarak da şunu söyleyeyim: Şiir insanları sevmeye yarar...

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top